Mektup 53-54-55

Mektup – 53
                                                                                        5 Ocak 1978
Sevgili Belma,
Tam sana mektup yazmaya oturmuştum ki mektubun geldi. 21 Aralık’ta yazılmış, 24’ünde postaya verilmiş ve on gün sonra elime geçti. Benden pek mektup alamadığından bahsediyor “ancak artık merak da etmiyorum” diyorsun. Yanlış saymadıysam eğer; uzun bir aradan sonra ilk mektubunu aldığım 21 Aralık’tan bugüne kadar yedi tane yazdım sana (bu dahil). 15 günde yedi tane, yani iki güne bir tane düşüyor. Hadi yaşadın yine! Sorduğun için söyleyeyim; özel ulak mektupların daha hızlı geliyor ama bilmem durumun mektup için fazladan masrafa elverişli mi? Ayrıca belirteyim bu zaman zarfında abine ve çocuk kıza da yazdım.
Avukat konusunda yazdıklarını aşağı yukarı ben de öğrenmiştim. Senin mektubundan sonra bir mektup da aileme yazacağım. Para konusunda sıkıntıya düştüklerine göre (ki söylediğin miktarı bulamamaları olanaksız) birisi para konusunda pürüz çıkarıyor ve bütün yük diğerinin sırtına biniyor bu nedenle. Ki abinle yapılan ve aktardığın konuşma da bunu doğruluyor. Belma, hayatta bazı insanlarla uğraşmadığıma pişman oluyorum burada. Bu insanlar uğraşılacak (olumsuz anlamda) ve zaman harcanacak özelliklere bile sahip değiller, bu nedenle de onlarla vakit kaybetmeyi uygun bulmazdım. Ama bazılarına iyi bir ders gerekliymiş gerçekten. Anneme mektup yazıp para konusunda benim için diğerinden birşey istememesini belirteceğim. Ben o adamdan hiçbir şey istemiyorum, o da benden birşey istemesin. Zaten ne verdi ki ne isteyecek? Birşey istemeye hakkı olması için insanın önce birşeyler vermiş olması gerekir. Bir daha ziyarete gelmemesini söyleyeceğim bu pis herifin. 
Abine gelince; nitelik olarak oldukça iyi bir insan olduğunu senin mektubunla daha iyi anladım. En azından, şartların kendi üzerinde yarattığı etkiye teslim olmuyor, tersine o şartları etkilemeye çalışıyor. Ne yazık ki kendi hayatımda en azından bazı özelliklerini örnek alabileceğim hiçkimseye rastlamadım. Bu nedenle de gelişimim hayatın etkileri altında benim iradem dahilinde oldu tamamen. Halbuki bir insanın hayatında (hele küçük yaşlardayken) sevip, güvenebileceği ve bazı iyi özelliklerini kendine örnek alabileceği bir insanın bulunması çok önemlidir. Dedim ya bu tür birine hiç rastlamadım ben. Bu tür bir gelişim iyi olduğu kadar kötü özellikler de kazandırır insana. Yalnız kaldığında, bütün güç elinde olduğunda ve buna karşılık pekaz umut ve olanak bulunduğunda çok şey yaparsın. Başka insanlarla beraber olduğunda o denli başarılı olamazsın. Dikkat edersen süreçte en başarılı olduğum zamanlar durumun en kötü olduğu zamanlardır, en yalnız olduğum zamanlardır. Bir mektubunda “sen kendini bir süreçle o kadar bütünleştiriyorsun ki...” diyordun. Belirttiğim gibi bazı yetişme özellikleri var ve bu süreç de sürekli olarak bu özelliklerin üzerine gitti, onları körükledi. Aslında bir sürecin yeni başladığı, inşaatının yeni yeni yükseldiği dönemlerde bu tür bir özellik, hayatın da gösterdiği gibi çok lazım olur. Çünkü insan bu zamanlarda çok şeyi kendi başına yapmak, sürüklemek zorunda  kalır ve sık sık yapılan da bu oldu zaten. Şu hayatı düşündükçe gözlerim yaşarıyor; istediğim herşeyi verdi. Bir insanın sadece yeteneklerinden değil kusurlarından bile faydalanması gerektiğini düşünürdüm. Bu olanağı bile verdi hayat, ben de elimi uzatıp aldım tabii.
Bu arada belirteyim; annemin benim için çok ümitsiz olduğunu yazmışsın (hayatı bitti, vs.) diyormuş. Bitse bile hiç dert değil (gene başladım değil mi), ama mektupta durumun böyle olmadığını da yazacağım. Bir de bu dünyada herşeyin zannettikleri gibi çıkar düşüncesine dayanmadığını artık herhalde biraz anladıklarını da belirteceğim.
Vatan ve Cumhuriyet’i biriktirdiğini yazmışsın benim için. Sağol ama onları ben de okuyorum burada. Vietnam ve Kamboçya arasındaki savaşı da okudun herhalde. Önce şaşırdım epeyce, ne yapıyor bunlar diye. Gazetelerde fazla bilgi de yok. Bu nedenle sağlam bir değerlendirme yapmak olanaksız. Ancak mutlaka bir nedeni de olması gerek. Tahminime göre şöyle: Çinhindi’nin kurtulmasında ana rolü Vietnam oynadı ancak zaferin meyvalarından bu oynadığı rol oranında faydalanamadı. Şimdi bunu elde etmek istiyor. Tahminim doğruysa eğer; suç sadece Vietnam’da değil, ona ihtiyacı olan şeyleri vermeyenlerde de. Bu kadar aşamadan geçmiş insanların şu yaptığına bak! Dün buradaki birkaç Kurtuluş dergisinden birini daha bitirdim. İtalya’da Mussolini’nin nasıl iktidara geldiğini ve bunda büyük bir potansiyele önderlik edemeyenlerin vahim hataları sıralanıyordu. Bunları okudukça bizim süreçteki hatalar çocuk oyuncağı geliyor bana. Samimiyet ve gerekli enerji kısa veya uzun zaman içinde herşeyi çözer.
Uzun zaman dedim de aklıma geldi. Pekçok insan için korkunç bir deyim bu. Kısa acılara iyi ve iyiye yakın dayanan pekçok insan uzun süre yaşayan hayattan uzakta kalmaya, hatta yalnız kalmaya dayanamıyor, çöküyor. Uzun zaman; hergün ortamın ve zamanın yıkıcı baskısına dayanmak hem de onlara karşı keskin tepkiler geliştirerek değil de ne yapılması gerekiyorsa onu yaparak dayanmak, aleyhindeki şartlardan lehine faydalanmak ve özelliklerini kaybetmemek tersine sağlamlaştırmak. Bunu yapacağım ve yapacağız. Yılmaz’ın Niğde’de idareye jurnalcilik yaptığından siyasilerin arasından çıkartıldığını duydun mu bilmem. Gerçekten yazık! Bırakalım başka şeyi sağlam bir küçük burjuva kişiliği bile kalmamış artık. Zamanın ve yıkıcı şartların etkisine dayanamadılar.
Bu arada bir konuya daha girmem gerek; “bazı insanlarla geçmişte uğraşmadığıma pişman oldum” dedim de aklıma geldi. Bu konu bir insan grubu içinde kendini savunmak ve kabul ettirmek ve bunun yöntemleriyle ilgili. Hayatın pekçok alanı vardır ve alanların tümünde birden bir insanın herkesten daha iyi olabilmesi olanaksızdır. İlk olarak bir insanın diğerlerine kendini kabul ettirmesinin yeterliliğe dayandığını kabul etmek gerekir. İnsan bir alanda daha yetenekli, verimli, ileriyi gören, vb. özelliklere sahipse o alandaki diğerleri onu kendiliğinden, herhangi bir zorlamaya gerek olmadan kabul eder (ancak Orhan abi gibi henüz büyüyememiş ve ruhsal olarak bazı bozuklukları olan ve hertürlü otorite altında bulunmayı, ona uymayı inkâr edenler bu konuda pürüz çıkarır). Bu tür otorite temel olarak en sağlam olanıdır; çünkü tamamen ikna ve herkesin kabul ettiği yeterliliğe dayanır. Şüphesiz yeterliliğe dayanmayan ikna yöntemleri de vardır ve alanlar çoğaldıkça (ki bir insan genellikle bir tek alanda kalmaz) bu yöntemin zararlı ve yararlı yanları da açığa çıkar. Bir alanda herkes tarafından kabul edilen birisinin başka bir alana geçtiğini varsayalım. Bu alanda kendini nasıl kabul ettirecektir? Önce kaçınılmaz olarak bu yeni alandaki insanlar, eski alandan gelen bu insanın eski başarılarının etkisi altındadırlar. Başlangıçta düzeni sağlamak için bu eski başarıları bir ölçüde kullanmak gerekir yoksa yeni alana uyuncaya kadar düzensizlik başlar. Ancak bu evre mümkün olduğu kadar kısa sürmeli ve o alanda da kendini kabul ettirmenin temeli yeterlilik üzerine oturmalıdır. Bu konuda iki hata yapılır: Birincisi; hep geçmişle öğünmek ve yeni süreçte, bu yeni alanda yetersiz olunduğu ve gereken gayret sarf edilmediği halde  kendini geçmişe dayanarak saydırmaya çalışmaktır. Bu özellik kariyerist kişilere özgüdür ve avukatta da bunun en güzel örneğini görürüz. İkinci hata ise yeni bir ortama girildiğinde eskinin başarısını hiç kullanmamak ve kendini kabul ettirmeyi tamamen yeterliliğe bırakmaktır. Ancak yeni ortamın öğrenilmesi zaman ister ve bu zaman zarfında da az da olsa eskinin başarısının kullanılması gerekir düzensizlik doğmasın diye. Diyeceksin ki neden bu yeni alanın insanları başka yerden gelen ve bu alan hakkındaki bilgisi ancak genel olarak yeterli birine ihtiyaç duyuyor. Süreç daha yeni de ondan. Ve bu nedenle de süreç bazı insanlardan bütün alanlarda yeterlilik bekliyor. Duygusal profesyonel bu ikinci hatayı yaptı sık sık. Yeni bir ortama girdiğinde eksinin başarısından hiç bahsetmedi ve halâ pekçok kişi onun süreç içindeki gerçek rolünü bilmez, bilmesine de gerek yoktur. Bu yeni alanda kendini eski başarılarla değil genelin bilgisiyle kabul ettirir ve o alanı öğrenmeye başlar. Bu zaman zarfında yeni alandaki kaçınılmaz yetersizliğinden dolayı bazı insanlar tarafından yıpratılır. Her alanda en iyi olmak ondan beklenir (ki bu olanaksız) olmayınca veya olması için zaman gerekince de eleştirilir (bu kelime hafif kalıyor olanlar yanında). Sürecin yeniliğinin bir gereğidir bu, o henüz emekleyen bir çocuktur ve yeni yeni ayağa kalkmaya çalışmaktadır. Çimende veya betonda, yağmurda veya karda, sıcakta veya soğukta birine tutunup ayağa kalkmaya çalışır. Bazan kalkar bazan da dizüstü düşer. Her şart altında, her şarta uyup yanındaki insanın onu kaldırmasını ister. Bu olmayınca veya yeterince olmayınca da kızar. Bir çocukluk hastalığıdır bu, en iyi ilacı da enerji ve zamandır yani çocuğun büyümesidir. Duygusal profesyonel yıllar öncesini hatırlar: Bu süreci nasıl kaldıracağız diye düşünen, birisi başı çekse diye birbirine bakan, kimse bunu tam olarak yapamayınca da bibirine kızan insanları hatırlar. Hiçbir insan her alanda en iyi olamaz. “Ne Yapılmalı?”nın yazarını ele al; çokşey bilir ama pratik askerlikle ilgili hiçbir bilgisi yoktur. Dimitrov’u düşün: Öteki meşhurlar içinde uzun süre içerde kalan ve kendine ‘yakın alaka’ gösterilen tek insandır ve bu süreçte mükemmel davranmıştır. Ama teorik konularda da öteki insanlara göre oldukça zayıftır. Neyse, sonuç olarak bir hayat daima içinde yaşanılan süreci yansıtır. Bu anlamda da insan bazan hayat ile yarışa girmek zorunda kalır; sürecin ondan istediklerini verebilmek için. Hiçbir şey bilmeden girdiği süreçte önce öğrenmesi gerekir; genel doğruları ve yaşadığı anı doğru analiz etmeyi. Sonra insanları biraraya toplamayı ve sürüklemeyi, ardından da askerliği. Hepsinde en iyi olmak zorundadır ve buna çalışır ve ardından da yapı yeter be! diye bağırmaya başlar.
Bugün Afyon’dan yine mektup geldi. Havadan sudan bahsediyorlar, nasılsınız diyorlar. Bunlar çözülür gibi ama bakalım.
Demek sık sık zihnini yoklayıp sesini unuttum mu, gülüşü nasıldı diye düşünüyorsun ha! Hapı yuttuk desene. Gün gelip beni tanımayacaksın galiba. Hemen kızma canım şaka yapıyorum. Ben senin ne sesini, ne gülüşünü, hiçbir şeyini unutmadım. Adeta hep yanımdaymışsın gibi canlısın zihnimde. Senin ifadenle “Ay Allahım ne kadar özlüyorum ben bu kadını.” N’olucak şimdi.
                                                                                                       Senin E.

Not 1: Ortam nasıl. Siyasal öngörümüz fena değilmiş hani. Seçimlerde yapamadıklarını şimdi hem de bir sürü zammı MC’ye yükleyip yapıyorlar.
Not 2: Televizyonda Napolyon serisi var. Burada olmadığından ben seyredemeyeceğim. Yerime sen seyret, çok severim ben bu adamı.
Cumartesi de “400 Darbe” var. Ben on sene önce Sinematek’te görmüştüm. Çok yakın bulmuştum o çocuğu kendime.


Mektup – 54
                                                                                        9 Ocak 1978
Sevgili Belma,
Bugün 7 Ocak Cumartesi ve bir mektubun geldi. Tarih yok ama anladığım kadarıyla 26 ve 27’sinde yazılmış ve 30’unda postaya verilmiş. Mektubunda benim bir mektubumu aldığını yazıyorsun; ancak mektuptaki ifadenden daha önce de bir mektubum olduğunu tahmin ettiğini yazıyorsun. Mektuplarının geliş sırasını önceden yazmıştım sana. İlk mektubun 16 Aralık’ta yazılmıştı, 21’inde elime geçti (özel ulak). Sana 22 ve 23’ünde cevap yazdım. Sen ikincisini almışsın herhalde; birincisi de gelmiştir sanırım. Bu 16 Aralık tarihli mektubun benim için özel bir değeri var. Hayatımda üç kez bir olaydan sonra hemen hiç uyuyamadım. Birincisi 1969’da. Analitik kimya sınavındayız, iki ay kadar önce de TUBİTAK’ın burs sınavına girmiştim. Bu bursun alınması benim için ölüm kalım meselesiydi; böylece maddi bağımsızlığımı önemli ölçüde sağlayacaktım. Burs karşılıksızdı ve pek az kişiye veriliyordu. Sınavın sonlarına doğru daha o zamandan ileride beni asistan almak planları kuran analitik hocası gelip bursu kazandığımı söyledi. Kalemi kağıdı bıraktım, hiçbir şey yazamadım. O gece de hemen hiç uyumadığımı hatırlıyorum. O zamanki şartlarımda büyük zaferdi benim için. İkincisi, 19 Ağustos gecesi Sirkeci’de. Alındığımda, çıktığım yer öğrenci evi onun içindir diye düşünüyordum. Sonra resimler, isimler, randevular, son işi duyunca buz kestim. Bir hafta boyunca yaptığım tüm hataların yüzde 80’i orada oldu zaten. Gece korkunç yorgunluğa rağmen hiç uyuyamadım ve şuna eminim; o gece kafayı oynatmadım ya daha hiç oynatmam artık. Üçüncüsü de bir aylık aradan sonra senin mektubunu aldığım günün gecesidir. O kadar etkilendim ki bütün gecem seninle geçti. Birlikte olan zamanlarımızı düşündüm. Şu işe bak: Bir mektupla hayatımda iki kez olan şeyi üçe çıkardın, no’lucak şimdi.
Şimdi Ankara’dan da telgraf geldi. Mektubunu on gün önce aldım, biz iyiyiz, cevap yazacağım diyor. Cevap neden bu kadar geç oluyor diye düşündüm. Herhalde trencilerle çok meşgul da ondan olsa gerek. (52) Neyse, sizin orada olanları duymuştum ama senin yazdığın kadar detaylı değil tabii. Burada sadece iki koğuşta TV yok, birisi de burası. Radyo desen hiç yok. Diğer siyasilerle ilişkilerini yazmışsın. Beklediğim gibi, hangi çevreye girsek kabul ettiriyoruz kendimizi. Burada hep birlikte iken durumu sana yazmıştım. Yalnız sen bana göre oldukça hareketlisin. Ben gene eskisi gibi çok az konuşuyorum. Şu Kubilay denen herifi biz oradayken çok aramıştık; bir ara içerde olduğu şeklinde bir şey duymuştuk çünkü. Araştırdık, bizden önce girip çıkmış. Yazık oldu ya neyse. Belli olmaz belki bir gün...
Mektubundan anladığım kadarıyla sabah ve akşam sporun var. İyi iyi. Ben epeyce zamandır spor yapmıyorum. Aslında yapmak gerek ama zaten ne gıda alıyoruz. Ayrıca düşündüğüm önemli bir konuyu yazıyorum. Biliyorsun garip bir bünyem var; çok düşününce bedenim yoruluyor.
Bu mektubun gelmeseydi sana Salı günü avukat geldikten sonra yazmayı düşünüyordum. O zaman gene yazarım ama mektup geldiğine göre şimdi de yazmak gerek. İstersen yazma, yazmamak mümkün mü zaten. Okunacak kitapları da tükettik, umarım avukatla kitap gelir.
Bugünlerde aksiliğim üzerimde; kafam iyice meşgulken benim için ıvır zıvır konularda konuşmalar olmuyor mu tepem atıyor. Herkesin derdi af burada. Sabah akşam aynı konu, gına geldi artık. Geçenlerde üçümüz bir müddet biraraya geldik de avukat gelmeden önce dosya üzerinde konuştuk. Bizim İbo’nun kafasında da sürekli aynı konu var: Kaç ay sonra çıkacağını hesaplamak veya 81’de dışardayız. İçimizde en sıkıntılı o. Bir zamanlar böyle sık sık ne zaman çıkarız diye düşünmemesi gerektiğini anlattım. Doğru diyor ardından gene aynısını yapıyor. Hem çok iyi özellikleri olan hem de çok tedirgin bir çocuk. Bu sefer konuştuğumuzda; mahkemeye mutlaka gidelim dedi. Bir dahaki sefere benim şahitler gelir ve çıkarım. Ben de makaraları koyverdim. Gülmemek elde değil birader, o kadar tabii bir şekilde söylüyor ki. Hatırlıyor musun; dışarıda iken bir ara çeşitli arkadaşlardan konuşurduk. O zaman gülmemiştik ama şimdi düşündükçe gülüyorum: Ben filan şu işi yapar, şuna yarar diyordum. Sen de sevimli çocuk, dünya tatlısı çocuk diyerek herkese birşeyler söylüyordun. Kişisel özellikleri yansıtan ve ne kadar enterasan değerlendirmeler değil mi! (Gülme!) Biraz hakkın var galiba; bizim arkadaşların hemen hepsi (senin deyiminle) tatlı insanlar.
Orada siyasi koğuş açıldığını yazıyorsun, ben de şimdi yeniden dağıldığını duydum. TV’de dün gece dinlemişler, benim şimdi haberim oldu. Ne dönemde girdik be, görmediğimiz şey kalmadı. Bir ara senin için meraklandım ne oldu acaba diye. Sonra düşündüm ki birşey olması az ihtimal. Diğerlerinin gittiği iki yer uzak ama nitelik olarak iyi. Belki duymuşsundur şöhretini; duygusal profesyonelin bulunduğu yer gerek yatanlar ve gerekse de iç düzeni yönetenler açısından en paspal yer. Nerde yaramazlık yapan varsa aynı yere geliyor; çoğu yılmış ve çökmüş. Olayın ise duygusal profesyonel ve yakınları karışmadıkları halde nasıl verildiğini yazmışsın. Karışacak bir durum yokmuş zaten. Çok sınırlı kalan, ani ve bilinçsiz, adeta iş olsun diye bir patlama. (53) Zaten haberleri olduğunda iş işten geçmiş. Neyse, kendileri bulunmasalar bile adları yürüyor. Bu da tesadüf değil; kesinlikle boyun eğmemenin ve bunu da karşısındakine hissettirmenin sonucu bu. Mektubunda bir şiir yazmışsın; dayan nerede olursan ol diye başlayan. Evet, öyle olmalı. Uzun süre baskıya karşı hergün dayanmak. Senin bahsettiğin gazetedeki haber aslında onların uydurması değil (senin de karıştırılman uydurma tabii). Biraz kızacaksın ama birşey söyleyeyim: Bayağı meşhur oldun yani (film çevirecek kadar). Bak anlatayım sana millet seni nasıl biliyor: Gözü kara, attığını vurur, en zor işi bile planlar, çok işe girmiş, konuşmaz vb. Bir gün (başka bir koğuştaydım) senden bana çok mektup gelmesi birinin dikkatini çekmiş, sordu. Ben de söyledim beraberliğimizi. Adamın bana bakışını ve söylediklerini hiç unutmam: “Sen çok sakin ve sessiz birisin. Nasıl olacak bu iş. Yandın valahi.” Adam bana acıyarak bakıyordu adeta. Gördün mü başıma geleni, nolucak şimdi.
İlk karşılaştığımız günü yazmışsın. Haklısın, zorunluluk sonucu bir arada duran insanlar gibiydik. Ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum şimdi ama herhalde havadan sudan bahsetmiştik. Benim de aklıma sık sık 76 sonlarında seninle bir buluşmamız geliyor. Bir sürü insandan ayrılmıştım ve çok doluydum. O soğuk havada iskele önündeki parkta oturmuş ve bir saatten fazla anlatmıştım. Sen hiç sesini çıkarmadan dinlemiştin. Hatırladın mı bilmem. Daha o zamandan bile böyle konuları anlatacak başka kimsem yoktu. Sahi, şimdi bazan düşünüyorum da hayret ediyorum. Bir saatten fazla ağzını açmadan, lafımı kesmeden nasıl durabildin sen?
Bugün Pazar, yarın avukat gelecek. Umarım kitap getirir. Ben önemli bir yazıyı bitirdim. Şimdi ise hem biraz okuyup hem de epey zamandır ara verdiğim kendi hayatım üzerinde yeniden düşünmek istiyorum. Çünkü verdiğim ara artık beni rahatsız etmeye başladı, değişim olduğunu hissediyorum ancak buna bir yön vermem gerek. Bugün bir süre düşündüm ve şuna karar verdim: Biliyorsun hayat duygusal profesyonele ağır bir rol yüklemişti. Bu rolü bütün fonksiyonlarıyla yerine getiremedi yani bulunduğu yerin adamı değildi. Ancak bunun yanısıra küçümsenemeyecek başarılar da var; bunlar nereden geldi? Başarı ve başarısızlık incelendiğinde ilginç bir sonuç çıkıyor ortaya: Başarıların tümü yeteneklerle ilgili alanlarda (durumu kavrama, hızla öğrenme, dağınık düşünceyi sistemleştirme vb.). Başarısızlıklar ise genellikle yapısal özelliklerden geliyor (yapısal özelliklerin sürükleyicilik vb. iyi yanları da var tabii). Ancak insanları az tanımak, içe kapanıklık, bireysellik vb. özellikler genellikle hata kaynağı oluyor. Yani yetenek olarak tarihin yüklediği rolü başarmak için eksik yok. Eksik; eski hayatla biçimlenen yapının kısa sürede gelinen bu yere uyamamasından geliyor. Üstelik bu yapı sürekli olarak uğraşılmak da istediğinden enerjinin bir bölümünü de yutuyor. Değişmesi gereken bir yapı zaten.
Günaydın’da bir yazı dizisi vardı, Lübnan’la ilgili. Bilmem okudun mu? Yazar olanlara eklemeler yapmış ve masallaştırmış biraz; ancak gene de etkileyici. İki Filistinli sağ dönmeleri olanaksız olan bir işe gitmeden önce geçmiş hayatlarını düşünüyorlar. Birisi; benim hayatımda hiç güzel şey yok diyor. Bayağı hoşuma gitti bu laf. Bir güzel şey vardı hayatımda ondan da uzak kaldık. Hayat değil trajedi sanki. Aslında böyle değil durum, başka insanları tanıyınca daha iyi anlıyorsun bunu. Ne acılar ne trajediler var. Bomboş ve bir hiç uğruna geçirilen hayatlar. İnsan öğrenince önce şaşırıyor ama sonra anlıyor ki çok insanın hayatı böyle.
Dosyaları tekrar inceledim. Bu arada Ali ile de yapılan spekülasyonlar üzerine konuştum. Onun fikri; herbirimiz bir yerdeyken bu konu üzerinde konuşmak laflar yanlış ulaşacağı için daha da zararlı olur. Biraraya gelmeyi beklesek daha iyi olur dedi. Spekülasyona kesinlikle karşı olduğunu ve bunu orada iken söylediğini de belirtti. Neyse, herhalde böyle yapacağız. Dosyada tek çözemediğim konu bizim çok konuşan ve tahliye olan arkadaşın evi. Bir yerde adresi filan mı vardı yoksa izleme mi çıkaramadım.
Aklıma gelmişken söyleyeyim: senin yazdığın ancak göndermediğin uzun mektuplarını bu sefer de okuyamayacağım. Çünkü tahminim oldukça yer tutarlar ve bir defa okuyup atmak durumunda kalmayı da istemiyorum. Bir gün okurum elbet.
Mektubu burada kesiyorum. Yarın avukatla neler konuşacağımı yeniden gözden geçirmem gerek. Nerede olursa olsun yanında olabilseydim diyorsun. Üzülme, ergeç birgün yine beraber olacağız. 
                                                                                                        Senin E.

Not: Vatan’daki yazı dizisini okumuşsundur. Arjantin ile ilgili kısmı tekrar oku (14-18 nolar arası). Ben 16’yı okuyamadım; o gün hiç gazete gelmedi. Tüm yazı dizisi içinde politik bakımdan en olgun değerlendirmeleri yapıyorlar. Bildiğim kadarıyla Latin Amerika’da politik yönü en gelişmiş teşkilatlar Arjantin’de. Şili’nin değişimi de çok önemli (burada da 2’yi okuyamadım). 18’i oku, gevşek bir yapı nelere yolaçıyor ve bu yapıdan nasıl kurtuluyor ve gelişiyorlar.

DİPNOTLAR:
 52. 1976 sonunda bizden ayrılan bir grup Devrimci Savaş adını almış ve bir süre sonra da Lalahan’da trenle götürülen yüksek miktarda paraya el koyarak o günlerin en büyük soygununu yapmışlardı. Bir bölümü daha sonra yakalandı ve Rıza’nın da bulunduğu Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne konuldu.
53. Isparta cezaevinde kendiliğinden çıkan ve birkaç kişinin katıldığı küçük bir isyandan söz ediliyor. Başlangıçta durumu anlamayan ve paniğe kapılan cezaevi yönetimi “siyasilere uymayın” diye anons yapmıştı. İsyanla hiç ilgimiz yoktu ama gazeteler tersi yönde haber vermişlerdi. 


Mektup – 55
                                                                                      10 Ocak 1978
Sevgili Belma,
Bugün avukat geldi, epeyce konuştuk. Gittikten hemen sonra sana yazmaya oturdum. Mektubunu da aldım.
Önce avukatla konuşmadan başlayayım (bu arada belirteyim abinle görüşemedik maalesef). Spekülasyonlar konusunu kısaca açtım ve ortak kararımızı söyledim. Bir cevap getirmedi. İyi görünüyor ancak çeşitli kişisel özellikleri tabii ki değişmemiş. Yalnız bu adamın anladığım kadarıyla içeri alınmamızın nasıl olduğu konusunda hala doğru dürüst bilgisi yok. Arada sorduğu şeylerden anlıyorum bunu; izlenme konusunda bile kuşkuları var adamın. Konu açıklanmadı mı yoksa açıklandı da anlamak istemiyor artık bilmiyorum. M. Altan denilen herif bu konuyu bana (moralimi bozmak için tabii) o ‘yakın alaka’ sürecinde ısrarla belirtmişti: “Sen istediğin kadar bir sürü şeyi gizlemeye çabala; arkadaşlarının senin için ne düşünecekleri belli. İzlemeye inanmayacaklar ve nereden çıktı bu kadar şey diyecekler, hapı yuttun vesselam.” (54) Gerçi akrabaların çoğunluğunun böyle düşündüğünü de sanmıyorum ama; neyse. Afyon’dakilere de haber gönderdim.
Baldızın mektubunu da okudum. Şu neticeye vardım: Bazı insanlar vardır, hayattan ne istediklerini bilmezler. Olayların akışına göre bir o yana bir bu yana gider gelirler. Hiçbir işte sebat edip de sonuna kadar gidemezler ve bu nedenle de bir tabirle “ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamazlar”. Baldız da tam bu tip işte. Belirli bir dönem gerek yanındakilerin ve gerekse de ortamın etkisiyle belirli şeylere heves etmiş ve bir sürece girmiş. Girmiş ama bir süre sonra karşısına çıkan zorluklar, sorumluluklar sonucu burada da ileri gidemez olmuş. Mektubunda bu konu çok açık. Yapı, insanlardan çok şey istiyordu diyor. Eh tabii. Bir yapı daima kendi insanlarından çok şey ister; hele yapı daha yeniyse. Bundan daha da önemlisi; ben ondan çok şey istendiğini de sanmıyorum. Tanıştıktan sonra uzun bir süre yetişmesi için uğraşıldı ve öyle fazla birşey de beklenmedi. O süreçte bir sürü insan birşeyler kazandı da o neden kazanmadı? Belki biraz kazandırılamadı, kabul; ama o da kazanmak için gayret göstermedi. Daima büyük bir güç arıyor kendi dışında; o gücü bulunca onunla birlikte (gitmek demeyelim de) sürüklenmeye hazır. Ama iş o büyük gücün hazırlanmasına gelince kenara çekiliyor. Bu yönden bakılırsa hiç de özel bir insan değil, tersine genel eğilimi yansıtıyor. Üstelik gidebileceği bir yer, seçebileceği yeni bir hayat da yok. Bu kadar çok şey görüp öğrendikten sonra istese de uyamaz başka bir hayata. O da söylüyor zaten: “Yeni kurduğum hayat beni kesinlikle mutlu etmiyor.” Bu saatten sonra yeni bir hayata da uyamam diye ekliyor. Ne bizim hayatımıza tam olarak girebiliyor ne de çıkabiliyor. Tam olarak girmemek için bulduğu bahaneler aslında onun ihtiyacı olan şeyler; yoksa meselenin esas olarak kendi yetersizliğinden kaynaklandığını düşünecek ve kendini suçlamaya başlayacak. Bu bahanelerle kendini haklı göstermeye çalışıyor ama zamanla da bu durum ortadan kalkacak. Uyum sağlanamayan bir hayat ve kendini suçlayan bir insan. Hiç de iyi bir yere gitmiyor sözün kısası. Çok yazık oldu gerçekten. Gelelim senin mektubuna:
Kazakları ve diğer eşyaları aldık. Kazağım gerçekten çok güzel olmuş (kolları biraz kısa ama hiç önemli değil. Önemli olan kazağın kendisi. Hemen giydim ve birisi sarılmış gibi hissettim bana). Mektubunda zaman zaman olan bir rahatsızlığın nedeniyle çok sinirli olduğunu yazıyor ve ekliyorsun: Dışarda olsaydı gömülür göğsüne ağlar ve rahatlardım. Böyle olacak dışarıda olsaydık ve son zamanlarda da böyle oluyordu biliyorsun. Bugün böyle olmasının nedeni bazı biyolojik ihtiyaçlardan geliyor. No’lucak şimdi! Bu arada baldız ile ilgili olarak hemen belirteyim. Ben biraz abartmıştım şu el tutmayı sana yazarken. Elini tutmadım, sadece bu işi yaptık gibilerden şöyle bir dokundum o kadar. Peki peki dediğin olsun. Zaten burada birşey yapamam, kimseye de mektup yazmam. Zaten bütün yazdıklarım hakkında da sana bilgi veriyorum. İyi valla, hapı yuttuk resmen. Geçen mektupta yazmıştım; seninle beraberliğimizi söyleyince adamın birinin bana nasıl acıdığını. Haklı galiba adamcağız! Neyse şaka bir yana şu gerçeği sen de belirtiyorsun: Beni hiç kimse senin kadar sevemez. Çünkü herşeyden önce gerçek bir sevgi; anlamayı, alayışı gerektirir. Hiç kimse beni senin kadar anlayamaz, tanıyamaz ve sevemez. Şöyle yazıyorsun: “Bir kere senin başka insanlardan farkın şu. Bir insana seni sevebilme fırsatını da sen veriyorsun. Nasıl mı? Yaklaşıp, ona açılarak (...) Bana fırsatı verdin bu çok önemli, ama ben de verdirdim bu fırsatı kendime sanıyorum. Böyle ikili bir yanı var birbirimize yakınlaşabilmemizin. Ancak şunu iyi biliyorum ki ben seni ilk tanıdığım zamandan beri tamamen değilse bile bayağı iyi anladım. Çünkü birçoklarına göre en az hatta hiç yadırgamadım senin bu değişik kişiliğini. Ve bir yerde ilişkimizde nitelik sıçraması yaptıran bir neden de bu. Yani diğer bir sürü insana göre seni anlayabildiğimin farkında olmam ve bunun birikimi.” Tamamen haklısın. Birbirimizi tanıdıktan sonra daha ilişki bir nitelik sıçraması yapmadan bile çok şey anlatmıştım sana (hemen her konuda). Ve ben bunları hayatımda kimseye anlatmadım bu kadar detaylı olarak. Aslında büyük bir ihtiyaçtır bu. Bazan anlatmayı da denedim ama karşımdakinin aptalca bakışını görerek veya sorduğu anlamsız sorulara bakarak birşey anlamadığına karar verdim ve kestim. Ben fırsat verdim ve sen de bu fırsatı verdirdin. Bu konuda da haklısın yalnız eklemem gerek: Bunlar ayrı ayrı değil birbirini doğuran şeyler. Ben anlatıyorum, sen de dinliyorsun. Bu normal ve pek çok insanla da oldu. Değişik olan senin anladığını hissetmem ve bunu hissedince de daha çok açılmam. Nasıl mı anlıyordum bunu; arada söylediğin lafların arasına sıkışan şeylerden. Örneğin 76 yaz başlarında sahil yolunda yürüyüp de orada bir banka oturup konuştuğumuzu hatırlıyorum. Sonra kalkıp Sirkeci meydanına geldik; havadan sudan konuşuyorduk. Ailenin sana olan baskısından bahsettin, bundan kurtulmak için evlenmek mi lazım diye düşündüm ama sonra vazgeçtim dedin. Ve ekledin: Bazı insanlar sana ihtiyacım var onun için seviyorum der, halbuki seviyorum onun için ihtiyacım var demek gerekir. Ben anlayacağımı anladım bu kadarcık laftan (sanırım 26 tarihli mektubumda bu konu detaylı olarak vardı). Bilmem hatırlayabildin mi bu konuşmayı? Bir özelliğim vardır: Önem verdiğim bir insanın hiçbir davranışını ve hiçbir sözünü unutmam. Önceden de yazmıştım ya; bir nitelik sıçraması olmadan da çok yakındık birbirimize. Sen beni anlıyordun bunun birikimi vardı ve ben de bu durumun farkındaydım. Onun için (biraz da şartların yardımıyla) ilk adım büyük bir adım oldu.
Bir mektubunda “’sen sadece sağlam bir arkadaş, iyi bir yoldaş, güçlü bir insan değil, gerçek bir kadınsın da’ diyorsun. Ben bu kadarını hakettim mi Engin” diye yazıyorsun. Şuna emin ol ki fazlasıyla hakettin bunu. Gerçek bir kadın olmak; benim için öylesin. Gerçi belirttiğin gibi bazı şeyler çok önemli gerçekten. İki insanın bütünleşmesinin doruk noktası olur bu bazı şeyler (tabii bizimki gibi beraberlikler için geçerli bu). Bu konuda hiçbir zorlamam olmadı biliyorsun, sana bıraktım. Karşındakini tanı, düşün, beraberliği değerlendir ve bir sonuca ulaş. Olmasını çok isterdim aslında, gerçekten çok istiyordum. Neyse, dediğim gibi bir gün mutlaka...
Akşam oldu. Bu kazak da çok ısıttı beni. Birinin sıcaklığını hatırlatıyor bana. 
Abin bana mektup yazabilir. Bazı şeyleri başka düşündüğünü biz de biliyoruz zaten. Bu nedenle çekinmesine hiç gerek yok. Yazmak istiyorsa eğer, nasıl istiyorsa öyle yazsın.
Çocuk kız konusunda anlaştık nihayet. Sonuna kadar gider, bunu yapabilecek bir insan. Baksana, selam söyle ona.
Gülen’e gelince; ne kadar yazabiliyorsa o kadar yazsın. Beklerim mektubunu.
Neler yediğimi yazmıştım sana önceki bir mektupta. Boğazımıza düşkünüz ama ne yapalım, idare ediyoruz işte. Çarşafım var. Burada her hafta genellikle sıcak olan bir de hamam var ama ben genellikle her hafta gitmiyorum. On beşte bir filan. “En önemlisi ayaklarını ne kadar zamanda bir yıkıyorsun” diyorsun. Dışarıda iken de ayaklarıma çok takardın kafanı. Söyleyeyim: Ne zaman banyoya gidersem o zaman. Zaten çoraplarımı da ancak o zaman değiştiriyorum. Ama bilirsin pek kirlenmez benim ayaklarım. Hem birazcık pislikten de bir şey olmaz insana. Sabahlık örmene gerek yok aslında; bilirsin özellikle sabahları yüzümü yıkamayı hiç sevmem. Senin bu konudaki söylenmelerin hala aklımda. 
Giap’ın bir kitabı vardı hatırlarsın; askeri sanattan bahseden. Bir yazıyı bitirdim ve yolladım. Başlığı aynı sayılır. Sadece halk yerine öncü denmiş. (55)
Senin bulunduğun yerdeki akrabaların durumundan bahsetmişsin. Davranışın tamamen doğru, bazılarının yaptığı itiraz böyle dönemlerde geçerli olamaz. Her şart altında insanların kademe kademe ilerlemesi beklenemez. Bundan daha da önemlisi; gerekiyorsa eğer itiraz edilir, konuşulur ve tartışılır ama son tahlilde merkezi otoritenin kararı esastır. Yöntemlerini değiştirmediklerinden (bazı konularda) bahsediyorsun; bunu tahmin ediyordum zaten. Her yer birbirine benzemez elbette. Detaylı bilgim olmadığından başka yazamıyorum. Yalnız aman fazla açılıp saçılmasınlar. Bu konu çok önemli.
Belirttiğim gibi bir konuda başkentteki arkadaşla çok benziyoruz: Sorumluluklar ve yalnızlık. Bu sürecin içindeki yalnızlığı ikimiz de çok iyi hissettik. Yalnız bugün şunu da hissediyorum kuvvetle (aldığım aberlerden kaynaklanıyor bu biraz da): Toprağa atılan tohumlar filizlendi, başlangıçta narin bir fidandı o ama şimdi ağaç olmak yolunda. Sağlam ve gittikçe büyüyen bir ağaç. Büyüdüğü, geliştiği herşeyden önce onu ekenlerin, narin bir fidanken onu her türlü güçlüğe rağmen koruyanların aşılmasından, eski önemlerini kaybetmesinden belli olmuyor mu? Düşündükçe bunu gözlerim yaşarıyor. Biliyorsun ben hiç de dışarıdan göründüğü gibi sessiz, sakin birisi değilimdir; içimdeki fırtınayı dışarıya vurmam sadece. Çok kızdığımda, çok duygulandığımda gözlerim yaşarır. Herşey bir yana gene de şanslı sayılırım hayatta. Yapamadığımız, yetersiz kaldığımız, başarısız olduğumuz şeyler oldu; ama geride de gittikçe büyüyen bir ağaç bıraktık. Ankara’daki vatandaş da ötekiler kadar olmasa bile bu ağacın yetişmesinde önemli katkıları olan birisidir. Evet, herşeye rağmen gittikçe büyüyen bir ağaç var. Gördüğü felaketler onun daha da hızlı büyümesinden başka şeye yaramıyor. Ve baktıkça gözlerim yaşarıyor bu ağaca. Bundan sonra sürecin içinde nerede yer alırız bilinmez; o kadar da önemli değil bu zaten. Şöyle veya böyle bir yerimiz olur. Ama geçmişe baktığımızda, detaylar kaybolduğunda, genel olarak baktığımda görevimi yapmış hissediyorum kendimi.
Kitaplar gelmedi malesef ve oldukça canım sıkıldı bu işe. Senin Hürriyet’te çıkan büyük resmini de tekrar buldum. Yüzünü daha yakından ve büyük gösteriyor, onun için hoşuma gidiyor.
Tez meselesi belli olmadı anladığım kadarıyla. Ve eğer baştan yazmak gerekirse çok üzülürüm buna (gerçi hala sanmıyorum böyle olduğunu ya). Biliyorsun çok emek verdim çünkü. Gerçi yazık olan başka şeyler de var ama bu çok koyuyor bana nedense. (56)
Geçenlerde berbere gittim ve büyük aynada yüzüme uzun uzun baktım. Saçlarım önden biraz dökülüyor eskiden olduğu gibi. Onun dışında renk biraz solgun, başkaca hiçbir değişim yok. Gözlerim aynı bakıyor öyle, dışarıda olduğu gibi. İçeri girdiğimizden beri ilk kez şimdi ne kadar zamandır içerde olduğumuzu hesapladım. 4,5 ay olmuş. Ve ben asıl geçtiğini pek anlamadım bu sürenin. Belki büyük yorgunluğun çıkmasından ve biraz da değişmemden olsa gerek.
Orada olmayı çok istiyorum ama mahkemeye gideceğimiz bile belli değil daha. Akrabalara selamlar, duruşmaya gelirsem eğer detaylıca konuşurum onlarla. Gülen’e de selamlarımı söyle. Seni çok seviyorum, beraberiz ve bu beraberlik büyük güç ve mutluluk veriyor bana.
                                                                                                                   Senin E.

Not: Bu gece kazakla yatıyorum, yerini dolduramaz ama…
Bu arada belirteyim aklıma gelmişken: Bazı akrabalar bizimle ilişkilerini düzeltmek istiyormuş. Bu meselede bir sözü daima aklında tutup ona göre davranmak gerek. Batan gemiden kaçan çok olur, yüzen gemiye gelen çok olur. Bir de enterasan birşey oldu. Daha ben okumadan Ali baldızın mektubunu okumaya başladı. Okudukça suratı asıldı. Kimin bu mektup dedim; Belma’nın dedi, morali de çok bozuk dedi. Bir gözattım mektuba, bir iki ifade gözüme çarptı. Beynim döndü birden, sonra hemen baldızı hatırladım ve bu onundur dedim. Ya işte böyle. İbo da çok şaştı bu işe; bu o kız mı yahu diyor. 

DİPNOTLAR: 
54. Bizim operasyonu yürüten dönemin tanınmış işkencesi polis şefi Mete Altan. Neyse ki birkaç sorgu ekibi vardı ve ben yakalanmadan önce şoke olmaları için olsa gerek izleme sonucu çekilen fotoğrafları değişik arkadaşlara göstermişlerdi.
55. Öncü Savaşının Askeri Sanatı başlıklı yazı, daha sonra askeri kelimesi politik olarak değişti.
56. Burada neden söz ettiğimi hatırlayamadım. 

Mektup 48-49-50-51-52

Mektup – 48                                                                                     
William Bouguereau (1825-1905)
                                                                                    22 Aralık 1977
Sevgili Belma,
Telgrafını iki gün önce aldım. Dün senden mektup bekledim ancak gelmedi. Herhalde yakında gelir. Ankara’ya çektiğim telgrafa nihayet cevap geldi, ayrıca çok önce yazdığımız bir mektuba da cevap. Bana 1,5 ay önce mektup gönderildiğini söylüyorlar ama elime geçmedi. Çocuklar Eylül’de tahliye olmuş. Durumları iyiymiş kalanların. Telgrafta mektup yaz diyordu hemen yazdım. Aslında işleri var doğrusu; şimdi dünyanın en gıcık adamları da yanlarına geliyor. Ama neyse nihayet karşılaştık şu heriflerle. Afyon’dan da mektup geldi. Avukatlarla görüşmüşler ama ifadeleri alamamışlar, önemli değil bunlar tali mesele filan diyorlar ama bazı konularda İstanbul’da oldukları zamankinden farklı düşünmedikleri anlaşılıyor. Onlara da cevap yazdım, bu sefer biraz uzun oldu. İçinde bulunduğumuz şartlardan faydalanarak kendimizi yenilememiz gerektiğini ve bunun da esas olarak kitap okuyarak değil, hayatı gözlemleyerek gerçekleştirilebileceğini söyledim. Özellikle de geçmiş hayatımıza bakıp sorumluluklarımızı ne ölçüde yerine getirdiğimize bakmalıyız. Bu konuda epeyce yazdım ve sonuna da ekledim: Samimi bir insan eğer kendine karşı hesap verebiliyorsa herşeyi yapabilir. Önemli olan şu veya bu konuda ne düşündükleri değil; değişmeleri. Kendini, olayları, insanları daha doğru, daha objektif olarak değerlendirmeyi öğrenmek. Ama değişmek için önce bunun zorunlu olduğunun farkına varmak gerek ki anladığım kadarıyla henüz bu noktaya gelmemişler. İlk defa bu kadar uzun bir mektup yazdım onlara.
Bu mektup yılbaşı civarında eline geçer. Bir yılı daha bitirdik ve ne kadar çok şey oldu değil mi bir yılda. Aslında bir yılda değil, sekiz ayda neler oldu. Şimdi düşünüyorum da o sekiz ayı, boşa geçen bir saat bile yok. Acılar, kayıplar, başarılar ve büyük bir sevgi. Sözün kısası ne ararsan var yani. Hayatımda hiç böyle bir yıl olmamıştı, ki aynı şey senin için de geçerlidir. Bu olağanüstü yıl, olağanüstü bir sevgi ve beraberliği de içinde taşıyor. Tüm acılığı ve ağırlığına rağmen sadece bu nedenle bile herşeye değer. Geçen yılbaşını hatırlıyorum: Gündüz evde birisiyle korkunç bir kavga yapmıştık ve çıkıp gitmiştim. O umurumda değildi ve ben bütün akşam düşüncelere dalmıştım. Yakın zamanda önemli kararlar almıştık. Onları düşündüm uzun uzun. Benim acayip bir altıncı hissim vardır. Önümüzdeki yılın çok önemli bir yıl olacağını, çok şey olacağını hissediyordum. Bir ara bunları kaldırabilecek miyim diye düşündüm ama hemen vazgeçtim. Saçmaydı böyle bir şey düşünmek, bu hesaba girilemezdi; kaldırmayı deneyecektik tüm ağırlığa rağmen. Sonra büyük bir yalnızlık hissettim, en azından tanıyıp sevdiğim insanlarla birlikte olmak istedim. Geçen yılbaşı çocuk kızın evindeydim, hatta kayınbiraderi de vardı. Sor bakalım, herhalde hatırlar. Sen gelecek yılbaşına kadar mutlaka dışarda olursun ama ben daha kaç tane burada görürüm bilinmez. Önemli değil bu, bir yılbaşında elbet beraber olacağız sevgili k…..
Yeni yılda da yapılması gereken bir sürü şey var. Benim için en önemli konu değişimin kontrol altında sürdürülmesi. Biliyor musun aslında hiç de basit değil yapılacak iş. O kadar karmaşık ki bazan gözüm korkuyor, çünkü dengenin hiçbir izi yok bu gelişimde. Ve tabii bu nedenle birbirine karışan çeşitli özellikler, çok dengesiz bir yapı, bazı özelliklerin fazla gelişemeden kalması. Sözün kısası karmakarışık bir iş vesselam, epeyce uğraşmak gerekecek. Biliyor musun bu dengeli gelişim denen şey o kadar iyi ve güzel bir şey ki. Her aşamadan geçilmiş, her boşluk doldurulmuş, yapıda hemen hiç boş yer yok. Neyse, epeyce uğraşacağım ama sonunda başaracağıma da kesinlikle eminim. Benden oynamam istenen role daha hazır hale geleceğim. O rolü tekrar oynarım veya oynamam. Bu o kadar önemli değil (aslında önceden de yazdığım gibi oynamamayı da tercih ederim). Önemli olan mümkün olduğu kadar daha büyük şeyler için olabildiğince hazır olmak. Ama dedim ya bu konuda alınacak çok yol var. Kesinlikle abartmıyorum durumu, çünkü sorun sadece kendi iç yapımdan kaynaklanan birşey değil. Bir mektubunda “kendini süreçle o denli özdeşleştiriyorsun ki…“ diye yazıyordun. Ve ben de sana en başta hayatın bunu yaptığını yazmıştım. Eksik aslında, hepsi bu kadar mı. Sen de biliyorsun kaç kişinin kafasında hemen hemen süreçle o kişinin özdeşleştiğini. Ve bu durumu da o insanın fark etmemesi olanaksızdı, zaten her fırsatta da ona hissettiriliyordu bu. Yani bu durum o insanın bir iç sorunu olmaktan çok daha ötelere uzanıyor. Hatırlarsan sen de biz oradayken bir ara bunu bazılarına hatırlatmak gereğini duymuştun. Bütün bir sürecin temel direği ve adeta özdeşi yapılan bir insan; hem hayat hem de başkaları tarafından. Hem de nasıl bir insan bu; kendi dünyasından henüz yeni çıkmaya başlarken çok olağanüstü şartlar tarafından bir sürecin en önüne fırlatılmış ve sorumluluk adına, doğru bildiği şeyler adına orada kalmış, ama bu nelere malolmuş. Bu durum ve gittikçe artan bir yük bu adamı nerelere getirir, insanı ne hale sokar; kişi bunu yaşamadan tam anlamıyla kavrayamaz. Onun için bu iş oldukça karışık ve uzun sürecek. Ama muhakkak ki iyi bir sonuca da ulaşacak. Buna hiç şüphe yok. Ve ben de sana, her aşamayı, her gelişmeyi yazacağım. Aklıma gelmişken de eklemek gerek: Yapılan dedikoduları düşündükçe bazan kızıyor bazan da gülüyorum. Gerçi kötü birşey ama söylediklerinizin tümü doğru bile olsa siz bu insanın nereden geldiğini ve buna rağmen neler yüklendiğini ve o yüklendiklerini de nerelere kadar götürdüğünü biliyor musunuz diyorum. Sonra da böyle düşündüğüm için kızıyorum kendime; laf aramızda bazan biraz fazla abes şeylerle uğraşıyorum gibi geliyor bana. Eskiden böyle değildim ve hakkımda edilen laflara da genellikle hiç aldırmazdım. Burada herhalde zamanı fazla bulduk diye herşeyle uğraşıyoruz. Nasıl sen bir ara Dünya’ya kafanı taktıysan ben de Günaydın’a kafayı takmıştım. (50) Aman neyse canım, bırakalım artık bunları. Sanki bilmediğimiz birşey mi, bizim hayatımızda bir kere bile düştün mü ne olsan kurtulamazsın. Zaten bu da yeni birşey değil, epey önceden düşmüştük dillere.
Benim o bildiğin eski gözlük artık iyice çürümüştü, nihayet bir gün elimde kaldı. Yeni bir tane aldım, hani şu İstanbul’da olan cinsinden. Sen de ondan hiç hoşlanmazdın, no’lucak şimdi.
Bugünlerde hayret verilecek derecede neşem yerinde. Çok gülüyorum hem de hayret verecek kadar, millet de şaşıyor bu işe tabii. Bu kadar az konuşan ve asık suratlı bu adama ne oldu böyle diyorlar herhalde. Yalnız herkes bir konuda birleşiyor: Şimdiye kadarki tüm mahpusluk hayatlarında benim durumumda olup da bu kadar rahat olan bir başkasını daha görmemişler. Şimdi herkes af konuşuyor içerde, bana da bu konudan gına geldi artık. Benim hemen yanımda yatan birisi var. Az bir cezası kaldı, dışarıda sözlüsü bekliyor ama pederi pek vermek taraflısı değil. Af diyor başka şey demiyor mübarek. Ben de Gencebay’ın şarkısından esinlenerek; sen ne yapacaksın affı diyorum, aşk mahkumlarına af yok. Televizyon yok koğuşta, ama inan onu aratmayan adamlar var. Çoğu İstanbul mahkumu zaten, sizin oradan gelmişler. Yıllarını uyanık yollardan para kazanmakla geçirmiş, hayatında görmediği şey kalmamış insanlar. Bir yandan son derece olgun diğer yandan da çocuk insanlar. Hiç kimseye ve hiçbir şeye güvenleri ve inançları yok. Öyle yaşayıp gidiyorlar işte. Şeytanı oynatacak kadar da pratik zekaları var. Ve bu yönlerine tek kelimeyle hayran oluyorum. Kitaplardan değil yaşanarak, hayat mücadelesi içinde kazanılan bir bilgi. Biri var tufacı (hırsız). Halı üzerine çalışıyor. Bir evin üst katlarında balkona asılmış bir halıyı nasıl alırsın hem de eve bile girmeden? Aşağıdan kediyi fırlatırsın, halıya tutunur ve o ağırlıkla halı aşağı iner. Kırk yıl düşünsem akıl edemem, hala aklıma geldikçe de gülüyorum. Bana çok büyük saygı var ve işin enterasan tarafı da kendiliklerinden diğer siyasilerden ayırıyorlar beni. Ve bazan da beni oturtup seni anlattırıyorlar. İyi mi.
Avukat geldiğinde bir ara pek umutlu konuşmuş ve kısa süre sonra sadece dört kişi kalacağımızdan bahsetmişti. Sonradan bunu düşündüğümde o kadar fena oldum ki anlatamam. Başta sevdiğim kadın olmak üzere bir sürü insan çıkıyor, sen buradasın. Çekilir şey mi bu yani.
Şu anda yazacak daha fazla şey bulamıyorum. Yeni yılda daha iyi, daha sağlam, daha kararlı ve daha da bütünleşmiş olacağız. Seni çok seviyorum. Yılbaşı gecesi saat ondan sonra sadece seni düşüneceğim. En azından böyle beraber oluruz. Yeni bir yılda daha büyük hedeflere doğru, uzakta bile olsak beraberce gideceğiz. 

       DİPNOTLAR: 
       50. Dünya, Günaydın ve Tercüman gazeteleri de arada bir hakkımızda yayın yapıyorlardı. Önce Belma sonra da ben en önemli konularıydık.


Mektup – 49
                                                                                    26 Aralık 1977
Sevgili Belma,
15-16 Aralık tarihli mektubunu bugün aldım (24 Aralık’ta). Telgrafında beş mektup yazdım diyordun ve ayın 19’unda çekilmişti. Diğerleri de yakında gelir sanırım. Benim mektuplara gelince herhalde kırkı geçtik. Oradayken yazdıklarımı da eklesek elliyi geçtik. Yüzde haber ver de jübile yapalım bari! Seninkilerin sayısını söylesem biraz utanacaksın ama gene de söyleyeyim: On dört adet. Dediğin gibi aramızda yarış yok bu konuda ama bundan da önemlisi; insan birşey söylemesi, anlatması gerektiği zaman yazar. Bunun dışında laf olsun diye yazmanın anlamı yok. Mektupların doyuruculuk yönünden çok iyi. Şimdi söylemekte mahzur yok artık; ilk mektuplarına sinir oluyordum: Hem içinde pek bir şey yok hem de kısa kesilmiş, ya avukat gelmek üzere, ya da temizlik veya başka şey var. Ama dedim ya uzun süredir son derece iyi mektupların; bu nedenle de eskilerine oranla daha fazla baştan okuyorum onları.
Mektubunda tanıdık avukat konusunu yazmışsın. Gerek ona ve gerekse de onun ilgili olduğu konuya baştan dönelim: Diğer çocuklarla görüşmesini istememem meselesi şu: Görüşme zamanı sınırlıydı. Bir saat konuştuk ve bunun yaklaşık kırk dakikasında arada benim çeşitli müdahalelerine rağmen başından geçenleri anlattı. Sanki orada daha mühim bir sorunumuz yok. Biraz davanın gelişimi hakkında konuştuk. Bunun dışında soracak ve söylenecek çok şey var ama vakit bitti. Bunun üzerine ötekilerin vaktinden de faydalanmak istedim çünkü belirtecekleri önemli bir konu yoktu. Bu durum böyle. Yarım saatten fazla maceralarını dinledim, patlayacaktım ama yeri değildi. Bana karşı tavrı konusunu anlamak için onun yapısını anlamak gerek. Bu adamda iyice yerleşmiş bir kariyerizm ve buna bağlı olarak da aşağılık kompleksi var. Eğer bir insan her durumda ve her vasıtadan yararlanarak kendini karşısındakilere ispatlamaya çalışıyorsa, bu aslında onun kendini kendine ispatlama çabasıdır. Bu adamda bu durum iyice yerleşmiş ki bu da onun kompleksini gösterir. Kariyerizm konusuna gelince; bu adamı en çok rahatsız eden şey karşısındaki güç. Kendi gücünü başkasını ezmek için kullanan ve daha güçlünün karşısında da rahatsız olan (ki bu ezilmenin belirtisidir) bir insanın özelliklerini gösteriyor. Bu durum herkes için aynı. Örneğin Ankara’daki ilk davadan kalan tek arkadaşı ele alalım. O adam hastanedeyken bunun kardeşi de oradaydı. Onunla konuşurken biraz dikkatsizlik etmiş. Bu vatandaş bunu ben dışarıdayken eleştirmişti. Haklı. Ama o adamı değerlendirirken de bu hatayı çıkış noktası alıyordu. Amaç açık: Onu yıpratmak ihtiyacı duyuyor çünkü onun yaptığının büyüklüğü karşısında eziliyor. Ve üstelik onu doğru dürüst tanımıyor bile. Eh, bu durumda bana davranışı çok olağan.
Çocuk kızla beraberliğini ele alalım: Aralarında çıkan sorunların ana noktası kızın daha iyi ve yeterli olması. Bu nedenle de onu herkesin önünde küçük düşürmeye özellikle çalışır. Bu onda ihtiyaç halinde. Ne kadar büyük ve güçlü olduğunu her an kanıtlamalı ona. Gerçekten öyle isen eğer bırak da bunu o anlasın. Ama bütün sorun da burada zaten; öyle değil ama öyle görünmek istiyor. Hele benim onun ve bazılarının söylediği herşeye rağmen çocuk kızı tutmam onun yönünden affedilemez birşey. Bu konuda bana gelen tüm yıpratıcı şeylere rağmen de bu tavrımı değiştirmedim. Kimin sürece ne katkı yaptığı belli çünkü. Dışardayken de hakkımda çok laf etti biliyorsun. Ben genellikle aldırmadım ve ona karşı tavrımı daima sürece katkısına bakarak değerlendirdim. Yaptığı katkı azalınca ’kariyeri’ de düştü tabii ve bundan da hiç hoşlanmadı. Bunları dışarıda iken Mevlut abiyle konuşmuştuk ve onun da görüşleri aynıydı. Orada iken de onun hakkındaki görüşlerimi hiçbir öryargıya kapılmadan bildirmiştim. Şu anda bile hala beni sadece sürece olan katkısı ilgilendiriyor (o da ne ölçüde bilmiyorum ya). Yıllar boyunca “duygusal profesyonel“ için o kadar çok şey söylendi ki alıştı artık. Zamanında bundan çok daha ağırlarını bile duymuştu. Sana önceki mektupların birisinde yazmıştım; sadece güç bile bazan düşmanlık kazandırır diye. İşte iyi bir örnek.
Gelelim üzerinde spekülasyon yaptığı meseleye: Bu meselenin küllendirilmesine ben kesinlikle karşıyım ve daima bu konunun üzerine gideceğim. İnsanlar ikna olur veya olmaz ama en azından açıkça konuşulur. Afyon’dakilerin bunu geçiştirmesinin başlıca üç nedeni var: Birincisi; nasıl olsa içerdeyiz, bunun nasıl olduğu o kadar önemli değil. Aslında son derece önemli. Bu konu eğer ben getirmezsem bir müsait zamanda yine gündeme gelecek. Ya birikim nedeniyle veya silah olarak kullanılmak üzere. Bizim hayatımızda bunun örnekleri pek çoktur. Seninle çelişkisi olan ve haksızlığını kabul etmeyip mücadeleye giren ve sonra da gerilemek zorunda kalan bir insan; konuyla ilgisi olmadığı halde bile aile hayatından yıpratıcı malzeme bulmaya çalışır. Şimdiki konu ise haydi haydi kullanılır. Zaten bu konu aslında hiç kapanmayacak, ileride ihtiyaç hisseden herkes de bunu kullanacak. Bu durum bizim gibilerin hayatında olağan ve benim için de pek dert değil. Önemli olan yapılan şeyin sürece faydalı olmuş olması.
İkincisi; biz çok daha zorlu şartlar altında olduğumuz halde hiç sarsılmadık (ve bunda oldukça payım olduğunun da farkındalar). Daha önce de yazdığım avukat gelmesi konusundaki tavırları sonucu biz (özellikle de ben) kesin tavır almıştım. Hemen mektupların ifadesi değişti. Daima beraber olduğumuzu ve olacağımızı söylediler. Onlara “biz daima iyi şeyleri düşünürüz ama en kötüye de daima hazırızdır“ yazmıştım. Şimdi özellikle ufak olanı her mektupta bunu yazıyor; tekrarladıkça kendisi de inanıyor çünkü. Ben tamamen yalnız ve uzun yıllar da burada kalsam sarsılmam; ama onların durumu öyle değil. Bu nedenle aramızda çelişki olabilecek konular biraz da bu ihtiyaç nedeniyle geriye itiliyor. Avukat (öteki) geldiğinde dosyalar yanındaydı ve onları Afyon’a vereceğini zannettim, ama vermemiş. Bunu öğrenmeden önce yazdığım mektupta ifade konusunda beraberken söylediklerime ekleyecek hiçbir şeyim bulunmadığını söylemiştim. Durumu öğrenince ifadeleri alamadıklarına üzüldüğümü yazdım. Neyse, bu gelişinde verecekmiş avukat. Bir ara da aramızda avukat konusunda çelişki çıkmasının  sorumluluğunu size yüklemişlerdi mektuplarında. Kesin ama kırıcı olmadan yazdım ki sizler de elinizden geleni yapıyorsunuz. Afyon hapishane de İstanbul değil mi yani? Bu yalnızlık duygusu yok mu insana neler söyletiyor.
Üçüncüsü; bahsi geçen adam hep büyük şeylerle uğraşmıştır ve süreçte önemli bir yer tutar. Bunun hepsi farkındalar ama bu büyük kısmı akıllara pek sığmıyor. Şöyle ki: Geneli göremiyorlar ve o zaman da adı geçen kişinin heryerde sadece kendinin değil daha kimlerin sorumluluğunu taşıdığını anlamıyorlar. Zihinlere yer eden ama anlaşılamayan bir büyüklük. Bu konu çok enterasan şekillerde ortaya çıkar. Spekülasyon konusuyla ilgili bir sürü iddialar. Peki diyor adam, tartışırız bu konuda ve ekliyor: Eğer yaptığım yanlış ise ve bu konuda ikna olursam eğer bunu benim mantığımca özeleştiri temizlemez. Alırsın eline bir şey ve girersin bir yere; hala sağsan eğer ispatlamış olursun kendini. Orada iken bunlar konuşuldu ve ufak olanı (ki içlerinde en keskini de o) böyle birşey olamaz dedi. Halbuki iddiaları doğru ise eğer mantıksal sonuç budur. Öteki hiç sesini çıkarmadı ardından da, sen yanımızda olduğunda herşey başka türlü yürürdü dedi. Neden ters, olumsuz düşünceler mantıki sonlarına varmıyor? Ya yaptıkları suçlamanın ne demek olduğunu anlamıyorlar ya da söylediklerine kendileri de inanmıyor. Aynı konu avukatta da ortaya çıkıyor. Dışardayken ettiği lafları bilirsin. Bir de Mevlut abi ve birkaç kişiyle konuşurken söyledikleri: Derdinizi daima ona söyleyin. O akla ve mantığa uyan herşeyi dinlemeye ve yapmaya hazırdır. Kendi görüşü ne olursa olsun doğru birşey karşısında daima ikna olur. Bütün kötülük ondan gelmiyor, çevresine seçtiği insanlar yanlış (kendisi o çevreye giremedi ya, mesele bu). Bu sefer ona da spekülasyon yapılan meselede neden böyle hareket ettiğimi anlatacağım. Bazan düşünüyorum bu adam okuduğunu anlamıyor mu diye; çünkü sezdiğim kadarıyla Ankara’dan da beni sorumlu tutuyordu. Bu konunun üzerine gideceğim ve eğer yanlış yaptığıma ikna olursam kesinlikle kendini ispat meselesine gideceğimi anlatacağım. Anlar veya anlamaz, bir kere daha anlatalım bakalım. 
Buradakilerin tutumuna gelince; biraz vakit geçsin diye önce bu konuyu açmadım. Sonra da fırsat olmadı ama ilk fırsatta açacağım. Daha sakin düşünebiliyorlar artık ve özellikle İbo zaten baştan beri hemen hemen benim yanımdaydı. Bir de geçirdiğimiz oldukça zor günlerde daha iyi tanıdık birbirimizi ve sezdiğim kadarıyla oluşan kanı; bu adam bunu yapmaz. Ama bu yeterli değil tabii, dediğim gibi geniş olarak konuşacağız. Bütün dosyayı tekrar okudum ve şüpheli olarak kalan tek yer var (yaptığım hatalar da var ve onları kabul ettik zaten) bizim çok konuşan ve tahliye olan vatandaşın evi. Senin bu konuda ona mahkemede söylediğin şeyi ya o anlamamış veya anlamış ise eğer bu sefer de benim aklım yatmadı. Senin söylediğin birşeyi ispatlamaz çünkü evlerin yazılışında belirli bir sistem yok. Tek tutar yer; bu eve hiç gitmemiş olmam ve dolayısıyla da bilmemem. Neyse, sonuç olarak şu ki: Ben hala neredeyse uçurumun kenarından döndüğümüz, durumu döndürebildiğim kanısındayım. Aksine ikna oluram eğer ne yapacağım da belli ve beni birazcık tanıyanlar bile bunu yapmaktan çekinmeyeceğimi bilirler. Şu dünyada sadece kendinden sorumlu olmak gibisi de yok gerçekten. Yaparsın üzerine düşeni ve ötesi de ilgilendirmez seni. Üstelik senden de iyisi olmaz bu durumda. 
Ne söylenirse söylensin ve şartlar ne olursa olsun sarsılmayacak duygusal profesyonel. Zaman onun lehine çalışacak. Zaten tüm hayatı boyunca zamanı daima lehine kullanmasını bilmiştir. Her konuda en iyi olmak iddiası zaten yok. Örneğin sevdiği kadının ilk alındığında gördüğü yakın alakanın aynısı ile o da karşılaşsaydı eğer; onun kadar iyi olamazdı. Bu gözü yılar ya da teslim olur anlamında değil; sadece onun kadar hızlı kendini toparlayamazdı. Diğer nedenlerin yanısıra bir de bu nedenden dolayı hayrandır ona (eğer yanılıyorsam belirt; senin hızla iyi olmanda beraberliğimizin de rolü var gibi geliyor bana). Her insanın yapısı ona bazı şeyleri çok iyi yapmak olanağını verir. Örneğin duygusal profesyonel de; en kötü, hiçbir umudun görünmediği, elde pek fazla birşeyin bulunmadığı veya kısa sürede çok şeyin kaybedildiği şartlarda bile çok şeyi toparlar ve sürükler. En umutsuz ve en zor durumlarda, çalışmadan bitip tükenildiği ve buna rağmen pek az neticenin alındığı şartlarda bile inatla devam eder; umudu görür ve gösterir. Dedik ya herkesin bir yanı var diye. Önemli olan da o yanı iyi kullanabilmek zaten.
Bu arada iki noktayı daha belirtmek gerek: Gelecekte beraberliğimiz konusunda avukatta sana karşı bir reaksiyon doğabilir. Çünkü bana karşı öyle bir reaksiyonu var ki bu mutlaka bir ölçüde benimle beraber olanlara karşı da yansıyacaktır. İkinci önemli nokta da şu: Birbiriyle ilgili çok sayıda insana yakın alaka gösterildiğinde önemli olan, belirleyici olan toplam olarak neyin verildiğidir; şu veya bunun ne verdiği tali kalır. Ve eğer bu yakın alaka sürecinde birinin davranışı diğerinin ne verdiğini önemli oranda etkiliyorsa esas olarak bütüne bakılır kişiye değil. Bu adamlar meselenin bu yönünü gözden kaçırdıklarından verileni bütün olarak değil birbiriyle ilgisi olmayan parçalar olarak ele alıyorlar. O zaman da görünürde en çok veren herşeyin sorumlusu oluyor.
Nilüfer’in durumuna çok üzüldüm. Bu düzen, daha doğrusu çürüyüp yokolan her düzen böyle. Ona karşı duran insanların içindeki en güzel duyguları yıkmaya, tahrip etmeye çalışır. Ve buna karşı da sadece kinle dolmak insanı kendine yabancılaştırır. Onun için o güzel duygular korunmalı, yok edilmemeli. Çocuğu neden istediklerini ben de anlayamadım doğrusu. Bizim hayatımızda böyle birşey zaten çok dertsiz olan başımızda yeni bir dert daha demektir, çünkü madem meydana getirdin sorumluluğunu da almak zorundasın.
Mektubunda Deniz için yaz demişsin. Geçen mektuplarımdan birinde bu konuda yazmıştım. Baba olmak ne duygular getiriyor açıklayayım: Deniz’in durumu olmasaydı eğer ben 1976 Temmuz’unda kesinlikle ayrılıyordum bu kadından. O zaman doğuma iki ay vardı. Daha anasının karnındayken bile bana karşı silah olarak kullanıldı. Neyse bunları geçelim. Aslında istenmeyen bir çocuktu, aldıracaktık. Bu konudaki bilgimiz malum olduğundan yerini bulamadık, bu arada da fazla büyüdü, vakit geçti. Aslında o süreç boyunca da tam anlamıyla kararlı değildim; bana büyük yük olacaktı ama onun hayatına son vermek hakkını da kendimde görmüyordum. Daha sonra yüzüne baktığımda hep tesadüfen yaşadığını düşünürüm. Bugün pek fazla aklıma gelmiyor. Ben onun hayatından, o da benim hayatımdan çıktı. Onun için kolay tabii çünkü beni tanımıyor; ama benim için zor oldu biraz. Oldukça ufak doğdu ama acayip büyüdü. İbo resmini gördüğünde oğluna istemişti; ben de bana değil anasına sor demiştim. Henüz birşeyden haberi olmayan insanların kaderinin önceden böylesine belirlenmesini hiç kaldıramıyorum ama ne yapalım; bu bir gerçek.
Mektuba Pazar günü devam ediyorum. Telgrafını aldım, avukat konusunda. Oldukça iyi bir gelişim. Diğer avukat da ayın 9’unda geleceğine göre bir kitap daha ısmarlayayım: J. D. Bernal: Materyalist Bilimler Tarihi. Belki istediğim kitaplara biraz hayret ediyorsun ama olanak bile olsa siyaset ve pratikle yakından ilgili kitapları şu anda pek canım istemiyor. Sıkılacağım sanıyorum ve zaten o kadar okudum ki bunları öğrenecek de pek fazla şey yok. Ama roman veya felsefe kitaplarına bitiyorum. Tütün’ü buldum (ha aklıma gelmişken söyleyeyim. İkinci cildi yok onu da isterim). Öyle büyük bir ihtirasla okumaya başladım ki şaştım kaldım. Bunu geçmişte sadece ekonomi öğrenmeye karar verdiğim zaman hissetmiştim. Baştan yetmiş sayfa kadar okudum henüz ve nasıl gelişecek bilmiyorum ama karakterler çok hoşuma gitti. Şu anda ana karakter olarak iki erkek ve iki kız var: Önce Boris ve İrina. Kız tam bir küçük burjuva; okuyup kendi dar çevresinden kurtulmaktan başka düşüncesi yok. Boris ise toplumda çok yükselmek isteyen birisi ve bu nedenle de kurulu düzenin kurallarını savunuyor. Birbirlerini seviyorlar ama Boris yükselmesini engelleyeceği için ondan ayrılıyor. İnancı ne olursa olsun kafasına koyduğu şeylere ulaşmak için herşeyi yapabilecek insanları çok severim. Diğer iki insan Lila ve Pavel. İkisi de devrimci. Erkek ilçe komitesi üyesi ama biraz fazla enerjik olduğundan pek kimseyle geçinemiyor. Hele bu Lila tanıdığım birine çok benziyor. Yolda giderken neler düşünüyor bak. İdeolojik tartışmalar, komitenin durumu, kardeşinin kötü birini sevmesi, kendi sevdiği (Pavel) ve okul arkadaşının o gün neden üzgün olduğu… Bu kadar türlü çeşitli düşüncenin yanında bir laf eksik: No’lucak şimdi.
Bu tür kitapları özellikle okumak istemem içimdeki boşluğu doldurmak gayesinden. Çok şey okudum gördüm ama bunları okumadım. Ve bunların insana kazandıracağı fayda da tartışılmaz. Öyle bir gelişimim oldu ki yapım, yeteneklerimin yaptıklarını zorlukla kaldırır oldu. Bu yapıyı sağlamlaştırmak gerek ve bunun için de boşlukların dolması gerek. Ve bu boşluklar da aslında çoğu kişi için çok basit ve ilkel şeyler. Ama duygusal profesyonel hiç geçemedi o aşamalardan, vakti olmadığından. Onun için belki basit görünüyor ama bu tür şeyleri okumak, öğrenmek çok önemli. Gelişmek ve sağlamlaşmak için birinci nokta bu. İkinci noktayı zaman halledebilir ve önemli ölçüde de halletti zaten (süreçle özdeşleşmekten kurtulmak; bu da en iyi ondan uzakta kalınca oluyor). Üçüncü nokta; insanları daha yakından tanımak. Hapishaneler bu anlamda gerçekten bir okul; insan sarrafı olunur buralarda. Ama tabii kendin gibiler arasında kalarak olmaz bu. Bu üç noktadan da gelişmenin birleşmesiyle yapı sağlamlaşacak. İkimizin de çok ilginç özellikleri var değil mi: Özellikler ya birbirine uyuyor ya da birbirini tamamlıyor. Sende olmayan bende var, bende olmayan ise sende. No’lucak şimdi. Ne olacağı belli ve oluyor da zaten. Bütünleşiyoruz ve bu bütünleşme her ikimizi de ilerletiyor.
Aklıma gelmişken belirteyim: Çocuk kız için yaptığın değerlendirmeye bazı noktalardan katılmıyorum. O sadece uzun değil kısa vadede de umut verici. Evet davranışları ters ve yerine uymuyor ama bir de meseleye genelden baksana. Duyduğuma göre sizin orası da biraz hareketlenmiş.
Mektubunda son siyasi gelişmeler konusunda da yaz demişsin: Ben bugünkü durumda 12 Mart veya benzeri bir durumun olacağına hiç ihtimal vermiyorum. Sınıfsal durum buna hiç müsait değil. İki ay kadar önce sana mı yoksa Afyon’a mı yazmıştım hatırlamıyorum: Amaç, erken seçimle ulaşılamayan sonucu (CHP iktidarı) bu sefer bir sürü zammı da MC’ye yaptırdıktan sonra tekrar denemektir. Ki şu anda olur gibi görünen de bu. Ancak ekonomi tam anlamıyla batmış ve kim gelirse gelsin bazı önemli tedbirler almak zorunda. Bu tedbirlerin fazla tepki çekmeyecek yeni bir hükümet tarafından alınmasını istiyorlar (fazla yıpranan bir idareyi değiştirmek). Onun için (eğer bu olursa, ki öyle görünüyor) görünüşte bir demokratikleşme beklenebilir.
       Ve sonuna geldik: Evet, ilk kez hayatımda kendimi gerçekten yalnız hissetmiyorum. Bunu benden duyduğun için çok mutlu olduğunu yazmışsın. Ve mutluluğunun esas nedeninin de benim bu duygudan kurtulmam olduğunu, yoksa hissettirenin sen olduğundan dolayı olmadığını eklemişsin. Haksızlık etmişsin kendine. Sonuç önemli ama neden de (yani senin varlığın da) önemli. Sen olmasaydın buna ulaşamazdım ve benim hayatımda da yalnızlık duygusunun ne demek olduğunu ancak onu hisseden bilir. İnsan hayatında daima büyük ve yüce amaçlara hem de vargücüyle oynarsa eğer pekçok şeyden mahrum kalır ve hatta gelişimi bile bir garip olur. O büyük şeylerin güzelliği bunların çoğunun yerini doldurur ama başkalarından daha farklı sevdiğin ve seni de seven birisinin yerini dolduramaz. Orada iken yazdığım mektupların birinde; ayağım iki şeye basıyor demiştim: Geçmiş hayatım ve senin varlığın. Zaten benim de başka hiçbir şeyim olmadı hayatta. Bunu düşündükçe daha da fazla seviyorum seni. 

Not: Seni biraz kızdırayım: Avukatın dediklerini iyi düşün. Hakkında bu kadar şey söylenen, dedikodu yapılan adamla beraber olup da ne yapacaksın?


Mektup – 50 
                                                                                    29 Aralık 1977
Sevgili Belma,
Dün senden mektup bekliyordum ve tahmin ettiğim gibi de geldi. Sadece senden de değil. İki tane Afyon’dan ve bir de avukattan olmak üzere dört adet. Senin mektubuna başladım önce ve yarısına gelince anlattığın konularda bir tuhaflık sezdim. Tarihine baktım: 14 Kasım’da yazılmış ve bir gün sonra da postalanmış. Diğer mektuplar da buna yakın tarihlerde postalanmış ve aradan bir buçuk ay geçtikten sonra hepsini birden aldım. Daha sonra yazılan mektuplar elime geçtiği halde bunların bu kadar gecikmesine bir anlam veremedim. Önce avukatın mektubundan bahsedeyim: Bu mahkemeye mutlaka getirileceğimizi belirtiyor. Ardından kitap alabiliyor musunuz filan diyor. Ne gezer. Ardından yasak olmayan her çeşit şeyin okunabileceğini yazıyor ve durumu bana bildirin diyor. Mektup çok geç geldiği için ayrıca ona da yazmaya gerek yok herhalde. Sen gerekeni anlatırsın artık.
Afyon’dan gelen mektuplara gelince: İkisi de ayrı ayrı bana yazmışlar. Daha önce avukat konusunda yazdıkları (sana da bahsettiğim) bir mektuba benim cevabıma cevap. Yanlış anlaşılmadan vb. şeylerden bahsediyorlar. Büyüğünün mektubu daha iyi, diğerinin ise pek iyi değil. Her ikisi de geçmiş bizim için pek önemli değil, geleceğe bakalım diyorlar. Onlara hemen bugün mektup yazacağım. Bu arada birkaç nokta var: Birincisi; bunlardan daha sonra yazdıkları ancak önceden elime geçen mektuplarında şöyle diyorlardı: “Anladığımız kadarıyla önceden yazdıklarımızı almamışsınız, ama onlar önemli değildi zaten.“ Aslında hiç de önemsiz değil bu mektuplar ve böyle demeleri de aslında bir tavır değişikliğini gösterir. Bu önceden de belliydi zaten ve gayet iyi. İkincisi; küçük olanı mektubunda şöyle diyor: “Bir kişi için genelde ne düşünülüyorsa ben de aynı şeyi düşünürüm.“ Gerçekten bunu yapabiliyorsa eğer çok iyi. Ancak o zaman da o bir kişi için genelin ne düşündüğünü kısaca yazmam gerek. Çünkü onun gözünde geneli bilen ve anlatan kişi avukat. Üçüncüsü; şu geçmiş meselesini iyice bir açmak gerek.
Doğal olarak senin mektubun oldukça eski meselelerden bahsediyor. Benim 5. koğuşa geçtiğim ilk zamanlardan. Onun için mektuplarının tatminkarlığı konusuna tekrar girmeyeceğim, zaten bu konuda önceden de yazdım. İncelemeyi düşündüğüm konulara gelince; acil olarak hazırlanması gereken konularda epey yazdım. Bunlar bittikten sonra daha uzun vadeli konularla uğraşabileceğim. Roman konusuna gelince; haklısın bu bende çocukluktan kalma bir özlemdir. Ama bunu yazmak için biraz daha zaman geçmesi gerek. Bazı şeyleri daha iyi düşünüp kavramak gerek. Şüphesiz yazacak materyal bol; çünkü yaşanan öyle bir hayat ki ne istersen var. Ama sadece o hayatı veya onun bir parçasını ele alıp anlatmak yetmez. Onu, genel olarak hayatın içine yerleştirip, onunla birlikte gelişen başka hayatları da inceleyip hepsini bir bütün olarak ele almak gerek. Çünkü tek başına bir hayat; eğer onun içinde geliştiği şartlar ve diğer kişiliklerle ilişkileri derinlemesine ele alınmazsa (o hayatın kendisi ne kadar enterasan olursa olsun) fazla bir değer taşımaz. Bu konuda şimdi okuduğum “Tütün“ iyi bir örnek sayılır. Anlatılan her hayat diğerleriyle ilişki içinde ele alınmış. Bu roman oldukça hoşuma gitti. Romanın başlıca dört insanından hepsi de sıradan insanlar değil. Hayattan çok şey istiyorlar ve sadece istemekle de kalmıyorlar onu elde etmek için de tüm güçlerini harcıyorlar. Bu çabanın şu veya bu alanda harcanması ilk elde o kadar önemli değil. Önemli olan hayatın içinde kaybolmamak, ondan çok şey istemek ve almak. Yani hayata yenilmemek, ona teslim olmamak. Bir yandan hayat tarafından biçimlendirilirken diğer yandan da hayatı biçimlendirmek. Önemli olan hangi yoldan gidilirse gidilsin önce bu anlayışa, bu hayat felsefesine sahip olabilmek. Biz düşündüğümüz şeyleri bu hayata kabul ettirebilmek için yaşarız herşeyden önce. Önceden de sana söylediğim gibi; herşeyden önce bunları sende bulduğum için sevdim seni. “Tütün”deki ifadeyle: “Hiç biri şu genç kız gibi çekici değildi, hiç birinin iç dünyası Pavel’in uğrunda savaştığı düşünle böylesine uyuşmuyordu.” Pavel’in yerine tanıdığın birinin adını yaz, aynen geçerlidir bu ifade.
Selma’nın mektuplarından bahsetmişsin uzun uzun. Bazı tesadüfler insanın geri kalan hayatını hasıl da belirliyor değil mi? Mektubunda “senin için de (özel olarak senin için yoksa geneli ve onun içinde seni düşününce değil) şu günlere gelmek oldukça iyi oldu” diyorsun. Ben de aynı fikirdeyim. Gerçekten de hayat yolları bizimkilerden çok farklı insanları tanımak insana çok şey kazandırıyor. Ve bu da sadece siyasilerin içinde yaşayarak olamazdı. Senin de belirttiğin gibi daha değişik ve karmaşık ilişkilere girmek zorundayım ve bu da değişebilmem konusunda oldukça verimli bir ortam sağlıyor. Beraberliğimizin en güzel yanlarından birisi de bu; uzak kalmamıza rağmen daha iyi tanıdık birbirimizi. Ben bütün hayatım boyunca hiç girmemiştim bu tür ilişkilere hatta tam tersine hayat yolları bana uymayanlarla bütün ilişkilerimi kestim. Hatta hemen hemen bütün çocukluğumda ve daha sonraki yıllarda yakın tek arkadaşım olan insanla da bu nedenle ilişkimi kestim. Bütün hayatım, enerjim, ilişkilerim tek bir yöne kanalize oldu. Bunu anlamak ve bu durumun getirdiği ve götürdüğünü iyi tespit etmek çok önemli. Herşey belirli bir yöne kanalize olunca, yetenek mevcutsa ve şartlar da elverişli ise eğer; insanın hayatı karanlıklar içinden gökyüzüne yükselen bir fişeğe benzer. Tek kelime ile korkunç bir yükseliştir bu. Dışarıdan bakıldığında çok cazip görünür insana ve nelerin pahasına gerçekleştiği hiç düşünülmez. Bütün hayat çok dar bir çerçevenin içinde geçer. Sadece belirli niteliklere sahip olan insanların arasında yaşamak ve onların sadece belirli nitelikleriyle (sürece yararlı olan nitelikler) ilgilenmek. Onun dışında herkesten ve herşeyden uzaklaşmak. Bu durum insanın belirli yeteneklerini (o anda sürecin ihtiyaç duyduğu) çok geliştirir, diğerlerini ise geri planda bırakır. Çok dengesiz bir gelişimdir bu ama madem ki süreç bunu gerektirmektedir o halde öyle olacaktır. Bu tek yanlı gelişme uzun süre devam edince insan kendine yabancılaşmaya başlar (sadece uzun süre demek de yetmez, gittikçe de artan oranda bir tek yanlı gelişme). Sen oradayken yazdığım mektupların birinde; “o tekdüze görünümün altında çok yönlü bir algılamanın varlığını seziyordum ama emin değildim” yazmıştın. Evet çokyönlü ama sürekli kendine yabancılaşan bir yapı. Değil sen, ben bile bazan kaybediyordum çok yönlülüğü görmekte. Ne getirdi bu hayat sonunda; bir yanda başarılar ve diğer yanda da her insanın en doğal hakkı olan şeylerden uzaklığın verdiği yalnızlık duygusu. “Tütün”deki ifadeyle: “Kimi zaman korkunç bir yalnızlık duyarsın. Sinirleri harap eden bir yalnızlık.” Herkesin hakkı olan mutluluklar yasaktır sana ve bu yasak kendiliğinden doğar; enerjinin, dikkatin fazla dağılmaması gerekir. Herşeyi süreç istemektedir ve herşey ona verilir. Süreçle bütünleşme bu yalnızlığı kaldırmaz. İnsanın işi ve eşi bir olmalıdır; iş vardır ama eş yoktur ki. Hele bu duruma bir de özel ilişkideki başarısızlık da eklenince; yine “Tütün”deki ifadeyle: “Bundan böyle aşk diye birşey tadamayacaktı; bütünüyle savaşa adanmış ömrünün tek sevincini yitirmişti.” Seninle beraberliğim bu sevincin yaşanmasıdır benim için; her türlü acının bulunduğu bu hayattaki tek sevinç. O yüzden ben de Sevinç adını severim. (51)
Şimdi ise çok değişik bir çevrede ve çok değişik insanlarlayım. Bu ortam değişikliği tabii ki başlangıçta bazı sarsıntılara yol açtı. Ama çok faydalı oldu ve gerçekten de değişim için çok elverişli şartlar hazırladı. Gerçi henüz onlarla senin yapabildiğin kadar yakınlaşamıyorum. Eh, tabii bu iş birdenbire olmaz. Ayrıca genel olarak insanları tanımak konusunda da önemli adımlar attım. Hayatın her alanından ve her çeşit işten gelmiş insanlar, kimisi yıllarını geçirmiş buralarda. Bu insanları sadece tanımak bile bazı önemli şeyleri verdi bana. Herşeyden önce bazı özelliklerimi daha iyi tanıdım. Tek tek şu veya bu alanda çok şey yapabilecek ve hatta yapmış; şu veya bu durumda olağanüstü davranmış ve dayanmış insanlar. Ama bir olayı, bir durumu sürüklemek; uzun vadeli hedeflere götürmek özelliği yok. Ve bu özellik olmayınca da; her konuda tek tek iyi olabilen insanlar, özellikler dağılıyor ve pek fazla işe yaramıyor. Bunu görmek ve hissetmek herşeyden önce güvenimi pekiştirdi. Gerçekten daha da olgunlaştığımı hissediyorum. İnsanları gerçek nitelikleriyle görebiliyorum, dış görünüşleri ne olursa olsun. Ve o zaman hayatı ve insanları daha da iyi tanıyabiliyorum. Bu durum onlarla daha fazla yakınlaştığımda daha da güç kazanacak. Bazan düşünüyorum da herşeyi böylesine bir yöne kanalize etmekle aşırı mı davrandım diyorum. Ama bu hayatın içinde ve hele bir sürecin de daha başlangıcında isen; çok ağır yükleri kaldırabilmen gerekir kendi özelliklerini yıpratmak pahasına da olsa. Onun için de çok yıprandım ama öyle de olması gerekiyordu. Ama tabii her insan da anlamaz bunu kolay kolay. Neyse bu o kadar da önemli değil çünkü somut birşeyler var orta yerde. Neyse bu konuyu kapatalım ancak birşey daha var:
“Senin gibi bir erkeğin hayatında, az ve kıymetli olduğunu söylediğin insanlardan biri olduğumu sanmak bana kıvanç veriyor. Mutlu oluyorum” diyorsun. Dur bakalım, yine matematiksel ifadeyle söylersek üç nokta var: Birincisi; o insanlardanbiri olduğunu sanman yanlış çünkü gerçekten öylesin. İkincisi; beni gözünde bu kadar büyütme. Ben içinde yaşadığı şartlara kafa tutup; birşeyler yapmaya, bu hayata yenilmemeye çalışmış bir insanım. Hepsi bu kadar. Üçüncüsü; ben de aynı şeyi senin için düşünüyorum. Oradayken yazdığım mektuplardan birisinde belirtmiştim sanırım. Ben de senin gibi bir kızın hayatında bu kadar büyük bir yeri olmaktan dolayı gurur duyuyorum ve çok mutlu oluyorum.
Gerçekten de ne biçim sevgi bu böyle. Herşey bir yana birbirimiz için de aynı şeyleri düşünüyor ve hissediyoruz. Ben senin için ne isem sen de benim için osun. En çok beni düşün, hep düşün diyorsun. Düşünebileceğinden fazla yapıyorum bunu. Ve bunu yapmak da bana güç veriyor. Normal şartlar altında bile kolay kolay kurulamayacak bir birliktelik. Olağanüstü bir sevgi ve beraberlik. Üstelik biz bunu bir sürü hengamenin içinde ve çok kısıtlı olanaklar altında sağladık. Bütünleştik. Ve bunu o derecede yaptık ki bazan tek bir insanı değil, iki insanın karışımından doğan bir varlığı sevip saydığımı düşünüyorum. Çünkü ne kendimi senden ne de seni kendimden ayrı düşünemiyorum.
Mektubunda çocuk kızdan bahsetmişsin. Bugün Perşembe. Pazartesi günü seninle birlikte ona da mektup yazacağım. Onun hayatından, nasıl değişmesi gerektiği vb. gibi konulardan bahsedeceğim. Sana yazacağım mektupta ise oldukça derin bir konuya gireceğim. Gerçi bunun için gerekli olan senin hayatın hakkında detaylı bilgilere sahip değilim. Bu nedenle bazı değerlendirmelerim yetersiz kalabilir ama öz olarak doğruyu bulduğum kanısındayım. Bu konu; çok güzel ve olağanüstü bir beraberliğin temeline inmektir. Neden ve hangi şartlardan doğduğunu bulmaktır. Oldukça karışık bir konu ve hele bilgi tam anlamıyla yeterli değilse; ama şimdilik böyle bile olsa yapılması gerek. Bir ara düşündüm; bu beraberliğin bu denli güzel olabilmesinin temelleri bulunduğunda o güzellik kaybolur mu diye. Ama hayır; hiçbir şey gerçeğin kendisi kadar güzel olamaz. Herşey ve hatta olağanüstü bütün sevgiler ve beraberlikler bile bir nedene ve belirli temellere dayanır. Ve onların bulunması, açıklanması bu sevgi ve beraberliğin değerini azaltmaz; tersine artırır. 
Bu oldukça eski mektubunda mektuplarımın eline geç ulaşması nedeniyle meraklandığını yazıyorsun. Herhalde bu sefer de epeyce meraklandın sanırım. Sana ilk fırsatta hemen telgraf çektim, almışsındır. İyiyim ve hepimiz iyiyiz. Yalnız bir şeye fena halde canım sıkıldı. O hengame arasında birden aklıma geldi ve belki yine seyahate çıkarız diye düşündüm (orada iken olduğu gibi). Hemen koşup (yine orada olduğu gibi) belki eşyasız da kalırız düşüncesiyle senin gönderdiğim resimleri alıp cebime koydum. Sonra durulunca ortalık bir de baktım ki o hengamede birisi düşmüş. Üstelik de en sevdiğim resmindi (ikinci defa gönderdiklerinden birisi). Fena halde kızdım kendime ama ne yapalım. Yahu benim de ne biçim hayatım var be! Burada bile sakinlik yok, dur durak yok. Dört aydır buradayız, neredeyse görmediğimiz şey kalmadı. 
“O günleri tekrar göreceğiz… Muhakkak verimsiz(!) harcanan geceler olacaktır“ diye yazmıştım. “Buradaki verimsizlik üzerine bazı yorumlarım var. Acaba hangisini kastediyorsun“ diyorsun. Gerçekten de mektubunda belirttiğin gibi birazcık kalın kafalılık var sende. Çünkü bu verimsizlik (!) senin ifadendi. ”Bazı geceler çok verimsiz oluyor, hiçbir şey yapamıyorum“ diyordun. Oldukça hareketli geçen ve iki insanın sadece birbiriyle uğraştığı saatlerdi bunlar. Hatta ilk defasında „daha adını bile bilmiyorum, rezil oldum“ demişti çok sevdiğim bir insan. Şimdi anladın mı bari! Bir sürü şeyin yanında ister istemez bunlar da geliyor insanın aklına. No’lucak şimdi!
O kadar çok şey hatırlıyorum ki diyorsun. Gerçekten bu kısacık beraberlikte inanılmayacak kadar hatırlanacak şey var. Nedeni basit: O kadar karışık ve zor şartlar altında kurulan ve sürdürülen bir beraberlikte her anın büyük bir değeri vardır. Önceden de yazmıştım sana: Her an için büyük bir bedel ödenmiştir, onun için çok kıymetlidir o her an. Taksim’de beraber çay içtiğimiz ve yüksekten denizi seyrettiğimiz geceyi düşündüm diye yazıyorsun. Benim için de çok önemli bir geceydi. . Sana hayran olmuştum ve bunu da belirtmiştim. Hele yüksekten denizi seyrettiğimiz zaman, kendimi nasıl tutabildim şaşıyorum. Az daha sarılıyordum sana. Herhalde çok şaşırırdın (öyle mi olurdu gerçekten). Neyse, dedik ya o günler tekrar gelecek elbet. Sevgili k…., (bunu gündüz bana yazılı olarak bırakmıştın; ben ise sana geceleyin söylemiştim). Ayıp ayıp, insan bunları da unutur veya tereddüde düşer mi? Ne günlere kaldık. Nolucak şimdi!
Vatan’daki Latin Amerika ile ilgili tefrikayı takip ediyorsun sanırım. 1974’te yazılmış ve öğrenilecek çok şey var. Teorik olarak değil ama. Aşağı yukarı on üç yıllık bir tecrübe var; en yoğun pratiğin tecrübesi. Ve buna karşılık politik yan inanılmayacak kadar zayıf. Yazılanların çoğu genel formülasyon niteliğinde. Başlangıçta yeterli olan bu şeyler kısa sürede yetersiz hale gelir. Nasıl, ne şekilde, angi taktiklerle sorusu gündeme gelir. Bu sorular zaman içinde ortaya çıkar. Bir ustanın belirttiği gibi, “bir sorunun çözümlenebilmesi için önce ortaya çıkması gerekir“. İşte bunun gibi de; bir sorunun cevaplandırılabilmesi için önce sorulabilmesi gerekir. Muhakkak ki bazı soruları, genel formülasyonların dışında daha somut soruları sormak ihtiyacını duyuyorlardır; ama tatminkar bir cevap yok ortada. Askeri yöne gerekenden çok fazla önem veriyorlar ve bu da önemli yanlışlara götürüyor. Halbuki içinde bulunulan süreç; karşıdakinin esas olarak politik gücünün yok edilebilmesiyle karakterize olur. Ve bunu kavramak da hayati bir önem taşır. İzlenecek yol ne olursa olsun sağlam bir politik temel herşeyin başıdır.
Yazacaklarım bu kadar şimdilik. Dediğim gibi Pazartesiye tekrar yazacağım ve belki o zamana kadar yeni bir mektubunu da alırım. Biliyor musun; zarfın üzerine yazarken adını yazıyorum, soyadına gelince başka şey yazmak istiyorum ama ayıp olur diyorum. Nolucak şimdi! Pazartesiye kadar hoşçakal sevgili k…., seni çok seviyorum. 

DİPNOTLAR: 
51. Belma’nın takma adıydı.


Mektup – 51 
                                                                                    30 Aralık 1977
Sevgili Belma,
Dün yeni bir mektubunu aldım. Bu mektuplar da sırayı öyle bir şaşırdılar ki bazan ben de şaşırıyorum. Dünkü mektubumda 1.5 ay önce yazdığın bir mektubu aldığımı yazmıştım. Bu gelen mektubun da 14 Aralık tarihli ve senin 16’sında yazdığından bir hafta sonra geldi. Zarfın üzerindeki yazı senin, yalnız şehirin adını başkası yazmış ve de Afyon yazmış. O nedenle de Afyon’u ziyaret ettikten sonra buraya gelmiş. Acaba diye düşündüm; Belma şehiri yazmayı unuttu, ardından da mektubu postalayan yanlış yer mi yazdı. Neyse geç kaldı ama geldi. Böylece dört mektup gelmiş oluyor (ilk gelenin içinde iki tane bulunduğundan onu çift sayıyorum). Şimdi telgrafında bahsettiğin beşinciyi bekliyorum; yalnız o da biraz geç kaldı.
Bugün telgrafın da geldi. Sıhhatimi soruyorsun, iyiyim. Telgraf elime geçmeden bir gün önce ben bulduğum ilk fırsatta sana telgraf çekmiştim. Tekrar belirteyim ki, iyiyim. İyiyiz diyemiyorum çünkü diğerlerinden pek haberim yok. Ancak kötü olduklarına dair bir şey de duymadım. İyiyim ama buna bir de şimdilik diye eklemek gerek. Bunun yanında sıhhatim de (fiziksel olarak) pek iyi değil; yetersiz beslenmekten olsa gerek. Telgrafı çekerken yine Belma kızacak diye düşündüm. Daha önce de yazmıştım çünkü; cimrilik etme de biraz izahat ver telgrafta diye. Ama inan cimrilikten değil bu kısalık, hiç para yok çünkü.
Bu mektubun çok dokundu bana; şimdiye kadar hiçbir mektupta bulunmayan hüzünlü bir ifadesi vardı. Bu nedenle alır almaz hemen yazmaya oturdum; eski yılın bu son mektubunu. Geçen mektupta da belirttiğim gibi Pazartesi günü sana ve çocuk kıza yazacağım (belirtmek gerek, pul bulabilirsem tabii). Yahu nelerle uğraşıyoruz artık be! Unutmadan hemen belirteyim; şimdi mektupların tarihlerini kontrol edince dikkatimi çekti. Perşembe mektup attım diyorsun, aldım (8 Aralık tarihli). Bu mektuptan bir gün önce attım diyorsun (13 tarihli olması gerekli, almadım). Bu mektup 14 tarihli ve ayrıca 16 tarihli mektubu da aldım. Anlaşılan o tahliye olan ya adresi şaşırdı ya da atmadı.
Bu mektubum pek tatminkar olmazsa eğer kusura bakma. Sana mümkün olduğunca uzun ve doyurucu yazmaya çalışıyorum ama herzaman olmuyor. Eski bir mektubumda sana belki eskisi kadar sık yazmayacağım ama boş mektup da yazmayacağım demiştim. Sen de diyorsun ki; sadece birşeyler vermek açısından bakılırsa boş mektuplar olabilir. “Bir de diğer yandan seven bir erkek ve kadın açısından bakarsak hele bunlar dört duvar arasındaysa ‘boş mektup’ diye bir şeyden söz edemeyiz. Hele hele erkek ‘duygusal profesyonelse’, düşünen (gerçek anlamda, bazı insanlar gibi düşünüyorum deyip bir sürü fikre resmi geçit yaptıran bir beyin değil) ve de kalemi üstün yetenekli biriyse, hiç söz edemeyiz. Onun için yazdığın iki satır da olsa benim için önemli oluyor inan”. Mektubun hüzünlü ifadesini ve bir de bunu okuduktan sonra yazmamaya olanak var mı? İşte hemen oturdum yazmaya.
Mektubunda beraberliğimizin ve bu beraberlikteki gücün çeşitli insanlar tarafından anlaşılmadığını veya bilinmediğini yazıyorsun. Önce diyeceğim; bazı şeyleri insanı çatlatma da açık yaz. Kim bu insanlar, benim de tanıdıklarım var mı? Yahu bu nasıl iş! Ben ailemle veya başkalarıyla olan herşeyimi sana yazıyorum, hem de açıkça. Ama sen öyle yapmıyorsun! Bir yerde haklısın belki, pek ilgilenmem çünkü aile meseleleriyle; ama gene de yazman gerek. Madem ki biriz ve bütünüz, seni ilgilendiren herşey beni de ilgilendirir. Aslında bu mektubuna oldukça üzüldüm, o mahzun ifadeyi okuyunca. Ancak hemen onun ertesi günü yazdığın mektup da elimdeydi; tekrar okudum onu. Anlaşılan sana da zaman zaman bende olduğu gibi bir mahzunluk geliyor ve sonra da geçiyor. Eh, o kadar olacak artık. Şimdi konumuza girelim; neden bazı insanlar anlamıyor veya kabul etmiyor bu beraberliği (burada konumuz olan insanlar esas olarak gerçek anlamda akraba çevresi olsa gerek). Avukatın durumu malum, onu daha önce yazmıştım. Bir de özellikle benim tanıdıklarım beraberliğimiz üzerinde fikir yürütürlerse bana mutlaka yaz). Kelimenin gerçek anlamında ele aldığımız bu akraba çevresi ne kadar anlatsak da bu beraberliği anlayamaz: Bir kere onlara göre vaziyet umutsuz, tekrar beraber olma tarihi belli değil. Sevgilerin, beraberliklerin kolay şartlar altında sürdüğü ve durum zorlaşınca da ne olacağının hiç belli olmadığı onların dünyasında bu düşünce normal. Herşeyden önce bu düzen ve bu toplum, para ve kapitalizm gerçek sevgiyi de öldürmüştür çünkü. Bununla beraber olacağım ama bana ne çıkar sağlayacak düşüncesi açık veya kapalı kafalarda daima mevcuttur. Benim anam babam bir gayrımenkul alacaklarında bunun kimin üzerine olacağını ciddi ciddi tartışırlardı. Ve bunu da normal karşılarlardı; ikisi de çalışıyor ama yarın ne olacağı belli olmaz ki. Bu örneği değişik şekillerde bu düzenin pekçok çiftinde görebiliriz. Bizim beraberliğimiz çok farklı: Değişik inançlara ve hayat yoluna sahip olduğumuzu bir kenara bırakalım. Birbirimize verdiğimiz ve vereceğimizi de bırakalım. Sadece bir erkek ve kadın olarak düşünelim kendimizi. Ve buna rağmen yine de onların beraberliklerinde bulunmayan, içinde yaşadığımız bu düzenin ve toplumun öldüremediği birşeyi buluruz beraberliğimizde: Derin bir romantizm. Aptalca değil, derin temellere dayanan ama yine de bir ölçüde yapıdan ve karakterden gelen bir romantizm. Bütün diğer şeylerin yanında bir de bunun eklediği sağlamlık ve güç var bu beraberliğe.
Zaten bir insanın ne olduğu herşeyden önce kendini tanımlamasıyla belli olur. Bu insanlar kendilerini sahip olduklarıyla (para, mülk, çevre vs.) tanımlarlar. Biz ise yaptığımız şeylerle tanımlarız kendimizi. Gerektiğinde ne şuna ne de buna; sadece ve sadece kendimize ve çok yakınımızdakilere güveniriz. Güçlü insanlarız ve bu güçlülük zaman zaman olaylar karşısında bizi (öyle gerektiğinden) soğuk ve katı yapar. Ama bunun dışında ve özellikle de beraberliğimizde derin bir sevgi ve romantizm ortaya çıkar. En kesin ispatı bu mektupta var: “... sevdiğime (sonra bu kelime yetersiz kalıyor diyorsun) çokşeyime, herşeyime yazıyorum.” Mektubunda bunu okuyunca, hani insan ta içinden sarsılır ya işte öyle oldum. “Çokşeyime, herşeyime yazıyorum.” Aynı ifadeyi, senin sevdiğim dışında çokşeyim ve herşeyim olduğunu çok önce yazmayı düşünmüştüm sana. Sonra bir türlü yazamadım, utandım. Amma da romantik adamsın dedim kendi kendime. Biz bir sürecin insanlarıyız, hiç böyle söyleyebilir miyim diye düşündüm. Düşündüm ama öyle de hissediyordum. Sonunda yazmayayım dedim; ‘duygusal profesyonel’ ama bu kadarı da fazla! Açıkçacı utandım yazmaktan. Bugün yazabiliyorum artık. Evet hiç unutmadığımız bir sürecin insanlarıyız ama gene de bu durum sevgimizin bizim için çokşey, herşey olduğunu hissetmeyi engellemez ki. Çünkü işimiz ve eşimiz bir ve eşimiz de işimizin küçük bir minyatürü adeta. Onun kadar büyük değil ama onun herşeyini taşıyor içinde.
Sana daha az yazacağımı belirtmemin ana nedeninde haklısın: Değişimin dönüm noktasına geldi. Yeni şartların yarattığı, daha doğrusu eskiden varolup da geride kalan ve şimdi ortaya çıkan özelliklerin eski özelliklerle bazan bütünleşmeye bazan da çatışmaya girdikleri bir nokta bu. Çok değişik ve bazan bana çok garip gelen duygular kazandırıyor bu durum. Gelecek mektupta bahsederim sana. Epeyce düşünmem gerek bu konular üzerinde. Senin de belirttiğin gibi içe kapanıklık da var (kolay kolay kalkmaz bu özellik) ama asla sana karşı yok. Değişimdeki her yeni aşamayı açıkça yazıyorum sana ve yazacağım da.
İçinde bulunduğumuz şartlara baktığımda senin için üzülüyorum. Gerçi durumun, dışarıyla ilişkin, yaşadığın şartlar benimkiyle mukayese edilemeyecek kadar iyi. Ama sen aşama aşama gelişmiş bir insansın; çok dengeli bir gelişimin var. Ben ise çok dengesiz ve sıçramalı geliştim. Burada, şartlar ne kadar kötü olursa olsun, bana lazım olan büyük bir yalnızlığın içinde bu boşlukları dolduruyorum, üzerinden atladığım şeyleri daha iyi kavramaya çalışıyorum. Diyeceksin ki değişim dinamik bir süreçtir; doğru. Ama yeni şeyler öğrenerek değişmek dinamik bir süreci gerektirir. Bu dinamizmin bir kısmını insanın kendisi ve çevresi sağlar; geri kalanı ise ancak dışarıda olur. Ancak bu durum benim için pek geçerli değil; şöyle ki: Ben geçmişin boşluklarını dolduruyorum, şu andaki mevcut yapıyı böyle sağlamlaştırmaya çalışıyorum. Dinamik bir süreç herşeyden önce yaşamak demektir ama ben bunu önemli ölçüde yaşadığım olayları (ki bunlar çok çeşitli) derinlemesine inceleyerek sağlayabilirim, ki öyle de oluyor. Bu nedenle de geçen vakit için hiç de boşa harcanmış diyemem (tabii şimdilik, çünkü ne kadar süreceği belli değil). Bu nedenle aslında iyi oldu içinde bulunduğum bu durum. Geneli düşünmesem, süreci düşünmesem bu duruma memnun bile oldum diyebilirim. Ne hayat bu be! Neyi istesen şu veya bu şekilde veriyor. Onun için gelecek ne kadar belirsiz olursa olsun hiç umutsuzluğa kapılmıyorum. Daha küçük bir çocukken gelecekte ne olacağını bilmiyordum ama yılları hep lehime kullandım. İçinde yaşadığım toplumun her tarafına kabul ettirdim kendimi. Bugün artık boyutları büyümüş ve bizleri bile aşmış bu sürece başlarken neyimiz vardı ve ne biliyorduk ki. Ama yılları kullandık gene lehimize. Burada da öyle olacak ve oluyor. Ama senin durumun farklı; doldurulacak boşluk yok. Öğrenecek şeyler var ve öğreniyorsun ama zamanın benimkinden daha az verimli oluyor doğal olarak. Ve bunu ortadan kaldırmak, hiç değilse azaltmak için ise sana yazıyorum kafamdaki herşeyi ortaya dökercesine. Öğrenecek ve hatta okunacak, görülecek hiçbir şey olmasa bile (ki o durumda değiliz) öğrenmenin yöntemi düşünmektir. Şüphesiz bilgi olmadan düşünmek bir şeye yaramaz ve ancak hayal kurar insan. O zaman bilgimiz olan konularda düşünürüz. Yaşadığımız olayları, bildiğimiz şeyleri tekrar gözden geçiririz. Derinlemesine inceleriz onları ilişki ve çelişkileri içinde; dersler çıkarırız onlardan. Görünüşte bu bizi ilerletmez ama mevcut yapıyı sağlamlaştırdığından bu da bir ilerleme sayılır. Ve çok şey öğretir bunu yapmak bize; bilinçsiz bir süreç bilinçli hale gelir. Ama tabii düşünmek daha doğrusu düşünmeyi öğrenmek gerek. Ve düşünmeyi bilen herkes de bunu öğrenmiştir. Hiçbir insan başlangıçta bir olayı tüm yönleriyle düşünemez. Buna alışmak için önce olay ana unsurlarına parçalanır, her unsur üzerinde ayrı ayrı düşünülür. Ve ardından varılan sonuçlar birleştirilir ve tek bir tablo ortaya çıkar. Zamanla artık unsurlarına ayırmadan da bir bütün olarak düşünmeye alışır insan. Çevresini, olayların nedenini ve kendini de tanır böylece. Ama tabii düşünüyorum deyip, düşündüğünü zannedip de, “bir sürü fikre resmi geçit yaptırıp” (bu ifaden hoşuma gitti) olmaz bu işler. Zaten bunu yapanlar aslında bir sürü fikri ve güzel lafı yanyana getirip söyleyerek büyük bir iş yaptıklarını sanan, ne söylediklerini kendilerinin de tam olarak anlamadığı birazcık da ukala kişilerdir. Ne yazık ki sayıları hiç de az değildir.
Vakit oldukça geç oldu. Daha Afyon’a da mektup yazacağım. Burada bırakıyorum; sevdiğim, çokşeyim, herşeyim benim. Seni çok seviyorum.


Mektup – 52 
                                                                                        2 Ocak 1978
Sevgili Belma,
Bugün ayın otuzu. Bir mektubunu daha aldım (24 Aralık’ta postaya verilmiş). Böyle üç gün üstüste mektup almak oldukça iyi oluyormuş. Bu mektubu Pazartesiye atacağım. Oldukça uzun olacağından cumadan başladım. Gönderdiğin esimleri de aldım, iyi oldu. Zaten bir resmini kaybettim diye kızıyordum kendime.
Mektubunda; “Birkaç kez kafama takılan, düşündüğüm ne varsa o gün aldığım mektubunda onların cevaplarını buluyordum. Astlantı değil bu, ortak sorunların, birbirini anlamanın, duyup hissetmenin kısacası bütünleşmenin yansıması. Değil mi?” diye yazıyorsun. Gerçekten de öyle. Aynı şeyleri düşünüyor ve hissediyoruz. Ben sana yazarken senin neleri merak ettiğini düşünmüyorum, aklımdakileri yazıyorum ve bunlar da senin düşüncelerine uyuyor. Bu durum, bütünleşmenin ileri bir aşamaya vardığını gösterir. Yapacağız, yapıyoruz dediğimiz şeyi yaptığımızı, hem de ileri bir düzeyde yaptığımızı hayat bize gösteriyor. Beraberliğimiz üzerinde cart curt edenlere verilecek en iyi cevaptır bu. Hem de ne şartlar altında başarılan birşey bu. İlk mektuplarımdan birisinde yazdığımı hatırlıyorum: Ne kadar aleyhine olursa olsun insan her şarttan lehine faydalanmayı bilmelidir. Ve biz de en azından bir konuda bunu bildiğimizi gösteriyoruz.
Deniz için verdiğim kararın doğruluğunu belirtiyorsun. Evet, bu kadar şeyin arasında bizim için yıpratıcı olacak ilişkilerden kurtarmamız gerek kendimizi. Ama gerçekten yazık oldu. Bir insanın geleceğinin o daha hiçbir şeyin farkında değilken böylesine belirlenmesi karşısında insan isyan ediyor. Gerçi gelecek ne getirir belli olmaz. Ama yetiştiği bu pis çevrenin etkisinden kurtulması, o çevreden çıkabilmesi oldukça zor. O beni hiç tanımadı ama benim onu unutmam olanaksız. Senin de belirttiğin gibi gittikçe unuturum ama uzun vadede buruk birşey bırakmaması olanaksız. Oldukça sevimli bir çocuk görünümünde. Ama ne yapalım, şu anda onun için birşeyler yapmak birşeyler vermek olanağım yok; şerefli bir isimden başka. Duygusal profesyonelden ona sadece bu kalacak şimdilik. 
Diğer konulara gelince: Bu konularda oldukça dolusun, seni rahatlatabilecek her biçimde yaz bana diyorsun. Aslında bu konular benim için oldukça eskimişti, ancak durumum gereği özellikle ailemle daha yakın ilişkilere girmek zorunda kalmam bu birikimi tekrar gündeme getirdi. Bu nedenle gerek birine içimi dökebilmek ve gerekse de içinden çıktığım çevreyi daha iyi tanıyabilmen için yazacağım bu konuda. Belki biraz sıkılıp üzüleceksin ama ne yapalım (aslında gereksiz öyle yapmak). Neyse geçelim konumuza: Önceden bu küçük çocuğun hayatı hakkında epeyce yazmıştım. Onları tekrarlamaya gerek yok. Sadece şunu kısaca belirtebilirim ki; gerek manevi ve gerekse de maddi yönden çok ezildi. Bu nedenle de bir ara bütün geleceğinden umudunu kesmişti. Herkesin hayatında böyle dönemler olabilir ama daha on yaşındayken olmaz. Bu dönem baskının belirli bir sistemden çıkıp teröre döndüğü yıllardır. O dönem aşırı zayıf ve cılızdı. Daha sonraki yıllarda sporu çok sevmesinin nedeni de o yıllara dayanır: Umutsuzca da olsa bu baskıya dayanmak için sürekli spor yapıp güçlenmeye çalışırdı. Hiçbir yeteneğiyle ilgilenilmedi. Ancak yakın çevre oldukça iyiydi, entelektüel seviyesi ileri bir öğretmen çevresi. Bu çevre onun yeteneklerini fark etti ve gelişmesine çok destek oldu. Yıllar böyle geçti. Aynı evde yaşadığı tüm insanlara yabancıydı. Fiziksel baskının yerini artık mali baskı almıştı. Bu yıllar kendini bu aileye ve topluma ispatlama yıllarıdır. Toplumda kısa sürede ardarda kazandığı başarıları haber bile vermiyordu; çünkü bu başarılardan onların kendilerine bir pay çıkarmaya hakları olmadığına inanırdı. Artık ayakları üzerine basmaya başladığı zaman da onlardan intikam almaya kalkışmadı. Sadece onları hiçe sayıyor ve kendi yolunu çiziyordu. Bu da onlara yeterince koyuyordu zaten. Ancak yılları alan bu mücadele kaçınılmaz olarak bu insanın üzerinde derin izler bıraktı. Karşısındaki insanlar insafsızdı; her yerde her zaman her yöntemi kullanarak sonuna kadar giderlerdi. Bu özelliği o da kazandı ve bunu onlardan daha iyi yapabildiği için de kazandı. Kendi kendine aşırı kıymet verirdi ailesi ve uzun yıllar kendisiyle uğraşmanın ve bu çevre içinde yer almanın sonucu bu özellik ona da geçti ve zaman zaman zararlı da oldu. Herşey maddiyat ile ölçülür bu çevrede. Bir insanın örneğin bir çocuğun karnını doyuruyorsun ve okumasını vs. sağlıyorsun ya daha ne gerekir? Bu ortamdan daha henüz tam çıkamamış bir insanın, henüz bu ortamın özelliklerini kaçınılmaz olarak koruyan ve henüz yeni yeni başka bir ortama uymaya başlayan bir insanın; kısa sürede bu yeni ortamdaki yeni bir sürecin hem de önlerine sıçradığını düşün. Tek kelimeyle felaket bir durum. Zihin içinde bulunulan durumu kavrıyor ve gerekene karar veriyor, yetenekler verilen kararın hizmetine giriyor. Ama yapı isyan ediyor. Yapılanlar doğru ama bambaşka bir çevrede biçimlenen yapı bunu kaldıramıyor. Ve bu kadar şeyin arasında bir de kendi yapınla mücadeleye girmek gerekiyor ve bunun sonucu da yapı gittikçe artan oranda çok aşırı zorlanıyor. Zihin ve yetenekler pekçok şeyin yanısıra bir ölçüde bu yapıyı da sürüklemek zorunda kalıyor. Olaylar o kadar üstüste geliyor ki bu yapının değişimini hayatın yaratacağı etkilere bırakmaktan başka çare yok. Nitekim öyle de oldu. Gelelim bu adamın evliliğine: Yaptığı hataydı ve bunu bir süre sonra farketti. Yine değişik ama çok daha enterasan ve aynı ölçüde de sakat bir çevreye düşmüştü. Bu çevrenin insanları kendilerine çok güvenirdi. Ve bunun nasıl olabildiğine hayret ederdi bu adam. Ama kısa zamanda nedenini anladı. Hayatları çok ucuz şeyler üzerine kurulmuştu. Küçük burjuva bir ortamda en ufak birşeyden, kendini şu veya bu rezil insana kabul ettirmekten büyük pay çıkaran; bu dar çevre içinde bu ilişkilere dayanarak kendilerine güven sağlamış insanlardı. Herşeyden ama akla gelebilecek herşeyden kendi çıkar ve amaçları için faydalanabilirler ve bunu da genellikle büyük bir yumuşaklık içinde yaparlardı. Olduğundan başka türlü gözükmekte de pek usta olan bu insanlarla çok uğraştı. Bir sürecin içinde yer alıyordu bu adam. Bu insanlar ise aslında bu yolda ileri gitmekten çok korktukları halde ondan daha keskin gözüküyorlardı. Ne yapmışlardı bu süreç için; cevabı basit: işte kardeşleri vardı ya. Bu adam tabir biraz kaba kaçsa da ölü ticareti derdi bu yaptıklarına. Kendilerine itibar sağlamak için kullanıyorlardı onu; çok sevilen kardeş sermaye yapılmıştı adeta. Bu konu aralarında da çok sorun oldu. Kardeşleriyle olan çelişkisi bu adama karşı daima kullanıldı. O başkaydı, kendisi ne yapsa onun gibi olamazdı vb. Aslında yapılan bu saldırı onun gözünü yıldırıp, süreç içindeki yerinden biraz geriye çekilmesi için yapılıyordu ama başka kılıf altında tabii. Ama tüm bu gayret o adamı daha da ileri itmekten başka şeye yaramadı. Bu insanların herşeyi kullanabilme konusunda neler yaptıklarının bazı örneklerini sen de biliyorsun.
Bir mektubunda (şu elime 1,5 ay sonra geçen); çocuğu görmek istiyorsan gör, bir de bu konuda zorlanma. İlkin bunu vesile yapacaksa eğer aileden biri getirsin, diye yazıyorsun. Tam adamını bulduk yani, bu insanlara bu davranış. Dedik ya her şart altında herşeyi sonuna kadar kullanır bu insanlar. Hayatları bunun üzerinde kurulmuş zaten. Ailem mali meseleyi baskı olarak kullanıyor şu anda. Çocuğu görmek istemek demek onlara büyük bir umut ve taviz vermek demektir. Bizim açımızdan bu böyle değil ama karşımızdakiler kullanacak bunu ve başımız ağrıyacak. Çocuk hakkında yazdığım mektuptan sonra hiçbir cevap gelmedi; sessizlik var. Ve bu sessizliği de ben bozmayacağım. Ellerindeki tüm olanakların tükendiğini anlayacaklar yavaş yavaş. Sadece mahkeme konusu beni ilgilendiriyor diyorsun. Beni de esas olarak o ilgilendiriyor. Ama nasıl olacak bu iş? Bu işin bittiğini o da çok iyi biliyor ama sonuna kadar oynayacak. Tüm silahları elinden almak ve mahkeme konusuyla da hiç ilgilenmemek gerek. İlgilenmek demek bu konunun bizim için önemli olabileceğini belirtmek demektir ki bu da en azından bize zorluk çıkarmak isteğine yol açar. Ciğerlerini biliyorum bu insanların. Evet mahkeme konusu bazı sorunlar çıkaracak ileride; hele bu sorun da çözülmezse. Nasıl çözeceğiz bunu? Dışarıdayken bu konuda ne yapacağımız belliydi; gerçi bu toplum bunu zor benimser ama bu doğru bildiğimiz birşeyi yapmaktan alıkoymayacaktı bizi. Şimdi daha avantajlı sayılırız. Önce zaman içinde dirençleri zayıflayıp çözülebilir; bunun için de belirttiğim gibi en ufak bir açık kapı bırakmamak gerek. Ayrıca bu ortam beraberliğimizin hangi şartlar altında dahi sürdüğünü, onun sağlamlığını herkese göstermek olanağını da veriyor. Bu sorun çözülmese bile biraz başımızı ağrıtır ileride hepsi o kadar. Ne yapalım onlara da katlanacağız artık. Ve yine doğru bildiğimiz şeyi yaparız. Öyle değil mi canım?
Bu sorunun beni ziyarette de ileride senin için sorun olacağını yazmışsın. O kadar değil, bu kadar kötümser olmayalım. Düzelecektir şartlar. Hem ömrü billah burada da kalacak değilim ya. Hem sorun olsa bile buna da dayanırız. Bizim beraberliğimiz, birbirimize olan sevgimiz herşeyi kaldırabilecek güçtedir. Bu beraberliği her yerde her zaman vargücümüzle savunacağız ve öyle de yapıyoruz zaten.
Kardeşime yazmana hiç gerek yok. Gerçi hesaplara girecek bir yapısı ve kafası yoktur ama son tahlilde o ortamın insanıdır. Bakalım bu sessizlik ne kadar sürecek; ama dediğim gibi ben onlara karşı tamamen sustum şu anda. Ve şunu da belirteyim; bu tavrım sonucu avukat konusunda pürüz çıkarabilirler. Maksat herşeyi silah olarak kullanmak değil mi. Bu insanlardan herşey beklenir. Neyse bu konuyu kapatalım artık. Umarım seni üzmedim ve sıkmadım. Amma da derdi bol adama çattın yani. Çocuğunu bile görmemesi gerekiyor; ne insanlara çattık yahu. İnandırıcı olmak için resimlerini bile attığımı yazmıştım ama böyle birşey yapmadım tabii. Tek kelimeyle iğreniyorum bu insanlardan ama bazan zorunlu kalıyor insan ilişkiyi sürdürmede.
Mektubunda ne yiyip ne içiyorsun diyorsun. Dediğin gibi burada şişmanlamak sıhhat işareti sayılamaz. Ben de bir ara şişmanladım sanıyordum ama değilmiş. Geçenlerde tartıldım, 61 kiloyum. Değişen fazla birşey yok yani. Buraya dışarıdan birşey girmiyor. Dün ne yedik mesela: Sabah çorba, öğle makarna, akşam kuru fasulye ve hoşaf. Günlük menü aşağı yukarı bunun gibi. Para olduğu zamanlar kantinden yumurta, bisküvit, portakal vb. alıyoruz. Buranın en lüks sigarası da Bafra. Burada hemen hiç kış olmadı, birkaç gün kar ve yağmur yağdı o kadar. Hava açık yalnız biraz soğuk. Oranın aksine kaloriferler iyi yanıyor. İçerisi epeyce sıcak ve bir ara o kadar ısındı ki kaynayıp taştı biliyorsun. Bu ortamda çok şeyler öğreniyor ve insanları daha iyi tanıyorsun. Önce kısa sürede iyice düşünüp, durum tespiti yapmayı ve ona göre adım atmayı öğreniyorsun. Rastgele iş olsun diye girmiyorsun herşeye. Eskiden çoğu zaman bu kadar geniş düşünemezdim, olgunlaşıyoruz anlaşılan. Ama bu harekette pasiflik olarak yansımıyor. Durumu değerlendir ve objektif olarak ne gerekiyorsa onu yap. Gerekenden ne daha az ne de daha fazla. Koordinasyonsuz ve fazla düşünülmeden adeta bilinçsiz bir patlamaydı. Çok büyük bazı olanaklar neredeyse boşuna harcandı. Fakat tanıdığım birisi için oldukça üzüldüm ve kendime hayret ettim. Eskiden birşeyin hemen ardından bu tür şeyleri hissetmezdim ve asla da hissetmeyeceğimi sanırdım. Peşpeşe gelen olaylar böyle şeyleri hissettirmeye imkan vermedi. Ama şimdi hissedebiliyorum. İnsanların gerçek yüzleri çıkar böyle anlarda. Yılmış, satın alınmaya hazır ve palavracı insanlar. Birbirini satmaya her an hazır. En kritik anlarda bile menfaat hesaplarına dalabilen insanlar. Geçtikleri hayat yolları onları böyle yapmış. Hiçbir şeye inanmıyorlar artık. O zaman insan birşeye olan inancın ve sevdiğine bağlılığın değerini çok daha iyi anlıyor. Bir mektubunda yazıyordun; bu nasıl sevgi böyle, canımı alıyor can katıyor. Sürece bağlılığın yanısıra birbirimize olan bağlılığımız da bize büyük bir güç veriyor.
Sen de benim gibi çok çeşitli insanlar arasında yaşıyorsun. Onları tanımak, onların dünyasına girmek bize çok şey öğretiyor. Çünkü bu insanlar da yaşayan hayatın bir parçası. Mutlaka oradakiler de benziyordur buradakilere. Hayatını çeşitli yollardan kazanan, çok görmüş geçirmiş, uyanık, bütün hayatı kazık atmakla ve kazık yemekle geçmiş insanlar. Bazı konularda inanılmaz cesaretleri, bazı konularda inanılmaz cesaretsizlikleri var. Tam bu düzeni yansıtan insanlar sözün kısası. Tabii erkekler kadınlara göre daha çok şey yansıtıyorlar doğal olarak. Bir insanın birkaç davranışından nasıl birisi olduğunu, bir tek sözünden neler düşündüğünü anlamaya başlıyorsun. Bu yönden korkunç bir okul burası. Herşeyden önce görünüşe kanmamayı ve insanları mutlak iyi ve kötü olarak değil de; içinde yaşadıkları şartlardaki davranışlarına göre iyi ve kötü olarak ayırmayı öğreniyorsun. Siyasilerin genellikle tekdüze dünyasının dışında , sistemsiz ama inanılmayacak kadar çok yönlü bir dünya bu. Bu insanları tanıdıkça içinde yaşadığın toplumu da daha iyi tanıyorsun. Bir keresinde Ali ile konuşuyorduk. Çok şey öğreniyoruz diyordu. Gerçekten de öyle. Ve kitaplardan da asla öğrenilemeyecek şeyler.
Nedendir bilmiyorum (belki de yapım böyle benim) kendi durumumdan ve gelecekte ne olacağından hemen hiçbir üzüntüye kapılmıyorum. İnanılmayacak kadar rahatım, o kadar ki bu durum buradaki çok görmüş geçirmiş insanların bile dikkatini çekiyor. Ben de düşündüm bunun nedeni üzerinde. Üç nedeni var: Birincisi; bana çok şey veren, seni de veren hayata büyük bir güvenim var, iyi bir gelecek görüyorum. İkincisi; bu hayat bitse bile yine de sakin ve huzurlu olmayı sağlayan bir geçmiş var. Üçüncüsü; zaman boşa geçmiyor ve özlediğim sadece iki şey var: Süreç ve esmer bir kız. Hepsini birden düşünmek bana büyük huzur veriyor.
Cumartesi akşamı şimdi, yani yılbaşı gecesi. O kadar çok şey oldu ki bir yılda. Oturup bir liste yaptım kendime; o kadar çokşey olmuş ki özellikle ilk 7.5 ayda. Büyük bir hızla giden olaylar ve bizim onlara yetişmek için iyice zorlanmamız. Ve bu kadar şeyin arasında kurulan ve sürdürülen güzel bir beraberlik. Benim için geçen yılın en olağanüstü olaylarından birisi de bu. Şu anda yanımda olmanı çok isterdim. Birazdan sana daha yakın olabilmek için bütün mektuplarını baştan okuyacağım. Resimlerine uzun uzun bakacağım.
Toplam yirmi mektubunu da okuyup bitirdim. Özellikle son zamanlarda gelenler çok güzel mektuplar. Bu sefer hepsini birden okuduğumda bazı özellikler, değişimler daha bariz çarptı gözüme. Ben kendi mektuplarımı, hangi tarihte ne yazdığımı hatırlayamıyorum tabii. (Dur hele. Koğuş karıştı. Bizde televizyon yok, yandaki koğuştakini yılbaşı nedeniyle iyice açtırdık, onu dinliyoruz. Şimdi haberler var ve MC düştü. Tabii mahkum için CHP demek af demek, öyle inanıyorlar.) Evet ne diyordum; mektupların üzerine yazıyordum. Yedinci mektuptan itibaren (ki Ekim sonunda yazılmış); sevgi, şevkat, bütünleşme kısacası beraberliğimizle ilgili bütün konularda önemli bir sıçrama var. Şöyle diyorsun (30 Ekim): “Beraberliğimiz konusundaki değerlendirmene katılıyorum. Süreç içinde bütünleşiyoruz. Bunu bilmek bana mutluluk veriyor (...) Artık beni nitelemek isteyenler şöyle demeliler; şu boyda şu kiloda esmer siyah saçlı siyah kaşlıdır ve Engin’i çok sever. Bu benim değişmeyecek, sökülüp atılamayacak bir yanım, en azından öyle hissediyorum.” Sonraki mektuplarda bundan daha da güzel şeyler var beraberliğimiz için. Uzakta olmamıza rağmen birbirimizi daha iyi tanıdık; yakındık, bütünleştik. Bu bütünleşme beraberliği, sevgiyi perçinledi ve ardından değişimi doğurdu. Ben sana göre değişmeye (yani gittikçe sana benzemeye), sen bana göre değişmeye (yani gittikçe bana benzemeye) başladın. Eskiden beri varolan bu değişim bütünleşmenin artışı sonucu hızlandı ve bütünleşmeyi de etkileyerek onu da hızlandırdı.
Oradan ayrıldığımdan beri en çok düşündüğüm sendin. Bazan yanımda olduğu halde resmine bakamıyordum, fena olurum diye korkuyordum. Geçen mektupta da yazmıştım ya sana; bir mektupta sana benim herşeyim olduğunu, sensiz kendimi düşünemediğimi yazacaktım. Sonra utandım yazamadım. Ama son mektuplarından birini alınca gördüm ki aynı şeyi düşünmüşüz. K.... benim, seni çok seviyorum.
Bir başka mektubunda (20 Kasım); “Burada anlatamayacağım kadar seninleyim, kelimelerle de ifade ederim ama neden böyle olduğunu da bilemedim. Hiç böyle olmamıştım” diyorsun. Ben de öyle. Bir başkasında: “Sen bizi hiç düşünme (yani meraklanma). Yoksa hep düşün, beni düşün, en çok düşün” diyorsun. Zaten istesem de senden daha çok düşünebildiğim başka şey yok. İşte bütünleşmenin karşılıklı sevgiye getirdikleri bunlar. “Ayrılığın sağlam ilişkiler için tek olumsuzluğunun (olumsuzluk denilirse tabii) olgunlaştırdığı duyguların alevlendirdiği sevginin dayanılmazlığı olduğunu söyledim.” (14 Kasım) Aradaki bunca uzaklık ve kısıtlı şartlar bile engelleyemedi duygularımızın olgunlaşmasını, sevgimizin alevlenmesini. Ve ardından bu yüksek düzeye varan bütünleşmenin etkisiyle değişim daha da hızlandı (bütünleşmek sevdiğine birşeyler vermeyi daha kolaylaştırır; sevdiğin de verileni daha kolay benimser). Nitekim 8 Aralık’taki mektubunda gerçekten değiştiğini, bunu açıkça hissedebildiğini söylüyorsun. Bu birden olmadı şüphesiz, biriken küçük değişimler bir süre sonra bir nitelik sıçraması getirdi. Değişim (herhangi bir etkiyle değil birbirimizin etkisiyle) bütünleşmeyi daha da artırdı. Her mektup birbirinden ayrılmaz iki unsuru içeriyor: Birbirine birşeyler anlatmak, vermek ve gittikçe artan, alevlenen sevginin ifadesi. Bu ikisi ayrı ayrı değil içiçe. Birbirine birşeyler anlatan, veren satırlarla sevgi dolu satırlar içiçe girmiş. Sahi sana bir söz vermiştim; bu beraberliğin bu kadar güzel olmasının temellerini açıklamak konusunda. Bu konuda yarın yazarım. Saat ona yaklaşıyor. Önceki bir mektubumda belirttiğim gibi bu saatten sonra sadece seni düşüneceğim. Karnım da acıktı. Yiyecek birşeyler buldum. Yeni yıla soğan ekmekle giriyoruz. Önemli değil. O büyük yaşama sevincini içimde hissediyorum ve seni çok seviyorum. Daha ne isteyebilirim ki!
Bugün yeni yılın ilk günü ve dünkü konuya devam edelim. Aslında bu konu çeşitli şekillerde ve parçalı biçimde de olsa açıklanmıştı. Şimdi önceden açıklanan tek tek parçalar üzerinde uzunca durmadan bu parçaların bütünleşmesinden doğan tabloya bakalım. Bu kadın ve erkeğin durumunu dört ana başlık altında incelemek gerekir: Birincisi; kişilik olarak bu iki insanın durumlarıdır. Ki bu kişilik önemli ölçüde sürece katılmadan önceki hayat tarafından belirlenir. İki insanın bu hayatını incelediğimizde öz olarak önemli benzerlikler görünür (biçim farkları önemli değil): Her iki insan da gücünü bilir ve kullanmaya cesaret eder. Her iki insan da öz olarak aynı sınıftan olan ailelerden gelmişler ve içinde yaşadıkları toplumdan istedikleri herşeyi alabilecekleri halde onun içinde kalmamışlardır. Erkek çok küçüklükten beri oldukça zor şartlar altında yaşayıp, zorlu bir mücadele vermek durumunda kaldığından hangi alanda olursa olsun güçlü olmaya, bulunduğu alana hakim olmaya ve bu gücü iyi kullanmaya (onu başkalarını ezmek vasıtası olarak kullanmamak) büyük önem verir. Kadın ise aynı noktaya etkisi altında kaldığı ve onda güçlü olmak, bulunduğun alana hakim olmak özelliklerini bulduğu ve bunları da kendi yapısına aktardığı abisinin etkisiyle gelmiştir. Biçim olarak farklı olsalar bile erkek ve kadının abisi birbirlerine benzerler. Yolları ayrıdır ama gittikleri yola hakim olabilen, yolu iyi bilen insanlardır. Özde olan bu benzerlik kadının sevgisi açısından önemlidir. Psikolojide genel bir kuraldır: Bir insan beraber olacağı kişiyi seçerken şu veya bu yönden kendi hayatında büyük etki yaratmış insanlara özce benzeyen birisini seçer. Kadın ve erkeğin kişilik olarak en önemli farkı birinin içe diğerinin dışa dönük olmasıdır. Bu da aslında iyi birşeydir çünkü ikisi de içe veya dışa dönük insanlar birlikte pek yaşayamazlar.
İkinci olarak; kadın ve erkek bir sürecin içinde yer alırlar. Bu konudaki gelişimlerini incelemek gerekir. Kadın aşamalı ve sağlam, erkek sıçramalı ve dengesiz gelişmiştir. Erkek üzerinden atladığı tek tek aşamalarda sağlamlığa ihtiyaç duyar ki bunu kadın ona verebilir. Kadın ise çok sağlamdır ama onun da büyük hedeflere yürürken önündeki yolu berraklıkla görmeye ihtiyacı vardır. Çok sağlam olmak insanı belirli bir alana sıkıştırır zorunlu olarak. Halbuki önündeki yolu görebilmek bütün alanların bilgi ve deneyini; dar bir alana toplanmamış, yayılmış bir gücü gerektirir. Bunun sonucu tek tek alanlarda daha az başarılı ama bütün açısından daha çok başarılı olmaktır (örneğin bir orkestra şefi keman, piyano, viyolonsel vb. onları çalanlar kadar iyi kullanamaz; ama o da olmasa tek tek aletlerin değeri çok düşer, kanalize olamazlar). İşte bunu da erkek kadına verebilir. Erkek tek tek alanlarda sağlamlaşmaya yönelirken kadın da bütünü görmeyi, ona hakim olmayı yani gücünü yaymayı öğrenir. İyi bir bütünleşmenin maddi temelidir bunlar.
Üçüncüsü; süreç içindeki davranışları. Her ikisi de sorumluluğunun sonuna kadar bilincindedir ve bunu yapan o kadar az insan vardır ki.
Dördüncüsü; beraberlik ve gelişimi. Kadın ve erkeğin beraberlik anlayışları uyum halindedir (karşılıklı sorumluluk, birşeyler vermek ve sağlam temellere dayanan bir sevgi. Sonuç olarak bütün bu benzer ve farklı bile olsa birbirini tamamlayan noktalar her iki insanı birbirine iter. Güvenebileceğin, sevebileceğin, içindeki en güzel duyguları verebileceğin birisine olan ihtiyaç bu itişi hızlandırır. Şimdi bir tek şey gereklidir: İki insanın kendiliklerinden geldikleri bu noktada birbirlerini fark etmeleri, dikkatlerini birbirlerinde toplamaları. Bunun şartlarını da hayat hazırlar.
Önceden de belirttiğim gibi bu değerlendirme bazı yönlerden yetersiz olabilir. Oralarını da senin tamamlaman gerek artık.
Turgutlu’daki tanıdıklarla aramın düzeldiğini (onların ifadelerinin bana ulaşmasıyla) sanıyordum. Mektup yazdım ancak cevap gelmedi.
Ankara’ya yazdığım mektupta da, mektubu alır almaz telgraf çekin demiştim ama telgraf gelmedi. Ne oldu bilmiyorum.
Para için sana telgraf çekemeyeceğim çünkü hem bunun için de para yok hem de kaynaklarını zorlamanı istemiyorum.
Bu arada avukatlara şunu da söyle: Biz ayrı yerlerde olduğumuzdan dosya üzerinde henüz konuşup anlaşabilmiş değiliz. Aynı yerde olmak için müracaat ettik ama ne olacağı belli değil. Bu durumu bilerek gelsinler, işleri uzun sürebilir.
Mektubunun sonunda; oradayken yazdığım mektupların birindeki ifadeye kızdığını söylüyordun. Ve ekliyorsun; o zamanki ortam deme, duymayacağım bir daha böyle birşeyi. Nedeni şuydu o duygunun: Birincisi; gözünü ileriye büyük hedeflere dikmiş ve biraz da hamle yapmışken bunun yarıda kesilmesi. İkincisi; ‘yakın alaka’ sürecinde nitelik olarak etkileyici olmasa bile bazı hatalar yapmak. Bu ikisinin etkisiyle sevgine layık olup olmadığımı düşünmüştüm bir ara. Bunlar geride kaldı artık bütün süreci düşünmeye başlar başlamaz. Uzun lafın kısası bir söz vardır: Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş diye. Ben de onu düşünüyorum. Nolucak şimdi.
Not 1: Mektubu alınca bana telgraf çek.
Not 2: Sessizlik sürüyor derken akşam iki mektup birden aldım. Annem ve teyzemden. Çocuk konusundan hiç bahis yok (bekliyordum zaten). İkisi de 500’er lira göndermişler. Avukat ayın 9’unda gelecek diye yazmışlar. Peki diğer tanıdık avukat ne zaman gelecek? Annem abinle konuştuğunu avukat tutulduğunu yazmış. Ercişli davayı bırakmış. Sen bunları biliyorsundur ya neyse. Bu arada teyzem evlenmiş ve benim haberim yok. Ne işler be!