Mektup 38-39-40-41-42

Mektup – 38    
                                                                              22 Kasım 1977
Sevgili Belma,
Henüz senden yeni bir mektup almadım ama sanıyorum bu yakınlarda gelir. Ben yazmaya devam ediyorum.
Geçen mektupta açıklamak istediğim ancak yer kalmadığı için yazamadığım bir konuya gireceğim. Biliyorsun içeride ve dışarıda çeşitli insanlar tanıdık. Bunların içinde sıradan olanlar olduğu gibi, özellikleriyle çeşitli olayların ve yapıların sonuçlarını yansıtan insanlar da vardı. Tabii bizim için önemli olan özellikle olumlu bir görünüm altında olumsuzluk taşıyanlar olacak. Bu tür insanlarla çok sık karşılaşacağız, onun için yapılarını iyi anlamamız gerek. Burada başlıca iki örnek vereceğim:
Birinci tür insan enerjik ve yetenekli görünür. Her işe koşmaya herşeyi yapmaya hazırdır. Yapılan hiçbir şeyi beğenmez, herşeyde bir eksik bulur, herşeyi idealize eder. İlk bakışta bu durum olumlu bir acelecilik olarak değerlendirilebilir. Ancak işin ilginç yanı; bu tür kişiler yapılmasını istedikleri büyük işler gündeme geldiğinde işe (görünüşte tereddütsüz) girerler. Ancak o işin içinde bir hata ortaya çıktığında veya bir yetersizlik sonucu bazı şeyler bozulduğunda; o büyük işin temeline, felsefesine saldıranların en başında da onları görürüz. Zaten o iş gündeme geldiğinde de onun tam karşıtı şeyler kokan işleri gündeme getirmişler ve sonra da görünüşte bundan vazgeçmişlerdir. Büyük şeyleri yalnız kalmamak için onaylamışlar ve bir kez onayladıktan sonra da her yerde ve her durumda o büyük şeyin gerçekleşmesini istemişlerdir. Bu aslında onu savunmak adına yapılan bir yıpratmadır. Sözde görünen olumluluk aslında olumsuzluğu gizlemenin bir yöntemidir. Yani sözün kısası başlangıçta ister kolay ister zor ikna olduktan sonra; bir şeyin çok üstüne varanlara, her şart altında onun gerçekleştirilmesini isteyenlere dikkatle yaklaşmak gerekir.
Fikrimden caydım, üç örnek vereceğim.
İkinci tür insan, enerjik ve düşünmekten pek hoşlanmayan biridir. Herşeye gayretle koşar. Üstelik hayalcidir de, çok şeyin çabucak olacağına inanır. Ancak bu olmayınca yani hayaller yıkılınca bu sefer düşünmek zorunda kalır. Ve en akla hayale gelmez saçmalıkları yumurtlamaya başlar. Bu saçmalıkları da bir beğenir ki sorma. Önceden düşünmeyi başkalarına bırakmış ve kendi minik kafasını yormamıştır. Ama hayaller gerçekleşmeyince ve o gerçekleşmemenin nedenlerini de anlamayınca bu sefer herkes gibi ben de düşünürüm ve benimki doğrudur demeye başlar. Öyle ya başkaları düşünmüş de ne yapmışlardır? Dünyada bu tür insanlardan daha can sıkıcı bir varlık olduğunu sanmam.
Üçüncü tip insan herhalde dünyanın en enterasan tiplerinden biridir. Durumu iyi değerlendiremeyen insanı çok şaşırtır. Bu insan zeki, yetenekli ve enerjiktir. Normal bir dönemde önemli işler başarmıştır. Sonra zor ve hatta olağanüstü zor dönemde de herkesi şaşırtan bir dayanma gücü göstermiş, neredeyse hiç hata yapmamış ve yapılması olanaksız gibi görünen şeyleri yapmıştır. Ve ardından bu insanın en basit bir sorun karşısında bocaladığı, yenik düştüğü ve sonunda en basit zorluk karşısında kaçtığı görülür. Hayret edilecek bir durumdur bu. Nasıl olur? En zor şartlar altında hemen hiç hata yapmamış ve az da olsa hata yapanlara örnek olmuş birisi, bugün o örnek olduklarının çok gerisinde kalıyor. Gerçekten de bu tip, insanı hayrete düşürür. Meseleye şu yönden bakarsak eğer kavrayabiliriz: İnsan sadece her aşamada elinden gelen en iyiyi yapmaya çalışmamalı, aynı zamanda peşpeşe gelen aşamalarda da bu çabasını devam ettirebilmeli. Belli bir aşamada (pek çok zorluğu da barındırsa) şaşılacak derecede iyi olanlar eğer bu iyi olmak uğruna tüm güçlerini harcamışlarsa, artık yeni aşamalara ve zorluklara uyacak durumda değillerse; en küçük zorluk karşısında inanılmaz dönüşler yaparlar. Aslında onlar sağlam bir inançla girmemişlerdir bu sürece. Yetenekli ve enerjiktirler ve onların birikimi ve desteğiyle bir noktaya kadar gelmişlerdir. Ama o noktada bütün enerji ve birikim biter ve başka yollara saparlar. 
Burada anlattığım insanlardan ilk ikisi senin de tanıdıklarından Orhan abiye, üçüncüsü ise askerlik yapan vatandaşa ve 71’in bazı adamlarına uyar (tabii hepsi kısmen). 
İnsanları iyi tanımamız gerek; bu çok zaman kazandırır.
Şu anda pazartesi akşamı. Kafam çok yorgun. Uzun zamandır böyle çalışmamıştım. Sabahtan beri bütün gayretimle Anti-Dühring’in ilk kısmını bitirmeye çalışıyorum. Kitabı ikiye böldük. Yarın bunu verip ikinci kısmını alacağım. Burada planladığım şeyleri yetiştiremez durumdayım. Güncel konularda en azından taslak olarak hazırlamam gereken bir sürü şey var ve daha başlayamadım bile. İçinde bulunduğum şartları mümkün olduğunca zorluyorum. Buna rağmen yetiştiremeyince de canım sıkılıyor. Halbuki her anı değerlendirmeye çalışıyorum elimden geldiğince. Ki burada herkesten ve herşeyden uzaktayım. Bir de oraya gelince ne yapacağım ben de şaşırdım. Eski huyum devam ediyor. Hangi şartlar altında olursa olsun kendime yapacak yararlı birşeyler buluyorum onları yapabilmek için de şartları zorlamaya başlıyorum. Şöyle kanaatkar bir insan olarak neden doğmadım bilmem ki!
Aslında bu kadar gayret göstermemin temel itici gücünü açıkladım geçen mektupta. Dünyanın işleme kurallarını zorlamak sonucu ortaya çıkan dengesiz yapı düzeliyor. Yıllardır ihmal ettiğim yeteneklerim gelişiyor, daha tam daha komple bir insan oluyorum. Bu nedenle gün geçtikçe daha iyi hissediyorum kendimi. Gerçekten de bazı yönlerim oldukça az gelişmiş o çok hareketli hayatın içinde. Bu arada kendimi de 36’ya oldukça hazırladım. Bu aslında enterasan bir durum. İlk günler belki sen de hissetmişsindir. Şu veya bu ölçüde çok yiyeceğini bilmek insanın üzerinde garip, anlatılması zor bir etki yaratıyor. Kimi zaman hüzünleniyor kimi zaman kızıyor insan. Özellikle normal mahkumlarda bu etki çok daha açık ve şiddetli. Bende oldukça kısa sürdü bu durum ve sadece orada iken sana yazdığım mektuplara yansıdı. Bir zorunluluksa eğer bu durum elbet kabul edeceğim, ama o zorunluluğun altında ezilerek değil. Onun sınırları içinde yapılabilecek herşeyi yaparak. Bu gerçeğe kendimi oldukça alıştırdım (gerçi bazan gece hüzünleniyorum ama nadir oluyor bu). Aslına bakarsan kafamdaki her şeyi 6 sene civarında gerçekleştirmem bile bayağı zor. (46)
Özellikle diyalektik materyalizmin bilimin son gelişmesi karşısında aldığı şekil konusu. Bu arada unuttuğum birşeyi yazayım: Engels Anti-Dühring’de çelişkiye örnek verirken eksi ve artı sayılar arasındaki çelişkiyi de örnek gösterir. Devrinde bir matematikçi onu bu konuda eleştirmiş (kitabın önsözünde var. Eskiden önsöz okumak gibi bir huyum olmadığı için okumamıştım). Bayağı sevindim buna. Neden dersen, üniversite dörtte iken önceden de yazdığım gibi bu konuyla biraz uğraşmıştım. Ve o zamanlar eksi bir sayının doğada var olamayacağını düşünmüştüm. Eksi sayı ters yönü veya ilişkiyi gösterir. Örneğin on ördek var üçü ayrıldı, geriye yedi kalır. Burada eksi işareti ayrılma ilişkisini gösterir yani ördek kavramı içine girmez (eksi üç ördek olamaz yani). Aynı konunun hemen hemen aynı şekilde başkası tarafından da belirtilmesi oldukça sevindirdi beni (Engels devrinin fizik, kimya ve biyolojisini iyi biliyor ama matematikte biraz zayıf kalıyor). İlerde zaman bulabilirsem eğer en azından bir-iki konuda diyalektik materyalizmi günümüz bilimine uygulama işini başarabileceğim. Aslında bu konunun çok zaman istemesinin bir nedeni adı geçen bir-iki bilim dalında daha bilgi edinmem gerektiği. Bilirim bu konuları pek sevmezsin, onun için de bizim adam kafayı buldu filan gibi düşünüyorsun belki de. Görevlerimi hiç unutmuş değilim ama burada Anti Dühring’den başka okunacak kitap yok. Onu da okuyunca insanın aklına bu konular geliyor.
Sık sık beraberliğimiz üzerinde de düşünüyorum. İnsanın bütün varlığını verdiği bir sürecin içinde kendisi gibi birisini sevmesi tek kelimeyle çok güzel bir şey. Bir sürü sorumluluk, bir sürü iş, bir sürü ağır yükün altında iken; bir sürü insanın arasında çalışırken ve şu veya bu ölçüde hepsini de severken insanın kendisi gibi birinin varlığını yanında hissetmesi; sorumluluğunu aksatmadan, işini azaltmadan, diğerlerine duyduğu sevgiyi hiç yitirmeden ona içindeki en iyi duyguları, en yüce hisleri sunması… Bazan kelimelerle zor ifade edilen birşey bu. Öyle bir duygu ki bu normal hayattaki bir beraberlikten çok farklı. İki insan para, şöhret vb. Gibi konulardan dolayı değil, herşeyden önce inançları ve bu inançları uygulamadaki kararlılıkları sonucu birbirlerine yaklaşırlar. Bu bağ, iki insan ister yakın ister uzak olsunlar kopmaz bir bağdır. Çünkü temelini iki insanın derin inançlarında bulur. Bu insanların işi ve eşi aynıdır. Birbirinin içinde ve birbirine bağımlıdır. Bu nedenle işlerine olduğu kadar eşlerine de sıkıca saılırlar. Bazıları bunu kolayca anlamayabilir ama bir noktada normal karşılamak gerek onları. Örneğin abinin bu konudaki çelişkisi şu: O ancak bizim hayatımızda varolabilecek bir beraberliği kendi hayatında arıyor. Ama gerekli maddi temel yok onun hayatında. Bizim beraberliğimizin sağlamlığı ve güzelliği, henüz tam anlamıyla bütünleşmeden ayrılmamıza rağmen her şart altında bu sürecin durmaması; uzak olmamıza rağmen birbirimizi yanımızda hissetmemiz. Ve bu beraberliğin, bu güvenin ve sevginin bize herşeyden önce güç vermesi; en güzeli de bu herhalde.
Sevgili k…. seni çok seviyorum.

Not: Abinin doktora tezi ne oldu, basıldı mı yoksa duruyor mu. Bir ara yazmıştın bu konuda ama sonra bir haber çıkmadı. Bu gece televizyonda “Takas“ı seyrettim. Bir söz vardı içinde: “Savaş başladığında 35 kişiydik, şimdi iki kişi kaldık. Ayrılırken şöyle dedi bana: Oğlum, bugüne kadar ölmüş olman gerekirdi. Bundan sonra göreceğin herşey aslında senin için bir mükafattır. Korkma bıkmazsın hayattan çünkü onu seviyorsun.“ Bunlar senin de tanıdığın birisi için çok uygun laflardı ama bir hafta öncesine kadar. Artık değişti ve aynı yere de tekrar gelmeyecek. 

       DİPNOTLAR: 
 46.  1981’de Atatürk’ün 100. doğum yılında büyük bir af çıkacağı konuşuluyordu. Bu durumda ben 36 yıl ya da müebbet alırsam, 6 yılda çıkmam söz konusuydu.


Mektup – 39 

Bu mektup toplam on sayfa ama sadece 3, 4, 5, 6, 9 ve 10. sayfaları bulunuyor. Sadece bu sayfalara yer verebiliyorum

... ancak dikkat edilmesi gereken iki nokta var: Birincisi, biz buna, bizi umutlandırdığı için değil ülkenin içinde bulunduğu şartları ve bunların muhtemel gelişimini tahlil ederek inanırız. Gerçekten de şu andaki şartlar ve bunların muhtemel gelişimi böyle bir inancı olanaklı kılıyor. Ama ilerde eğer şartlar değişir de 81 umudu kaybolursa; eğer biz hiç bir temele dayanmadan bu umuda inanmışsak yıkılırız. Ama eğer şartların analizi sonucu ulaşmışsak durum değiştiğinde yıkılmayız çünkü belli bir maddi temelden yola çıkarak ona ulaşmışızdır ve gene o değişen maddi temeli analiz ederek yeni duruma uyarız. Örneğin herkes 81 ile meşgul iken ben yakında mutlaka af çıkacağını söylüyordum (buna ülkedeki duruma bakarak karar vermiştim). 81’e dört elle sarılanlar buna çok zor inandılar. Çünkü umudun yakınlaşması erken çıkma psikolojisini doğuruyor ve bu da iyi sonuçlara yol açmıyor tabii.
İkincisi, bu anlattıklarıma dayanarak biz maddi temeline oturtmak şartıyla iyiye inanmak ama kötüye de hazır olmak zorundayız. 81’de çıkacağız değil ergeç çıkacağız düşüncesine yaslanmak zorundayız.
Bu kadar şey söylememe karşılık sakın arkadaşlar için kötü şeyler düşündüğümü sanma. Hepsi de bulunmaz insanlar ve herşeyi yapabilecek insanlar. Ancak onlara bazı değişimleri ve şartları sağlamak gerek. İnsan son tahlilde yeteneklerinin, yetişme tarzının ve geçmiş hayatının ona kazandırdığı özellikleri aşamaz. Önemli olan onların sınırları içinde en iyiyi yapabilmektir. Ben bu şartlara daha iyi dayanabiliyorsam eğer, bu kendimi bildim bileli yalnız kalmamın sonucudur. Bu durum bana olumlu olduğu kadar bazı olumsuz özellikler de kazandırdı. Aynı durum başkaları için de geçerli. Şurası açık ki hiçbir insan her şart altında en iyiyi yapamaz. Önemli olan her şart altında elinden geleni yapabilmektir. Bu bazan en iyi olmayabilir ama mutlaka bir katkı sağlar.
Şurası da açık bir gerçek ki insan oldukça erken yaşta uzun zaman içerde kalmak zorunda kalırsa eğer bu onu biraz kötü etkiler. Geçmiş hayatı kısa, görüp geçirdiği şeyler az olduğundan içerdeki zaman geçmiş olayları düşünmek, daha detaylı değerlendirmek ve kazanılan özellikleri sağlamlaştırmak biçiminde geçmez. İçerde geçen zaman kişiliği daha büyük ölçüde etkiler. Biz bu konuda şanslı sayılırız çünkü geçmişte dayanacağımız çok şey var. Bunları sağlamlaştırmak şansımız da çok daha fazla. Ancak bir sorumluluğumuz da var bu durumda: Hayatı daha az tanıyan, geçmişte dayanacak şeyi daha az olan kişilere destek olmak. Bu gerçekten önemli. Çünkü ne kadar zeki ve yetenekli olursa olsun bazı şeyleri insan ancak yaşayarak öğrenebilir. Örneğin 30 yaşından sonra hayatın bittiğini düşünebilen insanlar var, halbuki en verimli çağıdır bu insanın. Ama genellikle yaşı daha ileri olanlar bunu görebiliyor. 
Evet muhakkak ki mahpusluk zor zanaat. Yalnızca yaşamak ve vakit geçirmek yetmez (zaten mahpusluğu esas olarak vakit geçirmek olarak almak son derece yanlış) sağlam kalmak ve gelişmek de gerek. Benim şu ana kadar vakit geçirmek konusunda sıkıntım olmadı, üstelik vaktin boşa geçtiğini de hiç sanmıyorum. Bunda muhakkak ki yapıdaki dengesizliğin düzelmesinin ve bunun sonucu sürekli gelişmenin ve daha iyi olmanın büyük payı var. Gireli üç aydan fazla oldu bana bir ay gibi geliyor (burada bunu kime söylersem çok kızıyor). Gerçekten de şu geçen üç ayda çok şey kazandığımı hissediyorum ve bundan sonra kazanacağıma da kuvvetle inanıyorum. Ki bugüne kadar da pek okuma durumum olmadı ama biraz da iyi oldu bu. Benim öncelikle okumaktan başka şeylere ihtiyacı vardı çünkü.
Dinlenmek fırsatı bulunca sıhhatim de oldukça düzeldi. Artık saçlarım bile dökülmüyor. Hafızam da bir açıldı ki sorma. Dışarıda iken bir sürü şeyi unutur olmuştum. Dün gece birisi bana dünyada her rejim altındaki ülkeleri saysana dedi. On beş dakika ülke saydım ve sonunda bir de baktım ki 90 ülke olmuş. Sen de diyeceksin ki içerde olmayı amma da övüyorsun ha! Öyle değil, asla öyle değil. Önemli olan, ısrarla belirttiğim gibi şartlar ne kadar kötü olursa olsun onlardan lehimize faydalanabilmek. 
Sen nasılsın, biliyorum ki iyisin ve iyisiniz. Henüz yeni bir mektubun gelmedi ama herhalde bayramdan sonra gelir. Oraya gelirsek eğer daha kolay mektuplaşırız. 
Gelişme, sağlamlaşma konusuna dönelim. Konumuz insan ve onları tanımak. Bu konuda ikimizin farklı özellikleri var (zaten diyorum ya bizim özelliklerimiz ya benzer ya da birbirini tamamlar nitelikte). İnsan tanırken ben genelden hareket ederdim(yani onları sürece katkıları yönünden değerlendirirdim), kişisel özelliklerini de bu çerçeve içinden giderek öğrenmeye çalışır ve bazan da bu konuyu hiç önemsemezdim. Sen ise önce insanlarla kişisel diyalog kurmaya ağırlık verir (yani özelden yola çıkar) ve onları bütünleşmek adını verdiğin bu süreç içinde tanımaya çalışırdın. Çıkış noktalarımız birbirinin tam tersi ama birbirini tamamlaması gereken bir terslik bu. Şimdi her iki durumun da pratik hayat içindeki sonuçlarına bakalım: İnsanları tanımak zordur ve bir insanı tüm özellikleriyle tanımak bazan yıllar sürer. Ve her insan da çok çeşitli özelliklere sahiptir.
Bu durumda insanı tanımaya genelden başlamak gerekir. Her insanı sürece olan katkılarıyla değerlendirmek ve daima bu yönü ön planda tutarak onu tanımaya çalışmak gerekir. Her insan çeşitli yeteneklere sahiptir ama bizi sadece sürecin o anda içinde bulunduğu aşamada işe yarayabilecek olan yetenekler ilgilendirir. Esas ağırlık kişiyi genelden başlayan bir süreç içinde tanımaya verilse de bu arada özel ilişkilerden edindiğimiz deneyimleri de ihmal etmemek gerekir. Özel ilişkilerden elde edilen bilgiler genelin boşluklarını tamamlar ve bazan da o kişinin genel içinde nasıl bir gelişim izleyeceğini gösterir. 
Şimdi ikimizin durumunu ele alalım: Beni insanların sürece yaptıkları katkı ilgilendirir ve onları değerlendirirken de bunu esas alırım. Yetenek ve kişiliklerini o anda işe yararlılıkları açısından değerlendirir ve bunun dışında özel ilişkilere ya hiç girmez ya da buradan edindiğim bilgileri pek önemsemezdim. Bu yöntemle kişiler çok kısa sürede sürece yararlılıkları yönünden tanınır, bu konuda ve özellikle anın görevlerinin yerine getirilmesinde ve bu konuda o insanların ileri sürülmesinde bu yöntem çok esaslıdır. Ancak tek başına kullanıldığında kısa zamanda büyük neticeler vermesine karşılık uzun dönemde elde edilecek netice biraz şansa kalır. Çünkü bugün sürece katkısı olan insan yarın değişebilir ve bu katkı ortadan kalkabilir. O halde onun yapısı ve kişiliğinin de iyi tanınması gerekir. Gerçi sürece katkısı içinde bunlar bir ölçüde tanınır ama bu yetersizdir. Ben bu konuyu hemen tamamen ihmal ettiğimden eskiden sürece katkısı olan bazı insanlar üzerinde çok ısrar ettim ve hayal kırıklığına uğradım. Şimdi burada temasta olduğum insanların yapılarını da gözleyerek bu eksikliğimi kapatıyorum. Aslında bunu yerleşik bir özellik haline getirmek gerek tabii. 
Senin durumuna gelince: İnsanlar hakkındaki fikrini esas olarak onlarla olan kişisel ilişkilerin temelinde edindiğin deneylere dayanarak belirliyorsun. Bu durum o insanın bazı özelliklerinin görülmemesine yol açabilir. Çok sayıda kişisel deney içinde genel kaybolabilir. Bir örnek vereyim: Gelin kızı ele alalım. Biliyorsun onu değerlendirme konusunda bir süredir seninle çelişkide idik. Benim onunla kişisel olarak pek ilişkim olmadı ancak meseleye genelden bakarak bir karar verdim. Sen ise kişisel ilişkilerin içinde tanıdığın insanın benim düşündüğümden farklı olduğunu savundun. Son tahlilde daha çok haklı çıktığını sanıyorum. Muhakkak ki onun bazı iyi özellikleri vardır, her insanın vardır. Ama bizi herhangi özellikler değil sürece katkıda bulunan özellikler ilgilendirir. Bence asla bulunduğu yeri kaldıramayan bir insandı o. Ama eğer onu tanımaya özelden başlarsak bir sürü özellik arasında geneli kaybedebiliriz ve ayrıca kişi olarak da bize biraz sempatik geliyorsa eğer (ki sanırım başlangıçta sana da öyle geliyordu) bu geneli kaybetme ihtimali daha da artar.
İkinci örnek baldızın durumudur. Benimle karşılaştırılamayacak kadar iyi tanırsın onu. Ama eğer sürece katkı açısından meseleye bakarsak (ki öyle bakmamız gerek) gene benim son zamanlarda da olsa vardığım karar doğruya daha yakındı.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki iki yöntem (genelden özele doğru ve özelden genele doğru) karşı karşıya konursa eğer ilki daha ağır basar. Ama bunlar karşı karşıya konması gereken şeyler değildir; tersine içiçe geçmeleri gerekir. Ama mutlaka ağırlık ilkinde olmalıdır, ikinci onu tamamlamalıdır. Daima öncelikle süreci ve ona yapılan katkıyı öne almalıyız. Üstelik ikinciyi öne alırsak eğer herhangi bir sürtüşme durumunda başımıza pek çok kişisel dert de çıkacaktır. Gelin kız ve çevresiyle anlaşmazlığa düştüğünde bunu açıkça gördün. Gerçi nitelikleri belli, onun için bazılarını normal karşılamak gerek ama aradaki ilişkide ikinci yöntem ağır bastığından buna zemin de hazırlandı ve ardından akla hayale gelmeyen suçlamalarla karşılaştın. Özellikle bu konu üzerinde çok düşün canım. Şuna inan ki sen olmadığın zaman senin hakkında konuştuklarında sinirlerim iyice geriliyordu ama işin temeline inmeden tepki göstermek yanlış olacağından renk vermiyordum. Başlangıçta bu insanlar benim bu kadar yakından tanıdığım birisi için nasıl böyle düşünebilirler diye hayretler içinde kalıyordum. Sonra meseleyi çözdüm tabii. Bu konu üzerinde gerçekten düşün. İnsanların yapısını, onlarla ilişkilerini ve son durumlarını dikkate al. İnanıyorum ki bu sana çok şey kazandıracaktır. Böylece enerjini daha verimli harcayabileceksin ve gereksiz ilişkilere daha az gireceksin.
(...)
Not: Uzun bir not olacak bu. Pazar akşamı şu anda. Televizyonda bir oyun vardı “Özgürlüğün Bedeli”. Bilmem seyrettin mi? Konusu şöyle: 19. yüzyılda İspanyolların egemenliğindeki Venezüela’da İspanyol kuvvetleri Bolivar’ın peşindedir. Bir İspanyol subayı ona yardım eder ve yerini bilmektedir. Herifler bunu öğrenirler. Bir albay onu sorguya çeker. Fiziksel baskıyla konuşmayacağını biliyorum, der. Onun için şu anda sokaktan geçen herhangi altı insanı getirteceğim. Onun yerini söylemezsen bu suçsuz insanlar ölecek. Ve altı kişi getirilir. Tüccar, esnaf, aktör, genç bir anne, genç bir kız ve genç bir erkek. Durum onlara açıklanır ve subayla yalnız bırakılırlar. İlk dört kişi adama konuşması için her çeşit manevi baskıyı yaparlar ve bir kişiye karşılık nasıl altı insanı feda edersin derler. Subay da anlatmak ister ki Bolivar sadece bir kişi değildir, bütün Latin Amerika’nın umududur. Son iki kişi ise subayın yanını tutarlar. Ardından albay gelir. Her çeşit namussuzluğu, iğrençliği (özellikle kıza karşı) yapar ve herkesi teker teker ölüme gönderir. İnsanların tüm karakterleri açığa çıkar. İlk ikisi yalvarırlar ölmemek için. Aktör de başlangıçta aynı şeyi yapar ama sonunda kendini toplar ve şerefli bir şekilde ölür. Son iki insan ise davalarının haklılığını savunarak ölüme giderler. Subay bir ara dayanamayacak gibi olur, söylemek üzeredir çünkü yeniden altı kişi daha getirilecektir. O anda bir haber gelir. Bolivar’ın yeri bulunmuştur ama o saat farkıyla kurtulmuştur. Subay artık rahatça ölebilirim der ve ölür. Tam bir köpek olan albay ise dehşete düşer bu kararlılık ve inanç karşısında.
Çok güzel bir oyundu gerçekten. Herşeyin yanında subayın bir sözü çok etkiledi beni: Moralini bozmak için ona Bolivar’ın vazgeçebileceğini, kaçabileceğini anlatırlar. O şöyle der: Bolivar artık kendine ait değildir. O yüzlerce insanın ölümü, acısı ve fedakarlığı üzerine kurduğu bir hareketin başındadır ve onun malıdır. Büyük bir düşünceyi kısaca anlatan büyük bir ifade değil mi. Artık bundan sonra bu hayatta yapacak ne kaldı, yaşayacağımız kadar yaşadık zaten diye düşünmeye olanak var mı. Biz sadece kendimize ait değiliz ki böyle düşüncelere kapılmaya hakkımız olsun. Ben özdeşleştiğim o sürecin malıyım ve ona aitim. Bunu geçmişte de hissederdim ama bugün çok daha kuvvetli olarak hissediyorum. Biliyor musun bir sürü yükün altına girip de çok fazla zorlanınca insan; öyle bir an geliyor ki adeta makineleşiyor. Hiç birşeyi duymaz ve hissetmez hale geliyor. Aslında beraber olduğum insanlara kızıyorum biraz. Küçük bir hatırlatma ile bazı şeyleri çok daha tuvvetle hissetmemi ve dolayısıyla daha iyi olmamı sağlayabilirlerdi. Hiç birimiz süper insanlar değiliz çünkü ve daha iyi olmak için doğal olarak beraber olduklarımızın hatırlatmalarına ihtiyaç duyarız. Belki de haksızım bu konuda çünkü çok zor ve hareketli günler geçirildi. Ve o şartlar benimki kadar ağır olmasa bile herkesi etkisi altına almıştı.
Neyse, geçmişin muhasebesi yapılmıştır ve herşeye rağmen yüzümüzün akıyla çıktık oradan. Şimdi geleceğe, umut dolu geleceğe bakmak gerek sadece. Ve şurası açık ki daha yapılması gereken çok şey var. Benim yapabileceğim şeyler de var. Ve onları yapacağım. Bazan garip duygulara kapılıyorsam da bir noktada normal bu. Beni fazlaca etkilemelerine izin vermedikçe arada bir gelebilir böyle duygular; çünkü o kadar çok şey oldu ki ve o kadar çok şey görüp geçirdim ki...
Vakit epeyce ilerledi. Televizyonda Leningrad’ın son kısmını seyrettim. Milyonlarca insanın tek bir yürek tek bir ruh halinde davranması herhalde dünyanın en güzel şeyi olsa gerek. Belki o günleri göremeyeceğiz. Ama eğer o tek bir yürek gibi davranmak için tüm insanların büyük bir duvar gibi, onun tuğlaları gibi birbirlerini tutmaları ve birarada bulunmaları gerekiyorsa eğer, o duvarın temelini attığımız ve biraz da yükselttiğimiz için övünebiliriz.
Biraz önce sadece kendime değil o sürece de ait olduğumu söylerken ait olduğum birini unuttum: Ben sana da aitim. Seni çok seviyorum.


 Mektup – 40
                                                                                     30 Kasım1977
Sevgili Belma,
Henüz yeni bir mektubunu almadım. Gerçi yazmaman için haber göndermiştim ama telgraf eline geçene kadar birkaç mektup daha yazdığını tahmin ettiğimden dolayı bekliyorum. Aslında geldiğini zannediyorum ama elime geçmedi, anlıyorsun tabii.
Şu anda tekrar eski yerimdeyim, yani 7. koğuşta. Bu sefer Ali ile de ayrıldık. Üç aydır içerdeyiz görmediğimiz şey kalmadı. Benim hayatım hep böyle geçecek anlaşılan; dur durak yok hiçbir yerde. Geçen koğuşta genellikle yaşlılar vardı, burada ise çoğunlukla gençler var. Hayatlarını kolaydan kazanmayı denemiş insanlar, genellikle İstanbullular. Hemen herkes seni ve beni gayet iyi tanıyor (sen daha ağır basıyorsun tabii).
Avukat hala gelmedi, tekrar haber yollayacağım. Sana da bu konuda telgraf çekmiştim, herhalde aldın. İki gün önce de en uzun mektuplardan birini yazdım sana.
Bunların dışında mümkün olduğunca iyi olmaya çalışıyorum, aslında iyiyim de. Geçen mektupta yazdığım gibi arada bir ters duygular geliyorlarsa da yapıma hakim olamadan gidiyorlar. Bu kadarcık şey de normal sayılır artık çünkü içinde bulunduğum durumun ağırlığı küçümsenemez. O ağırlık yapan noktaları ortadan kaldırmak gerek ama (tespit yapıldıktan sonra bile) bu pek kolay iş değil. Çünkü insanın hayalinden doğan bir ağırlık değil bu, hayatın yüklediği birşey. Başlıca üç ağırlık noktası var: Birincisi, büyük ustaların bile 30’undan sonra yaptıkları şeyleri; yani süreci götürecek organizasyon ve ona yol gösteren görüşlerin saptanması, bunları daha erken yaşlarda yapmak zorunda kalmak. İkincisi, sürecin yükü ağırlaştığında bunu (kusursuz olmasa bile) diğerlerine göre daha iyi omuzlayanlar çıkar. Bu iyi birşeydir şüphesiz ama sık sık da zaman içinde şöyle bir gelişime yol açar: Süreci daha az iyi omuzlayanlardan bazıları daha çok gayret göstereceklerine artık gittikçe daha çok şeyi bu işi daha iyi yapabilen o daha az insandan beklemeye başlarlar. Daha çok gayret gösterip de o süreçteki yerlerini alacaklarına süreci o insanlarla özdeşleştirirler ve böylece gittikçe daha az sayıda insan artan bir yükün altına girer. Bu durum o az sayıdaki insanı da etkiler ve içine düştükleri büyük gerilim sonucu bazan normal olarak yapmayacakları hataları yaparlar. Bu hataların tüm sorumlusu onlar mıdır, yoksa onları süpermen zannedenlerin de bunda önemli payı var mıdır? Aslında meseleye yukarıdaki iki noktadan bakılırsa süreci nitelik olarak etkileyecek hata yok ama gene de insana dert oluyor bunlar. Nedeni ise üçüncü nokta: İçimde her durumda ve her yerde en iyiyi yapmak isteyen müthiş bir hırs var, ama bu da olacak şey değil tabii. Gene de bu istek beni hep daha iyiye götürdü şimdiye kadar.
Bu ağırlık yapan şeylerin tamamen kalkması zaman alacak ama şu ana kadar da oldukça yol aldım. En azından onları kontrol altında tutabiliyorum. Aslında bütün bunların ana kaynağı başka. Kafam çalışıyor, sıhhatim iyi, moralim bu şartlara göre oldukça iyi ama harcadığım korkunç eforun etkisinden hala tam anlamıyla kurtulamadım. Herşeyim iyi ama üzerimde hala bir ağırlık var. Aslında herşeyin bu kadar zor değiştiği bu dünyada gene de fena değildik. Çünkü düşününce anlıyor ki insan hedef doğru ise eğer harcanan efor kolay kolay boşa gitmez. Örneğin bir yapıyı hareketlendirmek için korkunç bir gayret sarfedildi; gerçi başarı sarfedilen efora göre azdı ama o korkunç enerjinin iyice durgunluğa giden o yapının her tarafını şu veya bu oranda etkilemediğini de kimse iddia edemez.
Bazan mektuplarda uzun uzun kendimle ilgili şeylerden bahsetmekle canını sıktığımı düşünüyorum sonra hemen vazgeçiyorum. Bütünleşmek herşeyden önce birbirini tanımayı gerektirir. İnsanın önemli bir olay karşısında düşünürken çok sevdiği ve güvendiği bir başkasının da aynı şeyleri düşündüğünü hissetmesi çok güzel bir şey. Seni çok seviyorum.

Not: Arzu herhalde gitmiştir. Ona yazıp Ankaradakilerin durumunu öğrenebilirseniz iyi olur. Biz yazdık ama cevap alamadık. 

Mektup – 41
                                                                                       2 Aralık1977
Sevgili Belma,
Avukat Çarşamba günü geldi. Geç kaldığından aynı sabah bu sefer yazıhanesine telgraf çekmiştim. Gereken bilgiyi ondan almışsındır. Bizleri merak etmene gerek yok, herşeye alıştık ve herşeyle karşılaşmaya da hazırız.
Avukat ile dava konusunu konuştuk. Belirttiğin gibi kesin yol önermekte şu anda yetersiz kalıyorlar. Bağlı olduğumuz şeylere zarar vermeksizin her türlü esnekliği gösterebileceğimizi tekrar anlattım. Dosyada bu konuda incelenecek fazla bir şey yok. Ünlü 1. maddeye girmemek için teşkilat veya eylem; ikisinden birinden kurtarmak gerek ki bu da bana olanaksız görünüyor. Bu durumda esneklik sınırımız birinci maddenin sınırları içinde kalıyor. Bu maddeye girsek bile gereken esnekliği göstereceğiz ve kesin olmayan konuları kabul etmeyeceğiz (özellikle yöneticilik). Ama ideolojik savunma da yapacağız bu durumda.
Avukatın geldiği gün annem ve teyzemden mektup geldi. Hastalandıkları için gelemediklerini yazıyorlardı. Abine telefon etmişler evde bulamamışlar. Annen çıkmış, o da beni tanımazlıktan gelmiş; onlar da üstelememişler (normal tabii). Sonra hastaneden aramışlar orada da bulamamışlar. Ben Apaydın meselesini onlara etraflıca yazdım, şu anda bu konuda yapacakları bir şey yok.
Abinin kabul edilmemesi sonucu tezini imha etmesine kızdım. Burada olsaydı eğer ona mektup yazacaktım. Bugüne kadar içinde yeraldığı düzenin kuralları ilk kez hem de keyfi olarak onun aleyhine döndü. Buna kızmak değil nedeni üzerinde düşünmek gerek. Hele büyük emekle yaratılan birşeyi imha etmek son derece yanlış. Keşke dışarda iken biraz konuşabilseydim onunla. Hayat yolumuz bir noktaya kadar benzer olduğu için birbirimizi iyi anlardık. İkimiz de bu düzenden ne istediysek aldık. Ondan sonra değişik yollar seçtik kendimize. Neyse, bir gün konuşuruz elbet.
Toptaşına gelmemiz konusunda çaba harcanıyor ama ne zaman ve nasıl sonuçlanacak bilemiyorum.
Akrabaların ilgisizliği konusunda biraz haksızsın. Eğer doğru bir yolda gidiyorlar ise birsürü işleri vardır. O kadar ki, bir insanı ziyaret bile mesele olur. Eğer gereken şeyleri öğrendilerse belirttiğim gibi oldukça meşguldürler. Bir noktada da haklısın aranmamak kötü oluyor; hele bir süre görüştükten sonra olursa. Üzülme sevgili k…. ben daha da yalnızım ama seni yalnız bırakmayacağım.
Kendinize dikkat edin diye yazmışsın ama bu şartlarda, bu kadar kısıtlılık ve keyfilik içinde bu pek fazla olmuyor. Ama gene de elimden geleni yapıyorum. İnsanın hareketini ve tepkisini belli sınırlar içinde tutmak zorunda kalması ve bu durumun da uzun sürmesi iyi olmuyor şüphesiz. Geçi eskiden de söylerdim; bundan sonra göreceğim herşey benim için mükafat sayılır diye, onun için herşeyi olağan karşılamak gerek (gene başladım eski hikayelere değil mi).
Önceki mektuplarımda bu zararlı duygulardan kurtulmaya çalıştığımı söylemiştim sana. İnsan yapısında herşeyin bir nedeni vardır. Ve nedenin bulunması sorunun çözümünde yarı yolun aşılmasıdır. Bu sebepten böyle bir düşüncenin (hem de harcadığım tüm çabaya rağmen) bazan şiddetle kendini hissettirmesinin nedenleri üzerinde uzun uzun düşündüm. Çünkü sadece onun zararını bilmekle veya onu içindeki büyük mücadele azmini kullanarak altetmekle sorunu çözemezdim. Maddi temelini bulmam ve işi oradan halletmem gerekiyordu. Sonunda gördüm ki maddi temel zorlanma veya aşırı yüklenme, yıpranma değildir. Bunlar tali etkenlerdir, ana etken eski hayatta yatar.
Bu insanın yirmi yaşına kadar esas amacının kendini topluma kabul ettirmek olduğunu biliyoruz. On bir yıl kadar zaman alan bu süreç tamamlandığında mevcut düzenden istenilen herşey alınmış veya alınabileceği açığa çıkmıştır. Ancak bu kişi insanın kendini bütün yönleriyle gerçekleştirebilmesi için hayatın her alanında yeralması gerektiğini de bilir. Ayrıca toplum yararına yeni bir düzen için mücadelenin doğruluğunu da kavramıştır. Bu nedenle yolu artık istediği herşeyi aldığı o toplumun içinden geçmez; onun dışına yönelir. Bu nokta çok önemlidir çünkü hırsı ve yeteneği olan herkes bu toplumdan çok şey alabilir ama çoğu kez o noktada kalır ve onu aşamaz. Böylece yol değişir ancak bu yeni yolda eski mücadelenin kişiye kazandırdığı tüm yapı da sarsılmaya başlar. Bu kişi yeni bir dünya yaratmakta olan insanın aynı zamanda kendini de yeniden yaratacağına inanır. Teorik olarak doğru olan bu görüş eski ve tamamen kendisiyle uğraştığı hayatın etkisiyle durum değiştirir ve şu şekli alır: İnsan kendini yeniden yaratırken yeni bir dünya da yaratır. İlkinde ana olarak yaratılan yeni toplum ve bu arada da değişen insandır (çıkış noktası toplum). İkincide ana olarak yaratılan yeni bir insan ve bu arada da değiştirilen toplumdur (çıkış noktası birey). Bu kişi teoride ilkinin doğruluğuna inanır ama hayatın içinde ikinci ağır basar (o güne kadar bütün dikkat noktası kendisi olmuş bir insan için bu durum doğal sayılır). Süreç içinde değişecektir ama süreç ona bu fırsatı verir mi. Sosyal mücadeleye ülkedeki en karışık dönemde girmiştir. O karmakarışık dönemde herkes dört bir yana dağılırken yeteneği, hırsı, kararlılığı ve fazla birşey yapmasa da sadece ayakta kalması sonucu hayat tarafından bir anda en öne fırlatılır. Sorumluluğunun bilincinde olduğundan da orada kalır. Ama ne kadar tehlikeli bir iş yaptığının yıllar sonra farkına varacaktır. Üstlendiği iş yıllardır yaşadığı hayatın ona kazandırdığı özelliklerle çelişki içindedir. Teoride doğruyu bulmuştur ama pratikte hep kendiyle uğraştığı uzun yılların etkilerini birden silmek olanaksızdır. Ve üstelik başkaları tarafından sürekli öne çıkarılmak, sürekli göklere çıkarılmak eski hayatının yerleştirdiği duyguları körüklemektedir. Hayat yolunu değiştirirken ana dikkat noktası kendisiydi ama kısa sürede çok insanın sorumluluğunu üstlenmiştir. O halde ana dikkat noktasının değişmesi gerekir. Ve bu adam çok tehlikeli ve sorumlulukları nedeniyle sadece kendisi için değil başkaları için de çok kötü sonuçlara yolaçabilecek çelişkiler içine düştüğü halde iradesini kullanarak görevi ne ise onu tam anlamıyla yapmaya çalışır. Bazan çok zorlansa da bunu başarır ama sürekli yalnız kalması ve sürekli olarak sorumluluklarının artması sonucu; içindeki eski hayatın ona kazandırdığı bireycilik eğilimi bir türlü yokolmaz, tersine körüklenir. Biraz geri planda kalabilse sorun kolay çözülecektir. Ama bütün hayata damgasını vurmuş bu eğilim hem de sürekli olarak bir sürecin en önünde gidilirken nasıl kolayca yok olur? Ve sonunda hiç beklenmedik gelişmeler olur: Hayat bu insanda içinde yürüdüğü yeni yol sonucu yeni değerler yaratmıştır. Bu aslında kafasında mevcut olan ve kısaca tüm hayatı insanlığa adamak olan düşünceyi; yapıya geçirmektir. Bu inancı idrak etmektir, onun yapısal özelliklerini tam anlamıyla yaratmaktır. Ama aynı hayat sürekli olarak eski yapısal özelliklerini de körüklemiş ve irade bir noktada onları yok etmekte aciz kalmıştır. Bazı eski özellikler kolayca yenilere dönüşmüş ama bazıları onunla çelişkide kalmıştır. Ve işte tam bu noktada bu adam artık tükenmeye başladığını hisseder. Neden olarak da üzerindeki aşırı yükü gösterir ve uzun süre de ana neden olarak bunu görmüştür. Şüphesiz bu aşırı yük önemli bir nedendir ama tükeniş olarak adlandırdığı bu şeyin ana nedeni değildir. Bugün sorun çok daha açık: Hayat çizgisini değiştirirken teorik olarak neye inanırsa inansın pratikte kendinden yola çıktığını gördük. Amaç hayatın her alanında yer almak ve böylece de her yönden gelişmektir. Bu olmuştur. Hayatta çok şey görülmüş ve içinde bulunulmuştur ve bunlara uygun olarak da gelişilmiştir. İstenen şey alınmıştır hayattan. Artık bu hayat burada bitse de olur veya daha yapılacak ne kaldı ki düşüncesi işte artık ölen, yokolan eski bir amacın yansımasıdır. Ama bu basit bir yokolma değildir; o amaç aşılmıştır ve dolayısıyla varlığı için bir neden kalmamıştır. Hem acı hem de mutlu bir olaydır bu. Acıdır çünkü o insana eskiden kendi kişiliğini kazandıran bazı unsurlar (özellikle bireysel eğilim) artık varlık nedenini kaybetmiştir. Mutlu bir olaydır çünkü türlü sıkıntılar içinde de olsa içinde filiz halinde bulunan yeni duygular ve özellikler gelişmiş ve eskilerin bazılarını kendine uydurarak ve geriye kalanları da hayatın yok etmesiyle eskisinin yerini almıştır. İşte birincisi bu çok önemli değişim; ikincisi eski hayatından gelme bazı inançların yıkılması (örneğin bu adam kendisi için de bir öğrenme sürecinin gerekli olduğunu son zamanlara kadar hiç kabul etmemiştir. Eski hayatında elini neye atsa başardığından, ondan çok farklı ve kapsamlı olan bu yeni süreçte de aynı şeyi yapabileceğini sanmış ve bu amaçla da kendini çok zorlamış ama doğal olarak bir noktadan öteye gidememiştir. İşin kötüsü aslında doğal karşılanması gereken bu sonuçtan dolayı da kendini suçlamıştır. Eski hayatın verdiği bireysel güce aşırı güven). Üçüncüsü de aşırı yüklenmesi ve yorulması. Bu üç şey üstüste gelince bu adam tükendiğini sanmıştır bir ara. Aslında ana olarak eski hayatının ona kazandırdığı özelliklerin değişmesi (ve doğal olarak bundan etkilenmesi) ve bazı inançlarının yıkılması aşırı eforla birleşince onu bu duyguya itmiştir. Bir mektubunda; tükenme değil bu, sağlam gövdeli bir ağacın ilk kez yaprak dökümü demiştin. Haklısın tükenme değil bu, aksine iyi bir gelişim. Bunu bugün maddi temeliyle birlikte iyi anladım. Şimdi çok daha sağlam bir yapı ortaya çıkıyor ve her gün biraz daha iyi olmamın nedeni de bu. Fakat gerçekten çok zorlu bir değişim oldu bu. İnsanın bir sürü şeyin yanında kendi yapısal özellikleriyle de mücadele etmek zorunda kalması oldukça zor. Bazan irade aciz bile kalabiliyor. Ama sonunda süreci etkileyecek (nitelik olarak) bir hata yapmadan kazandık bu savaşı.
İnsanları tanımak gerçekten zor, baksana kendini bile nelerden sonra tanıyabiliyor insan. Bir noktada da abinle birbirimizi oldukça iyi anlarız sanırım: Onda da bende olduğu gibi aşılan ve varlığına gerek kalmayan bir şeyler var: İstediğimiz herşeyi yaptık ve aldık hayattan (bireysel amaçlar açısından tabii). Tek fark onda bu durum bir boşluk yarattı ve bu nedenle de hayatını artık bitti diye düşünmeye başladı. Bende ise böyle bir boşluk yok; aşılan ve yokolan şeyler yerlerini daha iyilerine bıraktılar. Bu nedenle abinin mahkeme vb. ile uğraşması sonucu canlanmasından umutlanma. Bu geçici bir şeydir, sürekli canlılık için onda yeni şeyler yaratmak gerek. Bu kolay değil ama imkansız da değil ve yapısını tanıdığım kadarıyla denemeye de değer. Dışarıda olsaydık eğer ikimiz bu işi becerirdik sanırım; ama buradan da birşeyler yaparız herhalde. Sevgili k…. kendine iyi bak, iyi ol. Seni çok seviyorum.


Mektup – 42
                                                                                      5 Aralık 1977
Sevgili Belma,
Bugün pazar. İki telgrafını da dün sabah aldım. Önceden de yazdığım gibi avukat geldi. Yalnız geciktiği için ben onun geldiği günün sabahı bu sefer yazıhanesine tekrar telgraf çekmiştim. Onlar da herhalde yeni bir şey var diyerek çocuk kızın kocasını göndermişler. Aslında gelmesi oldukça iyi oldu. Epeyce konuştuk. Umduğumdan daha iyi buldum yalnız bazı eski huylarından hiç vazgeçmemiş. Neyse, benim dava için öteki avukattan randevu almış, onunla mahkemenin durumunu görüşecek. Durumlarını da anlatıp Afyon’a gönderdim. Tekrar buraya gelecek, yalnız Aralık sonu veya Ocağın ilk haftasından geç kalmasın; görünce söyle.
Afyon’dan da mektup geldi (küçük olandan). Mektuplarımızı gayet olumlu bulduklarını, durumun iyiye doğru gelişeceğine inandıklarını yazmışlar. Yer ve zamanı dikkate almadan çok duygusal davrandık, geçmiş meseleler artık kapansın, geleceğe bakalım diye ekliyorlar. İyiye doğru büyük bir adım ve bu yönden de sevindirici. Yalnız geçmiş kötümserliklerine karşıt olarak bu sefer de biraz fazla iyimser gibi geldiler bana. Aslında normal bir davranış. İnsanoğlunun yapısı öyle bir şey ki, uzun zamandır kapıldığı yanlış bir duygu veya düşünceden kurtulmak için önce onun karşıtını geliştirmek zorunda kalır. Bu da bir yanlıştır ama ilkini dengeler. Sonunda her iki yönün de ortaklaşa yer aldığı ve gerçeğin olduğu gibi göründüğü üçüncü aşama gelir. Diyalektiğin yasaları da böyle diyor zaten. Başka bir örnek daha vermek gerekirse: Uzun zamandır hareketsiz olan bir yapıyı değiştirmek, hareketlendirmek için öncelikle bu hareketsizliğin tam karşıtı olan bir yöne ağırlık vermek gerekir; kuşkusuz bu da bir yanlıştır ama ilkini dengeleyen ve yapının zaman içinde normalleşmesini sağlayan bir yanlış. Onun için bir ölçüde böyle bir yanlış zorunludur bile denebilir; ama bunun ilk yanlışla mukayese bile edilemeyeceğini de belirtmek gerek. Hele ilk yanlışı düzeltmek ve onun etkilerini kaldırma sürecinde, o hareketlilik içinde yapı sık sık sarsılırsa pek de kolay yol alınamaz.
Afyon’a mektup yazacağım ve ayrıca geçmiş meseleleri de beraber olduğumuz zaman konuşacağımızı söyleyeceğim.
Cuma günü annem babam da geldi. Avukata çektiğim telgrafı öğrenince meraklanıp gelmişler. Önce sakin sakin konuştuk, mahkemenin ve bizim durumumuzu anlattım. Sonra baktım yüzleri oldukça karışık, ne var dedim. Annem ilk mahkemeye gitmiş ve tesadüfen senin annen, baban ve yengenin önünde oturmuş. Onlar konuşuyorlarmış: İfadelerin nasıl olduğu ve olacağı belli, bizim kız kurtulur ve sonunda herşeyin kimin üzerine kalacağı da belli. Epeyce morali bozulmuş, başladı söylenmeye: Seninle niye ilgilendikleri belli. Elbet abisi sana avukat tutmaya çalışır çünkü herşey sana bağlı. Kaldı ki onu da tutmadılar, mahkemede herkes seni suçluyor vs. Önce sakinlikle anlatmaya çalıştım ki: Benim hiç kimsenin ve hele bir arkadaşımın yakınının bana yardımına fazlaca umut bağlamış değilim; son tahlilde kimin benimle ne kadar ilgilendiği de umurumda değil. Yapılacak bir yardımı da ancak karşılıksız olarak kabul ediyorum. Ayrıca benimle yakından ilgilenen bazı kişiler bu ilgilerini bazı hesapların üzerine kurmuş olabilirler. Bu böyledir veya değildir. Öyle bile olsa bunu normal karşılarım. Çünkü hepiniz aynı ortamın isanlarısınız. Onlar nasıl sadece kendi yakınlarını düşünüyorlarsa siz de aynısını yapıyorsunuz. Her ikisi de kendi yönünden eşit derecede haklı. Kaldı ki, iki önemli nokta daha var: Birincisi, bu ilgi veya yardım karşılığında ben herhangi bir taviz verecek değilim. Eğer bu ilgi bazı hesaplara dayanıyorsa bile bu gereksiz; çünkü ben her durumda aynı şeyi yapacağım. İkincisi, yakınlarımızın şunu veya bunu düşünmesi veya hesaplara dalması bizleri etkilemez. Biz ne yapacağımızı gayet iyi biliyoruz ve ben ve beraber olduklarım böyle şeylere hiç ama hiç itibar etmeyiz. Ancak başlangıcta sakin giden konuşma öyle gelişmedi. İki defa ziyaret yerinden çıkıp gidiyordum. Sinirlerim o kadar bozulmuş ki gece uzun süre uyuyamadım. Bu insanlar bizi hiç anlamamışlar ve asla da anlayamayacaklar. Objektif durumları uygun değil buna. Bütün dertleri kendi küçük dünyalarını ve onun içine girenleri kurtarmak ve bunun için hesaplar yapmak. Seneler önce bir keresinde konuştuğumuzda: Siz ne isterseniz yapın veya düşünün, biz bildiğimiz yolda gideriz. Şunu iyi belleyin ki biz kafamızdakileri herzaman anlatırız ama eğer bizimle iyi olmak istiyorsanız unutmayın ki son tahlilde biz ikna etmek zorunda değiliz; siz ikna olmak zorundasınız. Gerçekten de doğru. Muhakkak ki hesaplar ilerde daha da gelişecek. Bir yerde, uzun süre arasında kalacağım bu dört duvar beni bazı şeylerden koruyor. Esas sıkıntıya sen gireceksin sanıyorum. Neyse, birşeyi unutmayalım yeter: Son tahlilde biz ikna etmek zorunda değiliz.
Hepsi iyi güzel de, ben en çok birbirinden hiç hoşlanmayan insanların ortak bir amaç için (beni kafeslemek) biraraya gelmelerine kızıyorum. Bizimki gene mahkemeden vazgeçmiş (bekliyordum zaten, cehenneme kadar yolu var). Bunlar da hem ona kızıyorlar hem de benim bu konudaki tutumumu yumuşatmaya çalışıyorlar ama beni bildikleri için fazla da konuşamıyorlar. Aman neyse; sana da bahsettiğim o yazdığım son mektuptan sonra hiç mektup gelmedi. Bizimle uğraşmasın da ne isterse yapsın. 
Haber aldığım kadarıyla akrabalar iyiler, hem de oldukça. Ancak ben bugünlerde pek iyi değilim. Genel olarak son derece iyiyim de üzerimde büyük bir durgunluk var, hiçbir şey yapmak istemiyorum. Anladığım kadarıyla bu durum geçen mektupta sana bahsettiğim şeyin sonucu olsa gerek. Beni çocukluğumdan beri çok yere ulaştıran, çok şey kazandıran duygular ve istekler artık varlık nedenlerini kaybettiler ve yokoluyorlar. İnsanın hayatını bu kadar derinden etkilemiş şeylerin artık başka şeylere dönüşmeleri veya fonksiyonlarını tamamlamaları; bunları hissetmek çok garip bir duygu. İnsan önce artık bu hayat bitti diyor, çünkü istenecek birşey kalmadı hayattan. Ardından yıllardır içinde bulunduğu sürecin yerleştirdiği özellikler öne çıkıyor. Bu iyi ve güzel ama insanın yıllardır alıştığı şeyleri artık görememesi ve istese bile hissedememesi başlangıçta oldukça garip oluyor. Son tahlilde çok şanslı bir insanım. Bütün öteki şeylerin yanısıra burada da kendini gösteriyor bu şans. İrademi kullanarak mücadele ettiğim ve bir noktada da yetersiz kaldığım şeyleri hayatın kendisi silip süpürdü. Fakat gerçekten çok garip duygulara kapıldım sık sık: İnsanın henüz yaşarken ve daha da henüz 28 yaşının başında iken salt bir kişi olarak ele alınırsa istediği herşeye ulaştığını düşünmesi, hissetmesi gerçekten çok acayip oluyor. Bazı şeyler yapılmadı şüphesiz ama ne kadar aksilik olursa olsun hep olayların üstüne gittim. Onun için yapmış gibi hissediyorum kendimi. Şüphesiz tüm bunlar çok anarmol bir şekilde geçirilen çocukluğun etkileri. Ama unutmayalım ki o çocukluk olmasaydı ben de bugünkü insan olamazdım. Önemli olan zaten, insanın hayatında bir noktaya kadar faydalı olabilecek etkilerin bu noktaya kadar kullanılması ve sonunda terkedilmesi. Bugün bunun olmakta olduğunu hissediyorum. Bu arada beni bir süre çok şeye ulaştıran o etkilerin ve özelliklerin yolaçtığı hatalar yönünden de kendi kendimi yedim. Aslında bu etkiden hala kurtulmuş da değilim. Zaman zaman da kendime gülüyorum. Benim yaptığım da aptallık. Bu adeta hem kapitalist üretim biçimini, onun iyiliklerini, büyük sanayi vb. istemek ama o iyilikler kadar zorunlu olan kötülüklerini istememek gibi birşey. Yahu ne gözü doymaz herifim ben! Ama bütün suç bende değil ki. Ne istediysem hayat önüme çıkarıyor, bana sadece önüme konulan fırsatı kullanmak kalıyor.
Kitap okuyabiliyor musun? Ben düşünmekten okumaya pek fırsat bulamıyorum. Zaten kimse getirmediği için kitap da yok. Anti-Dühring’in sonlarına geldim. Kitabın ekonomi kısmında aslında öğreneceğim birşey yok. Sadece doğanın olduğu kadar toplumsal gelişmenin de çok yavaş ve karmaşık olduğunu ve küçük ilerlemelerin bile nesilleri ve nice dehaları gerektirdiğini daha iyi anladım. İki şeyden, onları tekrar okumak ve düşünmekten çok etkilendim: Üretim araçları henüz çok az gelişmiş durumda iken, yani herkes ancak kendine yetecek kadar şey üretebilirken toplumda sınıflaşma ve sömürü olanaksızdır. Herkes çalışmak zorundadır çünkü kişinin ürettiği ancak kendine yeter. Üretim araçları gelişip de kişi kendi ihtiyaçlarından daha fazlasını üretebilecek duruma geldiğinde; sınıflaşmanın, sömürünün yani bazı insanların diğerlerinin fazla ürünlerine el koyarak yaşayabilmesinin de objektif şartları doğar. İlk sınıflı toplum köleliğe dayanır. Şüphesiz sadece duygusal yönden bakıldığında insanların köleleştirilmesi ve diğerlerinin de onların emeğinden geçinmesi kötü bir şey. Ama bu durum aynı zamanda insanlık tarihindeki en büyük ilerlemelerin de kaynağı olmuştur. Şöyle ki: Bu dönemde zanaatlar ve bilim (eski Yunanda olduğu gibi) olağanüstü bir gelişme göstermişse eğer, bu herşeyden önce bazı insanların üretim faaliyetine katılmamaları ve tüm zamanlarını bilim ve zanaata vermeleri sayesinde olmuştur. Yoksa ne bir Aristo ne de diğerleri yetişemezdi. Bir yandan insanların çoğunluğu tarla ve madenlerde ölesiye çalıştırılıyor, diğer yandan küçük bir azınlık onlardan geçiniyor ama bu arada da o azınlık insanlığın gelişmesini yüzyıllar boyu etkileyebilecek katkılarda bulunuyor. Kölelik altında ölen yüzlerce insan aslında bu katkının yapılabilmesini sağlıyor. Bu gerçekten olağanüstü birşey. Ve o zaman bu kökelik, dönemine göre haklılık ve gereklilik kazanıyor. Aşırı çalışmadan ölürken bile insanlığın gelişimine katkıda bulunabilmek (bu katkı yaklaşık 2000 yıl sonra farkedilse bile). Bir de Spartaküs var, tarihteki ilk sosyal devrimci. Daha milattan önceki yıllarda, ancak milattan sonra 1900’lerde kurulabilecek bir sosyal düzeni kurmaya çalışmak. Giriştiği ve yaptığı şey tek kelimeyle inanılmaz ve olağanüstüdür. Zaten bütün büyük ustalar da bu adama olan hayranlıklarını sık sık ifade ederler. Zorunlu olarak başaramamış ve bunu da hayatıyla ödemiştir. Ama bir ustanın ifadesiyle: Mücadele eğer kesinlikle elverişli şartlar altında kabul edilseydi hep; dünya tarihini yapmak şüphesiz çok basit olurdu. Çok küçükken Spartaküs’ün filmini görmüştüm. Belki sen de görmüşsündür. Son sahnesini çok iyi hatırlıyorum: Spartaküs yenilmiş ve esir düşmüştür. Ölmek üzeredir. Kendisi gibi köle olan karısını ve çocuğunu görür. Uzun uzun bakışırlar. Sonunda git der. Ben yenildim ama beni unutmayacaklar. Demek ki geniş ölçüde boşa bile gitse herşeyin bir değeri oluyor.
Bir de Owen, Fourier, Saint-Simon gibi çağlarının en iyi zekalarının durumu var. Bu insanlar tüm çabalarına karşın ancak ütopik bir teori kurabilirler. Anti-Dühring’de bu durum şöyle açıklanır: „Bu tarihsel durum, sosyalizmin kurucularını da etkiledi. Kapitalist üretimin olgunluktan uzaklığına, sınıfların durumunun olgunluktan uzaklığına, teorilerinin olgunluktan uzaklığı yanıt verdi.“ Demek ki en büyük dehalar bile çağlarındaki çevre, bilgi ve tecrübenin sınırlarını aşamıyorlar. Bunu bilmek ve anlamak benim için o kadar önemli ki inanamazsın. Çünkü ben geçmiş özelliklerimin etkisiyle hep o sınırları aşabileceğimi sandım, aşamayınca da kusuru kendimde gördüm. Neyse, bunların hepsi geçiyor.
Daha ne yazayım sana. Şaka bir yana o kadar uzun ve sık yazdım ki sana, konu sıkıntısı çekmeye başladım. Bununla birlikte kaç mektup oldu acaba, bana yaz.
Burada da İstanbul mahkumunun arasına düştük. Delikanlılığın raconlarını öğreniyoruz. Ne adamlar be!
Aklıma gelmişken birşeyi daha belirteyim: Avukat aileme aslında bunların arasında bir şey yok. Kız kendini kurtarmak için böyle söylüyor demiş. Nereden çıkarıyor bunu bu adam? İşgüzarlık mı yoksa birisi öyle mi fısıldadı. Bu beraberliği epeyce savunmamız gerekecek anlaşılan. Bazı insanların gözüne hala nasıl girmiyor anlamıyorum: Bir beraberlik bu şartlar altında bile sürüyor, sadece sürmekle de kalmıyor, gelişiyor ve sağlamlaşıyor. Bunu anlayan anlar, anlamayana da bundan sonraki hayatımız anlatır. Ne yapalım bazı insanlar ya işlerine gelmediğinden ya da anlayışları kıt olduğundan böyle yapıyorlar.
Senin de son mektabunda belirttiğin gibi biz, tamamen haklı olarak bizim diyebileceğimiz bir duygu ve bir varlık için mücadele edeceğiz. Bu sorumluluğu bütün boyutlarıyla duymaktayız. Son tahlilde, sürece ve birbirimize aitiz. Hepsi okadar.

Bana sık sık yazmayı ihmal etme. Mektuplarını özledim. Ve uzun yaz. Sevgili k…. seni her gün biraz daha fazla seviyorum. N’olucak şimdi.