GİRİŞ
Kitap sevdiğim bir kadına yazdığım
83 mektuptan oluşuyor. Bunlardan ilk üçü benimle aynı hapishanede (Bayrampaşa
ya da popüler adıyla Sağmalcılar) olan Belma Gürdil’e elden verildi. 70 tanesi
1977’de ülkenin ilk E tipi cezaevi olan Isparta’dan Bayrampaşa’ya yazıldı. 8
tanesi 1978-79’da yedi ay bulunduğum Konya Cezaevi’nden tahliye olmuş olan
Belma’ya yazıldı. Son ikisi ise uzun bir aradan sonra 1995-96’da Frankfurt’tan
Toronto’ya yazıldı.
Büyük çoğunluğu bir hapishaneden
ötekine giden bu mektuplar toplu olarak nasıl eline ulaştı diye sorulabilir.
Belma eline ulaşan (çok azı postada
kayboldu) bütün mektuplarımı saklar. Aramalarda el konulabileceğini düşünerek
içerde iken iyi arkadaş olduğu ve tahliye olunca da sürekli ziyaretine gelen
adli bir kadın mahkuma verir. Mektuplar dışarıda birikir. Tahliye olduktan
sonra sürekli polis takibi altında olmasına rağmen bir yolunu bulup mektupların
hepsini alır. Yurtdışına kaçak çıkarken beraberinde götürür (1979) ve 1995’e kadar
da saklar. (Bugün de durduklarına eminim.)
Frankfurt’tan yazdığım mektupta
“belki birkaç tane kalmıştır“ düşüncesiyle fotokopilerini istemiştim, büyük bir
paket geldi. Konya Cezaevi’nden yazdığım dört mektup mücadele anlayışı
analizlerini içeriyordu. Bunların okuru ilgilendirmeyeceğini düşünerek
çıkardım. Sağmalcılar’da yazılanlar arasında bulunan çok özel bir bölümü ve
Konya mektuplarında bulunan dönemin politik tartışmalarını da (…) olarak
belirterek atladım. Geriye kalan mektupların yaklaşık yüzde 95’idir.
Mektuplarda gerekli yerlerde dipnot
aracılığıyla açıklamalar yaptım.
Bazı mektupların üzerinde tarih
bulunmuyor ancak Belma bana sıralı gönderdiği için ve içindeki konulardan
hareketle sıraya koymak sorun olmadı.
Burada ne okuyacaksınız?
İnsan 83 tane ve bazıları da oldukça
uzun olan mektuplarda kendini sürekli tekrarlamadan bir kadına olan sevgisini
anlatabilir mi? Yoksa anlatılan başka bir şey midir?
Mektuplar yazarın dengesiz gelişmiş
yapısını düzene koymak, kişiliğini elden geçirmek ve geliştirmek için
kendisiyle yaptığı konuşmaları sevgisiyle birlikte kadına iletmesini içerir.
1970 Mayısında Ortadoğu Teknik
Üniversitesi’nde Sosyalist Fikir Klübü’ne üye olarak örgütlü devrimci
mücadeleye giren yazar; altı ay sonra Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu’nun
(Dev Genç) yayın organı İleri’nin son sayısının yazı işleri sorumlusu, bundan
üç ay sonra THKP-C’nin legaldeki yayın organı Kurtuluş’un yayımlanmasında görev
alanlardan birisi, 12 Mart 1971 sonrasında Ankara’da gizlenen dönemin tanınmış
devrimcileri arasında irtibat sağlayanlardan bir tanesi olur.
1974’te daha sonra Acilciler adını
alacak örgütün kurucuları arasındadır. 1975’te bir örgüte adını veren ve halâ hatırlanan Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nı yazar. 1977’de ölüm ve
yakalanmalar sonucu örgütün adını duyuran eylemlerin sürükleyicisi olmak
zorunda kalır. Hapishaneye girdikten sonra bir mektubunda içinde bulunduğu
durumu şöyle anlatır:
“Öyle bir gelişimim oldu ki yapım,
yeteneklerimin yaptıklarını zorlukla kaldırır oldu. Bu yapıyı sağlamlaştırmak
gerek ve bunun için de boşlukların dolması gerek.“
Almanya’da bir Kızıl Ordu Fraksiyonu
(RAF) militanı, “Ya devrim ya ölüm diyerek yola çıktık, ikisi de olmayınca ne
yapacağımızı şaşırdık“ diye yazar.
1971’in ölüm psikolojisi hepimizde
vardı. Anılarımızı sayıları gittikçe artan mezarlar dolduruyordu. Fazla
yaşayacağıma inanmıyordum ve bundan da çekinmiyordum. Sadece o kısa sürecek
hayatta bir ömrü yaşamak istiyordum.
22 yaşında ODTÜ’yü bitirdim,
ardından yüksek lisans yaptım, üç yıl devlet memuru olarak çalıştım, kısa
süreli askerlik yaptım, evlendim, kızım oldu, bir kadına (hem de nasıl) aşık
oldum. Bunlara politik faaliyeti de katın… 27 yaşında hapishaneye girdiğimde
“bu hayat burada bitse de olur“ diye düşünmekte haksız sayılmam.
Öleceğimi düşünmüştüm, olmadı.
Örgütü birlikte kurduğum İlker ve Yüksel birer yıl arayla hayattan
ayrılmışlardı. Büyük şans eseri de olsa hayatta kalmış olmak güzeldi ve de
zordu. Güzel bir ölüm genç bir insanın bütün açıklarını kapatırdı, ama olmadı.
Dahası, yakalandıktan sonra ağır bir haksızlığa uğradım. Takip sonucu
yakalanmıştık ve çekilen fotoğrafları sadece ben değil, birlikte yakalandığım
insanların çoğu da görmüştü. Sonlara doğru yakalanan kişi olmama rağmen
yakalanmanın bir dönem bana bağlanması bende şok etkisi yarattı. Bu etki ilk
mektuplarda da görülür. Kendini yeniden oluşturma, kişisel yapıyı baştan sona
gözden geçirme süreci bu koşullarda başladı ve oldukça hızlı ilerledi. Yanımda
dimdik ayakta duran bir kadının varlığı bana büyük destek oldu. Düştüğüm yerden
bu kadına tutunarak doğruldum.
Kendini yeniden yapılandırmada ne
olduğunu yıllar sonra Hesse’nin Bozkır Kurdu’nu okuduğumda daha iyi
anlayacaktım. Birisi kötü çocukluk ve asla içinde kalmak istemediğim o çevrenin
etkisiyle şekillenmiş; diğeri ise yetenekleriyle yapabileceklerinin farkında
olan iki Engin arasındaki kavga bitti. İlki çekingenliği ve güvensizliğiyle
sürekli olarak ikincisini tutmaya çalışırdı. Aslında hayatın bir döneminde ilki
de az şey yapmamıştı ama ikincisini aşırı bulurdu. İkisi anlaştı, birleşti.
Mektuplar bu süreçteki iç konuşmaları, insanların, hayatın ve mücadelenin
değerlendirilmesini anlatır; arka planda ise bir kadının büyük sevgisi vardır.
Sonra ne oldu?
Birbiriyle anlaşan iki Engin, Belma
ile anlaşamadı.
Hayatta bir amacın olmalıdır ve bu
da insanın kendini gerçekleştirmesidir. Kendini gerçekleştirmek, sahip olduğun
bütün yetenekleri sonuna kadar geliştirmek demektir. Bu, bireysel bir süreç
değildir; insan ancak yeni bir toplum yaratırken kendini de yeniden yaratır.
Bunlar eski düşüncelerimdi ama bu
amacın gerektirdiği yapısal özelliklere yeterince sahip değildim. Mektuplar
büyük bir sevginin temelinde yapının eksiklerinin tamamlanmasını anlatır.
O tahliye oldu, benim ise müebbet
alacağım kesindi ve nitekim öyle de oldu ama ben artık hapishanede değildim.
Bir grup arkadaşla birlikte kendimizi tahliye etmiştik.
“Ne olacağız biz?“ sorusu kalktı,
yerini “hangi hayat tarzı?“ sorusu aldı.
Karşı karşıya bir daha hiç
görüşmedik ama 1983’te farklı hayat tarzları tercihimiz bizi –telefonla- ayrılığa
götürdü ve 12 yıl sonra Belma beni tekrar buldu.
Evliydi, iki çocuğu vardı, ekonomik
durumu iyiydi ve kendi deyimiyle “orta sınıf kadını“ olmuştu. Bir dönem o
yılları unutmuştu ya da o yıllar hayatın gailesi içinde geriye itilmişti. Sonra
geçmiş onu çağırıyor ve yarım kalan birşeyler tamamlanmayı istiyordu. Telefonda
anlattığına göre, o yıllar hayatının en güzel yıllarıydı ve o dönemi ben
olmadan düşünebilmek mümkün değildi; denemişti ama olmamıştı.
Geçmiş ikimizi de çağırıyordu ve
yarım kalan yaşanmışlık tamamlanmayı istiyordu.
“Hayatta istediğim herşeye ulaştım,
bir tek sen kaldın.“
Onun ulaştıkları, benim 17 yaşından
beri reddettiklerimdi.
Başka
türlü olması için her olanak var, ama hayır, bu hayatı yaşamayacağım.
Güçlü
bir reddetme duygusunun varlığı olağanın dışındakini yaşamak ve bunu sürdürmek
için olmazsa olmazdır ve bu da bende vardı.
Yeniden görüşmek ikimizi de bir süre
çok etkiledi ama ikimiz de bizi çağıran geçmişin insanları değildik. Farklı
insanlarca bambaşka bir dekorda yaşanan ve yarım kalan geçmiş, değişmiş
insanlarla tamamlanabilir miydi?
“Ne olacağız biz?“ ve açıkça
sorulmayan ama var olan “hangi hayat tarzı?“ soruları ve cevapları bitti. Birbirinden
yıllarca uzaklaşan ama birbirini unutamayan iki insan bir kere daha karşı
karşıya gelmeden telefonda ayrıldılar.
Bende birşeyler tamamlanamadı, her
zaman eksik kalacaklar ve ben o eksikle birlikte yaşamayı öğrenmiştim. Belma’yı
hala seviyordum, ama 1977’dekini, 1997’dekini değil…
Ayrıldığım her kadından sonra aklıma
Belma gelir ve üzülürüm, ama 1977’nin Belması, sonraki bana yabancı Belma
değil…
Onun aklının bir köşesinde kaldığımı
biliyorum; gerisini bilmiyorum…
Son olarak okur, “Neden bu kadar
geç?“ diye sorabilir.
1996’da bana ulaşan mektupların
yayınlanması neden bu kadar uzun sürdü?
Bir dönem mektupları okuyamadım.
Yazan ben bana yabancı değildi, ama artık epeyce uzaktı. Oldukça hareketli ve
çok yönlü bir hayatım olmuştu ve yazan bir Engin idiyse şimdi neredeyse üç
Engin vardı. Uzun zaman okuyamadım.
Okuduktan sonra da el yazılı
mektupları bilgisayara geçirmem uzun zaman aldı. Evli olduğum kadınlar Belma’ya
düşmandı. Sevdikleri adamın hayatını bu denli etkilemiş bir kadının mektuplar
aracılığıyla da olsa yeniden ortaya çıkmasını istemiyorlardı.
Haklıydılar, yazamadım.
Okur, yeni yalnızlığımı büyük bir
hızla değerlendirdiğimi düşünmelidir.
Sağmalcılar hapishanesine 26 Ağustos 1977'de girdik. Üç hafta sonra cezaevindeki isyan nedeniyle sürgüne gittik.
Sağmalcılar hapishanesine 26 Ağustos 1977'de girdik. Üç hafta sonra cezaevindeki isyan nedeniyle sürgüne gittik.