Mektup - 01


      Sevgili Belma,
      Yazmak insanı ferahlatır, onun için sana uzun yazacağım. Böyle durumlarda (geçmişte de değişik biçimde bir kere başıma gelmişti) ben uzun uzun yazarım. Bu bakımdan yazdıklarımın kısalığından şikâyetçi olmayacaksın.
      Önce buradaki hayattan bahsedeyim. 60 civarındayız. İki katlı bir koğuş. Üst taraf yatakhane, alt taraf salon ve yemekhane. Ayrıca geniş bir de avlu var. Herkesin yatağı var, o konuda rahatız. Yemekleri genellikle kendimiz yapıyoruz. Buzdolabı ve televizyon da var. Her çeşit kitap mevcut. Dışardan gardiyanlara sayım yaptırtmıyoruz, biz kendimiz veriyoruz. Siyasi koğuşun itibarı oldukça yüksek. Tabii bu yıllarca yapılan mücadele sonucu elde edilmiş. Saçlarımızı bile kestirtmedik. İki saatten fazla ziyaretçilerle görüşme olanağımız var. Sonuç olarak rahatımız yerinde. Sizlerin aynı durumda olmadığınızı biliyorum. Bu konuda yapabileceğimiz ne varsa söyleyin. Gerçi rahatımız iyi ama bunun da dezavantajları var. Hayatı, o hayatın insanlarını gözlemek olanağı yok (sizin için bu mevcut). Burada herkes devrimci. Birkaç komün var. En kalabalığı Devrimci Gençlik (30 civarında). Sonra biz geliyoruz (10 kişi). İki İDÖD’lü ile beraberiz (İ. Yırık ve Kirkor (1)). Birkaç Proleter’ci, bir TKP’li ve diğerleri var. Her komün kendi içine kapanık. Arada ideolojik tartışma yok (çünkü hadise çıkıyormuş). Herkes kendi içinde çalışma yapıyor. Yani buradaki durumun dışarıdan farkı yok. Arada bir faşistler camiye giderken önümüzden geçiyor ve slogan atıyorlar. O zaman biz de sopaları da çıkarıp karşılık veriyoruz. Başkaca bir hareket yok. Devrimcilerin arasındayız, rahatız, okuyabiliyoruz. Herşey dışarıdaki gibi. O zaman o birşeyin eksikliği, dışarıda olmamak, mücadeleden uzak kalmanın eksikliği insana daha fazla dokunuyor.
      Sabah sporlarına şimdilik çıkmıyorum çünkü çok zayıf düşmüşüm. Sadece bol bol avluyu arşınlıyorum. Ama siz öyle yapmayın. Özellikle mümkün olduğu kadar güneş görmeye çalışın.
      Buraya geleli neredeyse bir hafta oluyor. Bu süre içinde hemen tamamen kendi içime kapandım. Kimseyle konuşmayan, başı önde ağzında sigara saatlerce dolaşan bir tip. Gazetelerde çıkan resimler de buna eklenince epeyce ilgi çektim. TKP’lisi pasta getirir, Dev-Genç’lisi sigara verir vb. Tabii benim bu kendim içerde aklım dışarda halim diğer arkadaşların da biraz moralini bozdu. Şimdi dedikleri kadarıyla yarı yarıya içeriye girdim.
      Gündüz zaman çabuk geçiyor. Temizliğe büyük önem veriliyor (tam senin yerin yani). Ancak geceleri fena oluyorum. Avlunun yüksek duvarının biraz ilerisinden yol geçiyor. Gecenin sessizliği içinde yoldan geçen arabaların sesini, tek tük atılan silah seslerini duyuyorum. Kısa bir süre önce içinde olduğum, koştuğum, didindiğim şehirin gürültüsünü dinliyorum. Hemen yanıbaşımda ancak beraber değiliz. İçime korkunç bir hırs doluyor ama şu anda birşey yapamayacağımı da biliyorum. Bazan gözlerim doluyor. Sonra rüyalar; seni ve daha pekçok kişiyi gördüğüm rüyalar. Galiba bu hep böyle sürecek.
      Bir hafta içinde ana konular dışında pek düşünmedim. Şehir Gerillası’nı tekrar okudum. Başta bu konuda (İstanbul tecrübesini de içeren) yazı yazacağım. Onun dışında başta program ve tüzük olmak üzere birkaç konuda daha yazı hazırlamayı düşünüyorum. Dışarısı için yazı yazmanın nasıl bir problem olduğunu bilirim. Diğer yandan en kısa sürede GK’nın (2) toplanmasını isteyeceğim. Benim yokluğum bölgelerin özerkliğine neden olmasın. Arzu’ya söyle haftaya Çavuş (3) gelirse mutlaka beni de görsün.
      Bana gelince; kendi hakkımda fazla düşünmedim. Yalnız dışarıda da söylediğim gibi “bakma dışarıdan göründüğüme, aslında harabeden farkım yok”. İçimde tarifi olanaksız büyük acılar var. Ölümler, ayrılıklar, yetersizlikler, ağır yükler, başarısızlıklar. İçimde çok şey yıkılmış, yeniden kurulmaları da zaman alacak. Sadece iki şey var canlı olan: Birincisi, hayatımın en güzel yıllarını, tüm enerjimi, herşeyimi verdiğim mücadeleye olan inancımdır. İkincisi ise bu harabelerin arasından doğan genç bir fidandır. Bu yıkıntılar içinde biraz solgun ve ürkek ama asla ölmeyecek kadar kuvvetli bir fidan. Bu fidan sana olan sevgimdir. Hayrettir, bunca yıkıntı ve acının arasında; mücadelenin ateşinin yakıp kavurduğu benim çoraklaşan yüreğimde birşey yeşerebiliyor. Demek ki hiçbir zaman kurumayacak ve ölmeyecek.
      Aramızdaki ilişkiye gelince, ben anlaşılmasından hiç çekinmiyorum. Burada aslında arşivde durması gereken bir gazeteyi (senin resmin olan Hürriyet’i) yürütmeye kalkınca uyanık olan herkes anlamıştır herhalde. Geçen Çarşamba kardeşim, teyzem, kayınpeder ve İlkin (4) geldi. Biraz konuştuktan sonra ilk sordukları konu da Hürriyet’in yayını. Gazetenin hangi maksatla bunu çıkardığını açıkladıktan sonra gerçeği de söyledim. İlkin epeyce bozuldu. Beni çaresiz ve ona sığınacak bir durumda bulacağını sanıyordu anlaşılan. Neyse, ben hangi durumda olursa olsun kimseyi aldatmayı sevmem. Gerçek her türlü boş hayalden daha iyidir. Haftaya çocuğu da görebileceğimi sanıyorum. Kardeşim ilişkimizi normal karşıladı, aynı mücadele içindeki insanlar, olağandır dedi.
      Hilal’in seni eleştirdiği konuya gelince. Sizlerle ilk kez konuştuğumuz geceye kadar çok fena idim. Özellikle takibin ne zamandan başladığını öğrendikten sonra ferahladım. Bunun dışında 7-14 saat süren sorgulardan sonra insan dünyada baskıdan, sorgudan başka şeyler olduğunu da hissetmek istiyor. Onun için arkadaşları ve seni görmek, konuşmak istiyordum. Kimseyi de eleştiremem, herkes elinden geleni yaptı. Sen en iyimizdin. Bunu sadece ben değil herkes söylüyor.
      Tabii, bizim (özellikle benim için) dışarıda çeşitli spekülasyonlar çıkmış. Artık normal karşılayacağız. İçerde hatalarım olduysa (ki olduğu kanısındayım) bunun değerlendirilmesi tüm yoldaşlara aittir.
      İstanbul konusuna gelince; şu anda kafamda somutlaşan bir plan yok. Şimdilik gelen herkese moral vermekle meşgulüm. Çarşamba Sirkeci geldi. Onunla çok kişiye haber yolladım (senin karşıdaki yeni nişanlanan da dahil). Bir kişiyi daha çağırttım, haftaya kadar daha etraflıca düşünebilirim. Cemil ve doktora da haber gitti. Emmi ortalıktan toz olmuş, aslında gereksiz. İfademde onun için sempatizan dedim, yalnız polis onun evinden birşey taşıdığımı çakmış ama ifademde yok ve kanıtlayamazlar. Benim konuştuğumu sanıyormuş, bazı hatalar yaptığımı ben de biliyorum ama bu konuşup herşeyi söyledi meselesi insana çok ağır geliyor.
      Buraya arada bir Yeşilköy baskınını yapan iki Filistinli geliyor. Konuşuyoruz. Birisi beni bir arkadaşına benzettiğinden çok seviyor. Klaşin mermisinin yakından çelik yeleği deldiğini öğrendim. Gel de yanma Belma. Bu heriflerin tek güvencesi bu yelek. Evde bastırılıp sonra bunları önüne katıp Gayrettepe’ye kadar kovalamak vardı, ama olmadı işte. Eylemimiz tam bir sıçrama yapacağı sırada darbe yemek kötü oldu. Oldukça tecrübe kazanmıştık, artık daha cüretkar eylemlere girebilirdik. Neyse şimdilik buraya kadarmış. Şunu da belirteyim; buradan işe yaramaz bir insan olarak çıkacağımı artık düşünmüyorum. Marigella 57 yaşında şehir gerilla savaşına başlamış, ben daha 27 yaşındayım. Yakalanalı daha iki hafta oldu ama silahı ve İstanbul sokaklarını özledim.
      Bilirsin abdala malum olur derler. O gün içimde bir huzursuzluk vardı. Eve erken gelip seni görmek istedim, akşam Müslüm’e gitmek istemiyordum. Birşeyler olacağı içime doğdu sanki. Şimdi de nasıl olacak bilmiyorum ama burada zannettiğim kadar uzun kalmayacağımı hissediyorum. İnşallah doğru çıkar. İçimde gittikçe büyüyen bir duygu var: Bu kadar çok ve iyi insanın başında bulunmaya kendimi layık görmüyorum. Dışarıda üzerinde çok düşündüğüm ancak sana açmadığım birşey vardı: Sonbahara kadar tüm enerjimi kullanarak elimden gelen herşeyi yapmak ve sonra da yeterince başarılı olamadığımı belirterek sorumluluktan çekilmek. Herhangi bir militan gibi bana nerede ve nasıl bir görev verilirse oraya gitmek. Bugünkü şartlarda bunun olabileceğini sanmıyorum ama imkân olsa idi gerçekten isterdim. Ben sizler gibi her aşamadan geçerek, onu tam anlamıyla olmasa bile özümleyerek, adım adım gelişerek bugünkü duruma gelmedim. Bunun yetersizliğini, eksikliğini her zaman içimde duydum. Yaptığım hataların çoğunun baş nedeni de budur; benim durumumdaki bir insanın bazı hataları yapmaması gerekirdi, ancak ben buraya normal bir süreci izleyerek gelmedim ki. 1971 öncesinde de durum böyleydi. Daha devrimci olalı bir sene olmuş iken sıkıyönetim altında en önemli irtibat görevlerini yaptım. Aslında ne tecrübem ne de ideolojik seviyem vardı. Tek özelliğim üzerime düşeni yapmak için elinden geleni yerine getirmekti. Belki sana garip gelecek ama fazla sorumluluğu olmayan, elinde silahıyla heryere ve herşeye koşmaya hazır bir militan olmayı gerçekten isterdim. Sürekli önde olmak bende bu kötü eğilimleri de geliştirdi (anladığım kadarıyla bende biraz bireycilik var). Bu konularda sen de düşüncelerini yazarsan memnun olurum. Şimdilik bu kadar.
      Not: Kazağım var ama gene de örebilirsin, hiç ayıp olmaz.
E.

      Not: Biraz önce Cemil geldi ve iki arkadaşla görüştü. Dışarıda hakkımızda (özellikle benim hakkımda) epeyce spekülasyon varmış. Önce çatışmadan o kadar malzeme teslim edildi meselesi. Bu konuda başkalarını ikna etmeye herhalde olanak yok. İkincisi de benim konuşup herşeyi söylediğim yolunda. Bunu çıkaran da Müslüm’ün evinde yakalanan ve hiç tanımadığım Orman Fakültesi’nde olan bir adam. Tabii bir sürü insan da mal bulmuş gibi buna sarılıyor. Muhakkak polis de bunu körükleyecektir. Önceden de belirttiğim gibi benden çok şey öğrenilmek istendi. Onları vermemek için polisin bildiği şeyleri etraflıca anlattım. Bunu yapmasaydım diğer arkadaşlara da çok fazla yükleneceklerdi. Neyin ortaya çıkıp neyin çıkmayacağı o durumda bilinemezdi fikrindeyim. İstanbul’da bölge çalışmaları ve diğer bölgelerdeki çalışmanın kapsamı konusunda ele geçirecekleri en ufak bir ipucu belki de çok şeyi sökerdi. Bu ipucunu bende bulmaya çalıştılar ve bulamadılar. Önceden de belirttiğim gibi yaptığımın ne ölçüde doğru olduğu her zaman yargılanabilir.
      Ancak bir konuda kararımı verdim: Devrimci bir örgütte hakkında bu tür laflar çıkan birisi (bunlar yanlış bile olsa) sorumlulukta kalamaz. Bu nedenle örgüt içindeki tüm görev ve sorumluluklarımdan çekileceğim ve bunu da ilk fırsatta GK’ya bildireceğim. Bu kesinlikle bir kaçış değildir. Buraya yeni birisi gönderilinceye veya atanıncaya kadar üzerime düşen herşeyi yapacağım. Hareketin sıradan bir militanı olmayı her zaman isterdim ama böyle olacağını da hiç düşünmemiştim. Bilmem sizler bu durumumu nasıl değerlendirirsiniz. Anlaşılıyor ki gerçekten de gerektiğinden fazla yaşadım. Yaşamak bu kadar şeyi görmeye, işitmeye, katlanmaya değmez; ama madem yaşadım devam edeceğiz.
      Sana ve tüm yoldaşlara en derin sevgilerimi iletirim (tabii kabul ederseniz).
E. 


DİPNOTLAR

1. Kirkor Aluç: MLSPB (Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birliği) adlı örgüttendi. Filistin’de eğitim gördükten sonra İstanbul’a gelmiş. Berec işçilerinin grevine destek olmak için parkalı postallı olarak grev yerine gitmiş. Polis yakalamak isteyince kaçmış ve kovalamaca sırasında peşinden gelen birkaç polisi vurmuş. Bir duvarı aşmak isterken bacağından yaralanmış ve yakalanmış. Polis arabasında bir şarjör mermiyi bacağına boşaltmışlar. Daha sonra kangren olan bacağı kesilmiş, takma bacak takılmış. Hapishane avlusunda gün boyu takma bacağıyla yürüme talimi yapardı. Kendi anlattığına göre Ermeni bir kadın ziyaretine gelmiş ve polisle çatışmasının Ermenilerin yaşadığı katliamla ilişkisi olup olmadığını sormuş. Soruya sinirlenmiş ve “yok” demiş. 
2. Genel Komite. THKP-C kökenli örgütlerde en üst yönetici organdır. 
3. Arzu’nun nişanlısının takma adı. 
4. İlk eşimdi, fiilen ayrıydık ama resmen ayrılmayı kabul etmiyordu. 


Belma'ya Mektuplar



            GİRİŞ

            Kitap sevdiğim bir kadına yazdığım 83 mektuptan oluşuyor. Bunlardan ilk üçü benimle aynı hapishanede (Bayrampaşa ya da popüler adıyla Sağmalcılar) olan Belma Gürdil’e elden verildi. 70 tanesi 1977’de ülkenin ilk E tipi cezaevi olan Isparta’dan Bayrampaşa’ya yazıldı. 8 tanesi 1978-79’da yedi ay bulunduğum Konya Cezaevi’nden tahliye olmuş olan Belma’ya yazıldı. Son ikisi ise uzun bir aradan sonra 1995-96’da Frankfurt’tan Toronto’ya yazıldı.
            Büyük çoğunluğu bir hapishaneden ötekine giden bu mektuplar toplu olarak nasıl eline ulaştı diye sorulabilir.
            Belma eline ulaşan (çok azı postada kayboldu) bütün mektuplarımı saklar. Aramalarda el konulabileceğini düşünerek içerde iken iyi arkadaş olduğu ve tahliye olunca da sürekli ziyaretine gelen adli bir kadın mahkuma verir. Mektuplar dışarıda birikir. Tahliye olduktan sonra sürekli polis takibi altında olmasına rağmen bir yolunu bulup mektupların hepsini alır. Yurtdışına kaçak çıkarken beraberinde götürür (1979) ve 1995’e kadar da saklar. (Bugün de durduklarına eminim.)
            Frankfurt’tan yazdığım mektupta “belki birkaç tane kalmıştır“ düşüncesiyle fotokopilerini istemiştim, büyük bir paket geldi. Konya Cezaevi’nden yazdığım dört mektup mücadele anlayışı analizlerini içeriyordu. Bunların okuru ilgilendirmeyeceğini düşünerek çıkardım. Sağmalcılar’da yazılanlar arasında bulunan çok özel bir bölümü ve Konya mektuplarında bulunan dönemin politik tartışmalarını da (…) olarak belirterek atladım. Geriye kalan mektupların yaklaşık yüzde 95’idir.
            Mektuplarda gerekli yerlerde dipnot aracılığıyla açıklamalar yaptım.
            Bazı mektupların üzerinde tarih bulunmuyor ancak Belma bana sıralı gönderdiği için ve içindeki konulardan hareketle sıraya koymak sorun olmadı.
            Burada ne okuyacaksınız?
            İnsan 83 tane ve bazıları da oldukça uzun olan mektuplarda kendini sürekli tekrarlamadan bir kadına olan sevgisini anlatabilir mi? Yoksa anlatılan başka bir şey midir?
            Mektuplar yazarın dengesiz gelişmiş yapısını düzene koymak, kişiliğini elden geçirmek ve geliştirmek için kendisiyle yaptığı konuşmaları sevgisiyle birlikte kadına iletmesini içerir.
            1970 Mayısında Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde Sosyalist Fikir Klübü’ne üye olarak örgütlü devrimci mücadeleye giren yazar; altı ay sonra Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu’nun (Dev Genç) yayın organı İleri’nin son sayısının yazı işleri sorumlusu, bundan üç ay sonra THKP-C’nin legaldeki yayın organı Kurtuluş’un yayımlanmasında görev alanlardan birisi, 12 Mart 1971 sonrasında Ankara’da gizlenen dönemin tanınmış devrimcileri arasında irtibat sağlayanlardan bir tanesi olur.
            1974’te daha sonra Acilciler adını alacak örgütün kurucuları arasındadır. 1975’te bir örgüte adını veren ve halâ hatırlanan Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nı yazar. 1977’de ölüm ve yakalanmalar sonucu örgütün adını duyuran eylemlerin sürükleyicisi olmak zorunda kalır. Hapishaneye girdikten sonra bir mektubunda içinde bulunduğu durumu şöyle anlatır:
            “Öyle bir gelişimim oldu ki yapım, yeteneklerimin yaptıklarını zorlukla kaldırır oldu. Bu yapıyı sağlamlaştırmak gerek ve bunun için de boşlukların dolması gerek.“
            Almanya’da bir Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) militanı, “Ya devrim ya ölüm diyerek yola çıktık, ikisi de olmayınca ne yapacağımızı şaşırdık“ diye yazar.
            1971’in ölüm psikolojisi hepimizde vardı. Anılarımızı sayıları gittikçe artan mezarlar dolduruyordu. Fazla yaşayacağıma inanmıyordum ve bundan da çekinmiyordum. Sadece o kısa sürecek hayatta bir ömrü yaşamak istiyordum.
            22 yaşında ODTÜ’yü bitirdim, ardından yüksek lisans yaptım, üç yıl devlet memuru olarak çalıştım, kısa süreli askerlik yaptım, evlendim, kızım oldu, bir kadına (hem de nasıl) aşık oldum. Bunlara politik faaliyeti de katın… 27 yaşında hapishaneye girdiğimde “bu hayat burada bitse de olur“ diye düşünmekte haksız sayılmam.
            Öleceğimi düşünmüştüm, olmadı. Örgütü birlikte kurduğum İlker ve Yüksel birer yıl arayla hayattan ayrılmışlardı. Büyük şans eseri de olsa hayatta kalmış olmak güzeldi ve de zordu. Güzel bir ölüm genç bir insanın bütün açıklarını kapatırdı, ama olmadı. Dahası, yakalandıktan sonra ağır bir haksızlığa uğradım. Takip sonucu yakalanmıştık ve çekilen fotoğrafları sadece ben değil, birlikte yakalandığım insanların çoğu da görmüştü. Sonlara doğru yakalanan kişi olmama rağmen yakalanmanın bir dönem bana bağlanması bende şok etkisi yarattı. Bu etki ilk mektuplarda da görülür. Kendini yeniden oluşturma, kişisel yapıyı baştan sona gözden geçirme süreci bu koşullarda başladı ve oldukça hızlı ilerledi. Yanımda dimdik ayakta duran bir kadının varlığı bana büyük destek oldu. Düştüğüm yerden bu kadına tutunarak doğruldum.
            Kendini yeniden yapılandırmada ne olduğunu yıllar sonra Hesse’nin Bozkır Kurdu’nu okuduğumda daha iyi anlayacaktım. Birisi kötü çocukluk ve asla içinde kalmak istemediğim o çevrenin etkisiyle şekillenmiş; diğeri ise yetenekleriyle yapabileceklerinin farkında olan iki Engin arasındaki kavga bitti. İlki çekingenliği ve güvensizliğiyle sürekli olarak ikincisini tutmaya çalışırdı. Aslında hayatın bir döneminde ilki de az şey yapmamıştı ama ikincisini aşırı bulurdu. İkisi anlaştı, birleşti. Mektuplar bu süreçteki iç konuşmaları, insanların, hayatın ve mücadelenin değerlendirilmesini anlatır; arka planda ise bir kadının büyük sevgisi vardır.
            Sonra ne oldu?
            Birbiriyle anlaşan iki Engin, Belma ile anlaşamadı.
            Hayatta bir amacın olmalıdır ve bu da insanın kendini gerçekleştirmesidir. Kendini gerçekleştirmek, sahip olduğun bütün yetenekleri sonuna kadar geliştirmek demektir. Bu, bireysel bir süreç değildir; insan ancak yeni bir toplum yaratırken kendini de yeniden yaratır.
            Bunlar eski düşüncelerimdi ama bu amacın gerektirdiği yapısal özelliklere yeterince sahip değildim. Mektuplar büyük bir sevginin temelinde yapının eksiklerinin tamamlanmasını anlatır.
            O tahliye oldu, benim ise müebbet alacağım kesindi ve nitekim öyle de oldu ama ben artık hapishanede değildim. Bir grup arkadaşla birlikte kendimizi tahliye etmiştik.
            “Ne olacağız biz?“ sorusu kalktı, yerini “hangi hayat tarzı?“ sorusu aldı.
            Karşı karşıya bir daha hiç görüşmedik ama 1983’te farklı hayat tarzları tercihimiz bizi –telefonla- ayrılığa götürdü ve 12 yıl sonra Belma beni tekrar buldu.
            Evliydi, iki çocuğu vardı, ekonomik durumu iyiydi ve kendi deyimiyle “orta sınıf kadını“ olmuştu. Bir dönem o yılları unutmuştu ya da o yıllar hayatın gailesi içinde geriye itilmişti. Sonra geçmiş onu çağırıyor ve yarım kalan birşeyler tamamlanmayı istiyordu. Telefonda anlattığına göre, o yıllar hayatının en güzel yıllarıydı ve o dönemi ben olmadan düşünebilmek mümkün değildi; denemişti ama olmamıştı.
            Geçmiş ikimizi de çağırıyordu ve yarım kalan yaşanmışlık tamamlanmayı istiyordu.
            “Hayatta istediğim herşeye ulaştım, bir tek sen kaldın.“
            Onun ulaştıkları, benim 17 yaşından beri reddettiklerimdi.
Başka türlü olması için her olanak var, ama hayır, bu hayatı yaşamayacağım.
Güçlü bir reddetme duygusunun varlığı olağanın dışındakini yaşamak ve bunu sürdürmek için olmazsa olmazdır ve bu da bende vardı.
            Yeniden görüşmek ikimizi de bir süre çok etkiledi ama ikimiz de bizi çağıran geçmişin insanları değildik. Farklı insanlarca bambaşka bir dekorda yaşanan ve yarım kalan geçmiş, değişmiş insanlarla tamamlanabilir miydi?
            “Ne olacağız biz?“ ve açıkça sorulmayan ama var olan “hangi hayat tarzı?“ soruları ve cevapları bitti. Birbirinden yıllarca uzaklaşan ama birbirini unutamayan iki insan bir kere daha karşı karşıya gelmeden telefonda ayrıldılar.
            Bende birşeyler tamamlanamadı, her zaman eksik kalacaklar ve ben o eksikle birlikte yaşamayı öğrenmiştim. Belma’yı hala seviyordum, ama 1977’dekini, 1997’dekini değil…
            Ayrıldığım her kadından sonra aklıma Belma gelir ve üzülürüm, ama 1977’nin Belması, sonraki bana yabancı Belma değil…
            Onun aklının bir köşesinde kaldığımı biliyorum; gerisini bilmiyorum…
            Son olarak okur, “Neden bu kadar geç?“ diye sorabilir.
            1996’da bana ulaşan mektupların yayınlanması neden bu kadar uzun sürdü?
            Bir dönem mektupları okuyamadım. Yazan ben bana yabancı değildi, ama artık epeyce uzaktı. Oldukça hareketli ve çok yönlü bir hayatım olmuştu ve yazan bir Engin idiyse şimdi neredeyse üç Engin vardı. Uzun zaman okuyamadım.
            Okuduktan sonra da el yazılı mektupları bilgisayara geçirmem uzun zaman aldı. Evli olduğum kadınlar Belma’ya düşmandı. Sevdikleri adamın hayatını bu denli etkilemiş bir kadının mektuplar aracılığıyla da olsa yeniden ortaya çıkmasını istemiyorlardı.
            Haklıydılar, yazamadım.
            Okur, yeni yalnızlığımı büyük bir hızla değerlendirdiğimi düşünmelidir. 
            Sağmalcılar hapishanesine 26 Ağustos 1977'de girdik. Üç hafta sonra cezaevindeki isyan nedeniyle sürgüne gittik.

            15.01.2013