Mektup 53-54-55

Mektup – 53
                                                                                        5 Ocak 1978
Sevgili Belma,
Tam sana mektup yazmaya oturmuştum ki mektubun geldi. 21 Aralık’ta yazılmış, 24’ünde postaya verilmiş ve on gün sonra elime geçti. Benden pek mektup alamadığından bahsediyor “ancak artık merak da etmiyorum” diyorsun. Yanlış saymadıysam eğer; uzun bir aradan sonra ilk mektubunu aldığım 21 Aralık’tan bugüne kadar yedi tane yazdım sana (bu dahil). 15 günde yedi tane, yani iki güne bir tane düşüyor. Hadi yaşadın yine! Sorduğun için söyleyeyim; özel ulak mektupların daha hızlı geliyor ama bilmem durumun mektup için fazladan masrafa elverişli mi? Ayrıca belirteyim bu zaman zarfında abine ve çocuk kıza da yazdım.
Avukat konusunda yazdıklarını aşağı yukarı ben de öğrenmiştim. Senin mektubundan sonra bir mektup da aileme yazacağım. Para konusunda sıkıntıya düştüklerine göre (ki söylediğin miktarı bulamamaları olanaksız) birisi para konusunda pürüz çıkarıyor ve bütün yük diğerinin sırtına biniyor bu nedenle. Ki abinle yapılan ve aktardığın konuşma da bunu doğruluyor. Belma, hayatta bazı insanlarla uğraşmadığıma pişman oluyorum burada. Bu insanlar uğraşılacak (olumsuz anlamda) ve zaman harcanacak özelliklere bile sahip değiller, bu nedenle de onlarla vakit kaybetmeyi uygun bulmazdım. Ama bazılarına iyi bir ders gerekliymiş gerçekten. Anneme mektup yazıp para konusunda benim için diğerinden birşey istememesini belirteceğim. Ben o adamdan hiçbir şey istemiyorum, o da benden birşey istemesin. Zaten ne verdi ki ne isteyecek? Birşey istemeye hakkı olması için insanın önce birşeyler vermiş olması gerekir. Bir daha ziyarete gelmemesini söyleyeceğim bu pis herifin. 
Abine gelince; nitelik olarak oldukça iyi bir insan olduğunu senin mektubunla daha iyi anladım. En azından, şartların kendi üzerinde yarattığı etkiye teslim olmuyor, tersine o şartları etkilemeye çalışıyor. Ne yazık ki kendi hayatımda en azından bazı özelliklerini örnek alabileceğim hiçkimseye rastlamadım. Bu nedenle de gelişimim hayatın etkileri altında benim iradem dahilinde oldu tamamen. Halbuki bir insanın hayatında (hele küçük yaşlardayken) sevip, güvenebileceği ve bazı iyi özelliklerini kendine örnek alabileceği bir insanın bulunması çok önemlidir. Dedim ya bu tür birine hiç rastlamadım ben. Bu tür bir gelişim iyi olduğu kadar kötü özellikler de kazandırır insana. Yalnız kaldığında, bütün güç elinde olduğunda ve buna karşılık pekaz umut ve olanak bulunduğunda çok şey yaparsın. Başka insanlarla beraber olduğunda o denli başarılı olamazsın. Dikkat edersen süreçte en başarılı olduğum zamanlar durumun en kötü olduğu zamanlardır, en yalnız olduğum zamanlardır. Bir mektubunda “sen kendini bir süreçle o kadar bütünleştiriyorsun ki...” diyordun. Belirttiğim gibi bazı yetişme özellikleri var ve bu süreç de sürekli olarak bu özelliklerin üzerine gitti, onları körükledi. Aslında bir sürecin yeni başladığı, inşaatının yeni yeni yükseldiği dönemlerde bu tür bir özellik, hayatın da gösterdiği gibi çok lazım olur. Çünkü insan bu zamanlarda çok şeyi kendi başına yapmak, sürüklemek zorunda  kalır ve sık sık yapılan da bu oldu zaten. Şu hayatı düşündükçe gözlerim yaşarıyor; istediğim herşeyi verdi. Bir insanın sadece yeteneklerinden değil kusurlarından bile faydalanması gerektiğini düşünürdüm. Bu olanağı bile verdi hayat, ben de elimi uzatıp aldım tabii.
Bu arada belirteyim; annemin benim için çok ümitsiz olduğunu yazmışsın (hayatı bitti, vs.) diyormuş. Bitse bile hiç dert değil (gene başladım değil mi), ama mektupta durumun böyle olmadığını da yazacağım. Bir de bu dünyada herşeyin zannettikleri gibi çıkar düşüncesine dayanmadığını artık herhalde biraz anladıklarını da belirteceğim.
Vatan ve Cumhuriyet’i biriktirdiğini yazmışsın benim için. Sağol ama onları ben de okuyorum burada. Vietnam ve Kamboçya arasındaki savaşı da okudun herhalde. Önce şaşırdım epeyce, ne yapıyor bunlar diye. Gazetelerde fazla bilgi de yok. Bu nedenle sağlam bir değerlendirme yapmak olanaksız. Ancak mutlaka bir nedeni de olması gerek. Tahminime göre şöyle: Çinhindi’nin kurtulmasında ana rolü Vietnam oynadı ancak zaferin meyvalarından bu oynadığı rol oranında faydalanamadı. Şimdi bunu elde etmek istiyor. Tahminim doğruysa eğer; suç sadece Vietnam’da değil, ona ihtiyacı olan şeyleri vermeyenlerde de. Bu kadar aşamadan geçmiş insanların şu yaptığına bak! Dün buradaki birkaç Kurtuluş dergisinden birini daha bitirdim. İtalya’da Mussolini’nin nasıl iktidara geldiğini ve bunda büyük bir potansiyele önderlik edemeyenlerin vahim hataları sıralanıyordu. Bunları okudukça bizim süreçteki hatalar çocuk oyuncağı geliyor bana. Samimiyet ve gerekli enerji kısa veya uzun zaman içinde herşeyi çözer.
Uzun zaman dedim de aklıma geldi. Pekçok insan için korkunç bir deyim bu. Kısa acılara iyi ve iyiye yakın dayanan pekçok insan uzun süre yaşayan hayattan uzakta kalmaya, hatta yalnız kalmaya dayanamıyor, çöküyor. Uzun zaman; hergün ortamın ve zamanın yıkıcı baskısına dayanmak hem de onlara karşı keskin tepkiler geliştirerek değil de ne yapılması gerekiyorsa onu yaparak dayanmak, aleyhindeki şartlardan lehine faydalanmak ve özelliklerini kaybetmemek tersine sağlamlaştırmak. Bunu yapacağım ve yapacağız. Yılmaz’ın Niğde’de idareye jurnalcilik yaptığından siyasilerin arasından çıkartıldığını duydun mu bilmem. Gerçekten yazık! Bırakalım başka şeyi sağlam bir küçük burjuva kişiliği bile kalmamış artık. Zamanın ve yıkıcı şartların etkisine dayanamadılar.
Bu arada bir konuya daha girmem gerek; “bazı insanlarla geçmişte uğraşmadığıma pişman oldum” dedim de aklıma geldi. Bu konu bir insan grubu içinde kendini savunmak ve kabul ettirmek ve bunun yöntemleriyle ilgili. Hayatın pekçok alanı vardır ve alanların tümünde birden bir insanın herkesten daha iyi olabilmesi olanaksızdır. İlk olarak bir insanın diğerlerine kendini kabul ettirmesinin yeterliliğe dayandığını kabul etmek gerekir. İnsan bir alanda daha yetenekli, verimli, ileriyi gören, vb. özelliklere sahipse o alandaki diğerleri onu kendiliğinden, herhangi bir zorlamaya gerek olmadan kabul eder (ancak Orhan abi gibi henüz büyüyememiş ve ruhsal olarak bazı bozuklukları olan ve hertürlü otorite altında bulunmayı, ona uymayı inkâr edenler bu konuda pürüz çıkarır). Bu tür otorite temel olarak en sağlam olanıdır; çünkü tamamen ikna ve herkesin kabul ettiği yeterliliğe dayanır. Şüphesiz yeterliliğe dayanmayan ikna yöntemleri de vardır ve alanlar çoğaldıkça (ki bir insan genellikle bir tek alanda kalmaz) bu yöntemin zararlı ve yararlı yanları da açığa çıkar. Bir alanda herkes tarafından kabul edilen birisinin başka bir alana geçtiğini varsayalım. Bu alanda kendini nasıl kabul ettirecektir? Önce kaçınılmaz olarak bu yeni alandaki insanlar, eski alandan gelen bu insanın eski başarılarının etkisi altındadırlar. Başlangıçta düzeni sağlamak için bu eski başarıları bir ölçüde kullanmak gerekir yoksa yeni alana uyuncaya kadar düzensizlik başlar. Ancak bu evre mümkün olduğu kadar kısa sürmeli ve o alanda da kendini kabul ettirmenin temeli yeterlilik üzerine oturmalıdır. Bu konuda iki hata yapılır: Birincisi; hep geçmişle öğünmek ve yeni süreçte, bu yeni alanda yetersiz olunduğu ve gereken gayret sarf edilmediği halde  kendini geçmişe dayanarak saydırmaya çalışmaktır. Bu özellik kariyerist kişilere özgüdür ve avukatta da bunun en güzel örneğini görürüz. İkinci hata ise yeni bir ortama girildiğinde eskinin başarısını hiç kullanmamak ve kendini kabul ettirmeyi tamamen yeterliliğe bırakmaktır. Ancak yeni ortamın öğrenilmesi zaman ister ve bu zaman zarfında da az da olsa eskinin başarısının kullanılması gerekir düzensizlik doğmasın diye. Diyeceksin ki neden bu yeni alanın insanları başka yerden gelen ve bu alan hakkındaki bilgisi ancak genel olarak yeterli birine ihtiyaç duyuyor. Süreç daha yeni de ondan. Ve bu nedenle de süreç bazı insanlardan bütün alanlarda yeterlilik bekliyor. Duygusal profesyonel bu ikinci hatayı yaptı sık sık. Yeni bir ortama girdiğinde eksinin başarısından hiç bahsetmedi ve halâ pekçok kişi onun süreç içindeki gerçek rolünü bilmez, bilmesine de gerek yoktur. Bu yeni alanda kendini eski başarılarla değil genelin bilgisiyle kabul ettirir ve o alanı öğrenmeye başlar. Bu zaman zarfında yeni alandaki kaçınılmaz yetersizliğinden dolayı bazı insanlar tarafından yıpratılır. Her alanda en iyi olmak ondan beklenir (ki bu olanaksız) olmayınca veya olması için zaman gerekince de eleştirilir (bu kelime hafif kalıyor olanlar yanında). Sürecin yeniliğinin bir gereğidir bu, o henüz emekleyen bir çocuktur ve yeni yeni ayağa kalkmaya çalışmaktadır. Çimende veya betonda, yağmurda veya karda, sıcakta veya soğukta birine tutunup ayağa kalkmaya çalışır. Bazan kalkar bazan da dizüstü düşer. Her şart altında, her şarta uyup yanındaki insanın onu kaldırmasını ister. Bu olmayınca veya yeterince olmayınca da kızar. Bir çocukluk hastalığıdır bu, en iyi ilacı da enerji ve zamandır yani çocuğun büyümesidir. Duygusal profesyonel yıllar öncesini hatırlar: Bu süreci nasıl kaldıracağız diye düşünen, birisi başı çekse diye birbirine bakan, kimse bunu tam olarak yapamayınca da bibirine kızan insanları hatırlar. Hiçbir insan her alanda en iyi olamaz. “Ne Yapılmalı?”nın yazarını ele al; çokşey bilir ama pratik askerlikle ilgili hiçbir bilgisi yoktur. Dimitrov’u düşün: Öteki meşhurlar içinde uzun süre içerde kalan ve kendine ‘yakın alaka’ gösterilen tek insandır ve bu süreçte mükemmel davranmıştır. Ama teorik konularda da öteki insanlara göre oldukça zayıftır. Neyse, sonuç olarak bir hayat daima içinde yaşanılan süreci yansıtır. Bu anlamda da insan bazan hayat ile yarışa girmek zorunda kalır; sürecin ondan istediklerini verebilmek için. Hiçbir şey bilmeden girdiği süreçte önce öğrenmesi gerekir; genel doğruları ve yaşadığı anı doğru analiz etmeyi. Sonra insanları biraraya toplamayı ve sürüklemeyi, ardından da askerliği. Hepsinde en iyi olmak zorundadır ve buna çalışır ve ardından da yapı yeter be! diye bağırmaya başlar.
Bugün Afyon’dan yine mektup geldi. Havadan sudan bahsediyorlar, nasılsınız diyorlar. Bunlar çözülür gibi ama bakalım.
Demek sık sık zihnini yoklayıp sesini unuttum mu, gülüşü nasıldı diye düşünüyorsun ha! Hapı yuttuk desene. Gün gelip beni tanımayacaksın galiba. Hemen kızma canım şaka yapıyorum. Ben senin ne sesini, ne gülüşünü, hiçbir şeyini unutmadım. Adeta hep yanımdaymışsın gibi canlısın zihnimde. Senin ifadenle “Ay Allahım ne kadar özlüyorum ben bu kadını.” N’olucak şimdi.
                                                                                                       Senin E.

Not 1: Ortam nasıl. Siyasal öngörümüz fena değilmiş hani. Seçimlerde yapamadıklarını şimdi hem de bir sürü zammı MC’ye yükleyip yapıyorlar.
Not 2: Televizyonda Napolyon serisi var. Burada olmadığından ben seyredemeyeceğim. Yerime sen seyret, çok severim ben bu adamı.
Cumartesi de “400 Darbe” var. Ben on sene önce Sinematek’te görmüştüm. Çok yakın bulmuştum o çocuğu kendime.


Mektup – 54
                                                                                        9 Ocak 1978
Sevgili Belma,
Bugün 7 Ocak Cumartesi ve bir mektubun geldi. Tarih yok ama anladığım kadarıyla 26 ve 27’sinde yazılmış ve 30’unda postaya verilmiş. Mektubunda benim bir mektubumu aldığını yazıyorsun; ancak mektuptaki ifadenden daha önce de bir mektubum olduğunu tahmin ettiğini yazıyorsun. Mektuplarının geliş sırasını önceden yazmıştım sana. İlk mektubun 16 Aralık’ta yazılmıştı, 21’inde elime geçti (özel ulak). Sana 22 ve 23’ünde cevap yazdım. Sen ikincisini almışsın herhalde; birincisi de gelmiştir sanırım. Bu 16 Aralık tarihli mektubun benim için özel bir değeri var. Hayatımda üç kez bir olaydan sonra hemen hiç uyuyamadım. Birincisi 1969’da. Analitik kimya sınavındayız, iki ay kadar önce de TUBİTAK’ın burs sınavına girmiştim. Bu bursun alınması benim için ölüm kalım meselesiydi; böylece maddi bağımsızlığımı önemli ölçüde sağlayacaktım. Burs karşılıksızdı ve pek az kişiye veriliyordu. Sınavın sonlarına doğru daha o zamandan ileride beni asistan almak planları kuran analitik hocası gelip bursu kazandığımı söyledi. Kalemi kağıdı bıraktım, hiçbir şey yazamadım. O gece de hemen hiç uyumadığımı hatırlıyorum. O zamanki şartlarımda büyük zaferdi benim için. İkincisi, 19 Ağustos gecesi Sirkeci’de. Alındığımda, çıktığım yer öğrenci evi onun içindir diye düşünüyordum. Sonra resimler, isimler, randevular, son işi duyunca buz kestim. Bir hafta boyunca yaptığım tüm hataların yüzde 80’i orada oldu zaten. Gece korkunç yorgunluğa rağmen hiç uyuyamadım ve şuna eminim; o gece kafayı oynatmadım ya daha hiç oynatmam artık. Üçüncüsü de bir aylık aradan sonra senin mektubunu aldığım günün gecesidir. O kadar etkilendim ki bütün gecem seninle geçti. Birlikte olan zamanlarımızı düşündüm. Şu işe bak: Bir mektupla hayatımda iki kez olan şeyi üçe çıkardın, no’lucak şimdi.
Şimdi Ankara’dan da telgraf geldi. Mektubunu on gün önce aldım, biz iyiyiz, cevap yazacağım diyor. Cevap neden bu kadar geç oluyor diye düşündüm. Herhalde trencilerle çok meşgul da ondan olsa gerek. (52) Neyse, sizin orada olanları duymuştum ama senin yazdığın kadar detaylı değil tabii. Burada sadece iki koğuşta TV yok, birisi de burası. Radyo desen hiç yok. Diğer siyasilerle ilişkilerini yazmışsın. Beklediğim gibi, hangi çevreye girsek kabul ettiriyoruz kendimizi. Burada hep birlikte iken durumu sana yazmıştım. Yalnız sen bana göre oldukça hareketlisin. Ben gene eskisi gibi çok az konuşuyorum. Şu Kubilay denen herifi biz oradayken çok aramıştık; bir ara içerde olduğu şeklinde bir şey duymuştuk çünkü. Araştırdık, bizden önce girip çıkmış. Yazık oldu ya neyse. Belli olmaz belki bir gün...
Mektubundan anladığım kadarıyla sabah ve akşam sporun var. İyi iyi. Ben epeyce zamandır spor yapmıyorum. Aslında yapmak gerek ama zaten ne gıda alıyoruz. Ayrıca düşündüğüm önemli bir konuyu yazıyorum. Biliyorsun garip bir bünyem var; çok düşününce bedenim yoruluyor.
Bu mektubun gelmeseydi sana Salı günü avukat geldikten sonra yazmayı düşünüyordum. O zaman gene yazarım ama mektup geldiğine göre şimdi de yazmak gerek. İstersen yazma, yazmamak mümkün mü zaten. Okunacak kitapları da tükettik, umarım avukatla kitap gelir.
Bugünlerde aksiliğim üzerimde; kafam iyice meşgulken benim için ıvır zıvır konularda konuşmalar olmuyor mu tepem atıyor. Herkesin derdi af burada. Sabah akşam aynı konu, gına geldi artık. Geçenlerde üçümüz bir müddet biraraya geldik de avukat gelmeden önce dosya üzerinde konuştuk. Bizim İbo’nun kafasında da sürekli aynı konu var: Kaç ay sonra çıkacağını hesaplamak veya 81’de dışardayız. İçimizde en sıkıntılı o. Bir zamanlar böyle sık sık ne zaman çıkarız diye düşünmemesi gerektiğini anlattım. Doğru diyor ardından gene aynısını yapıyor. Hem çok iyi özellikleri olan hem de çok tedirgin bir çocuk. Bu sefer konuştuğumuzda; mahkemeye mutlaka gidelim dedi. Bir dahaki sefere benim şahitler gelir ve çıkarım. Ben de makaraları koyverdim. Gülmemek elde değil birader, o kadar tabii bir şekilde söylüyor ki. Hatırlıyor musun; dışarıda iken bir ara çeşitli arkadaşlardan konuşurduk. O zaman gülmemiştik ama şimdi düşündükçe gülüyorum: Ben filan şu işi yapar, şuna yarar diyordum. Sen de sevimli çocuk, dünya tatlısı çocuk diyerek herkese birşeyler söylüyordun. Kişisel özellikleri yansıtan ve ne kadar enterasan değerlendirmeler değil mi! (Gülme!) Biraz hakkın var galiba; bizim arkadaşların hemen hepsi (senin deyiminle) tatlı insanlar.
Orada siyasi koğuş açıldığını yazıyorsun, ben de şimdi yeniden dağıldığını duydum. TV’de dün gece dinlemişler, benim şimdi haberim oldu. Ne dönemde girdik be, görmediğimiz şey kalmadı. Bir ara senin için meraklandım ne oldu acaba diye. Sonra düşündüm ki birşey olması az ihtimal. Diğerlerinin gittiği iki yer uzak ama nitelik olarak iyi. Belki duymuşsundur şöhretini; duygusal profesyonelin bulunduğu yer gerek yatanlar ve gerekse de iç düzeni yönetenler açısından en paspal yer. Nerde yaramazlık yapan varsa aynı yere geliyor; çoğu yılmış ve çökmüş. Olayın ise duygusal profesyonel ve yakınları karışmadıkları halde nasıl verildiğini yazmışsın. Karışacak bir durum yokmuş zaten. Çok sınırlı kalan, ani ve bilinçsiz, adeta iş olsun diye bir patlama. (53) Zaten haberleri olduğunda iş işten geçmiş. Neyse, kendileri bulunmasalar bile adları yürüyor. Bu da tesadüf değil; kesinlikle boyun eğmemenin ve bunu da karşısındakine hissettirmenin sonucu bu. Mektubunda bir şiir yazmışsın; dayan nerede olursan ol diye başlayan. Evet, öyle olmalı. Uzun süre baskıya karşı hergün dayanmak. Senin bahsettiğin gazetedeki haber aslında onların uydurması değil (senin de karıştırılman uydurma tabii). Biraz kızacaksın ama birşey söyleyeyim: Bayağı meşhur oldun yani (film çevirecek kadar). Bak anlatayım sana millet seni nasıl biliyor: Gözü kara, attığını vurur, en zor işi bile planlar, çok işe girmiş, konuşmaz vb. Bir gün (başka bir koğuştaydım) senden bana çok mektup gelmesi birinin dikkatini çekmiş, sordu. Ben de söyledim beraberliğimizi. Adamın bana bakışını ve söylediklerini hiç unutmam: “Sen çok sakin ve sessiz birisin. Nasıl olacak bu iş. Yandın valahi.” Adam bana acıyarak bakıyordu adeta. Gördün mü başıma geleni, nolucak şimdi.
İlk karşılaştığımız günü yazmışsın. Haklısın, zorunluluk sonucu bir arada duran insanlar gibiydik. Ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum şimdi ama herhalde havadan sudan bahsetmiştik. Benim de aklıma sık sık 76 sonlarında seninle bir buluşmamız geliyor. Bir sürü insandan ayrılmıştım ve çok doluydum. O soğuk havada iskele önündeki parkta oturmuş ve bir saatten fazla anlatmıştım. Sen hiç sesini çıkarmadan dinlemiştin. Hatırladın mı bilmem. Daha o zamandan bile böyle konuları anlatacak başka kimsem yoktu. Sahi, şimdi bazan düşünüyorum da hayret ediyorum. Bir saatten fazla ağzını açmadan, lafımı kesmeden nasıl durabildin sen?
Bugün Pazar, yarın avukat gelecek. Umarım kitap getirir. Ben önemli bir yazıyı bitirdim. Şimdi ise hem biraz okuyup hem de epey zamandır ara verdiğim kendi hayatım üzerinde yeniden düşünmek istiyorum. Çünkü verdiğim ara artık beni rahatsız etmeye başladı, değişim olduğunu hissediyorum ancak buna bir yön vermem gerek. Bugün bir süre düşündüm ve şuna karar verdim: Biliyorsun hayat duygusal profesyonele ağır bir rol yüklemişti. Bu rolü bütün fonksiyonlarıyla yerine getiremedi yani bulunduğu yerin adamı değildi. Ancak bunun yanısıra küçümsenemeyecek başarılar da var; bunlar nereden geldi? Başarı ve başarısızlık incelendiğinde ilginç bir sonuç çıkıyor ortaya: Başarıların tümü yeteneklerle ilgili alanlarda (durumu kavrama, hızla öğrenme, dağınık düşünceyi sistemleştirme vb.). Başarısızlıklar ise genellikle yapısal özelliklerden geliyor (yapısal özelliklerin sürükleyicilik vb. iyi yanları da var tabii). Ancak insanları az tanımak, içe kapanıklık, bireysellik vb. özellikler genellikle hata kaynağı oluyor. Yani yetenek olarak tarihin yüklediği rolü başarmak için eksik yok. Eksik; eski hayatla biçimlenen yapının kısa sürede gelinen bu yere uyamamasından geliyor. Üstelik bu yapı sürekli olarak uğraşılmak da istediğinden enerjinin bir bölümünü de yutuyor. Değişmesi gereken bir yapı zaten.
Günaydın’da bir yazı dizisi vardı, Lübnan’la ilgili. Bilmem okudun mu? Yazar olanlara eklemeler yapmış ve masallaştırmış biraz; ancak gene de etkileyici. İki Filistinli sağ dönmeleri olanaksız olan bir işe gitmeden önce geçmiş hayatlarını düşünüyorlar. Birisi; benim hayatımda hiç güzel şey yok diyor. Bayağı hoşuma gitti bu laf. Bir güzel şey vardı hayatımda ondan da uzak kaldık. Hayat değil trajedi sanki. Aslında böyle değil durum, başka insanları tanıyınca daha iyi anlıyorsun bunu. Ne acılar ne trajediler var. Bomboş ve bir hiç uğruna geçirilen hayatlar. İnsan öğrenince önce şaşırıyor ama sonra anlıyor ki çok insanın hayatı böyle.
Dosyaları tekrar inceledim. Bu arada Ali ile de yapılan spekülasyonlar üzerine konuştum. Onun fikri; herbirimiz bir yerdeyken bu konu üzerinde konuşmak laflar yanlış ulaşacağı için daha da zararlı olur. Biraraya gelmeyi beklesek daha iyi olur dedi. Spekülasyona kesinlikle karşı olduğunu ve bunu orada iken söylediğini de belirtti. Neyse, herhalde böyle yapacağız. Dosyada tek çözemediğim konu bizim çok konuşan ve tahliye olan arkadaşın evi. Bir yerde adresi filan mı vardı yoksa izleme mi çıkaramadım.
Aklıma gelmişken söyleyeyim: senin yazdığın ancak göndermediğin uzun mektuplarını bu sefer de okuyamayacağım. Çünkü tahminim oldukça yer tutarlar ve bir defa okuyup atmak durumunda kalmayı da istemiyorum. Bir gün okurum elbet.
Mektubu burada kesiyorum. Yarın avukatla neler konuşacağımı yeniden gözden geçirmem gerek. Nerede olursa olsun yanında olabilseydim diyorsun. Üzülme, ergeç birgün yine beraber olacağız. 
                                                                                                        Senin E.

Not: Vatan’daki yazı dizisini okumuşsundur. Arjantin ile ilgili kısmı tekrar oku (14-18 nolar arası). Ben 16’yı okuyamadım; o gün hiç gazete gelmedi. Tüm yazı dizisi içinde politik bakımdan en olgun değerlendirmeleri yapıyorlar. Bildiğim kadarıyla Latin Amerika’da politik yönü en gelişmiş teşkilatlar Arjantin’de. Şili’nin değişimi de çok önemli (burada da 2’yi okuyamadım). 18’i oku, gevşek bir yapı nelere yolaçıyor ve bu yapıdan nasıl kurtuluyor ve gelişiyorlar.

DİPNOTLAR:
 52. 1976 sonunda bizden ayrılan bir grup Devrimci Savaş adını almış ve bir süre sonra da Lalahan’da trenle götürülen yüksek miktarda paraya el koyarak o günlerin en büyük soygununu yapmışlardı. Bir bölümü daha sonra yakalandı ve Rıza’nın da bulunduğu Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’ne konuldu.
53. Isparta cezaevinde kendiliğinden çıkan ve birkaç kişinin katıldığı küçük bir isyandan söz ediliyor. Başlangıçta durumu anlamayan ve paniğe kapılan cezaevi yönetimi “siyasilere uymayın” diye anons yapmıştı. İsyanla hiç ilgimiz yoktu ama gazeteler tersi yönde haber vermişlerdi. 


Mektup – 55
                                                                                      10 Ocak 1978
Sevgili Belma,
Bugün avukat geldi, epeyce konuştuk. Gittikten hemen sonra sana yazmaya oturdum. Mektubunu da aldım.
Önce avukatla konuşmadan başlayayım (bu arada belirteyim abinle görüşemedik maalesef). Spekülasyonlar konusunu kısaca açtım ve ortak kararımızı söyledim. Bir cevap getirmedi. İyi görünüyor ancak çeşitli kişisel özellikleri tabii ki değişmemiş. Yalnız bu adamın anladığım kadarıyla içeri alınmamızın nasıl olduğu konusunda hala doğru dürüst bilgisi yok. Arada sorduğu şeylerden anlıyorum bunu; izlenme konusunda bile kuşkuları var adamın. Konu açıklanmadı mı yoksa açıklandı da anlamak istemiyor artık bilmiyorum. M. Altan denilen herif bu konuyu bana (moralimi bozmak için tabii) o ‘yakın alaka’ sürecinde ısrarla belirtmişti: “Sen istediğin kadar bir sürü şeyi gizlemeye çabala; arkadaşlarının senin için ne düşünecekleri belli. İzlemeye inanmayacaklar ve nereden çıktı bu kadar şey diyecekler, hapı yuttun vesselam.” (54) Gerçi akrabaların çoğunluğunun böyle düşündüğünü de sanmıyorum ama; neyse. Afyon’dakilere de haber gönderdim.
Baldızın mektubunu da okudum. Şu neticeye vardım: Bazı insanlar vardır, hayattan ne istediklerini bilmezler. Olayların akışına göre bir o yana bir bu yana gider gelirler. Hiçbir işte sebat edip de sonuna kadar gidemezler ve bu nedenle de bir tabirle “ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamazlar”. Baldız da tam bu tip işte. Belirli bir dönem gerek yanındakilerin ve gerekse de ortamın etkisiyle belirli şeylere heves etmiş ve bir sürece girmiş. Girmiş ama bir süre sonra karşısına çıkan zorluklar, sorumluluklar sonucu burada da ileri gidemez olmuş. Mektubunda bu konu çok açık. Yapı, insanlardan çok şey istiyordu diyor. Eh tabii. Bir yapı daima kendi insanlarından çok şey ister; hele yapı daha yeniyse. Bundan daha da önemlisi; ben ondan çok şey istendiğini de sanmıyorum. Tanıştıktan sonra uzun bir süre yetişmesi için uğraşıldı ve öyle fazla birşey de beklenmedi. O süreçte bir sürü insan birşeyler kazandı da o neden kazanmadı? Belki biraz kazandırılamadı, kabul; ama o da kazanmak için gayret göstermedi. Daima büyük bir güç arıyor kendi dışında; o gücü bulunca onunla birlikte (gitmek demeyelim de) sürüklenmeye hazır. Ama iş o büyük gücün hazırlanmasına gelince kenara çekiliyor. Bu yönden bakılırsa hiç de özel bir insan değil, tersine genel eğilimi yansıtıyor. Üstelik gidebileceği bir yer, seçebileceği yeni bir hayat da yok. Bu kadar çok şey görüp öğrendikten sonra istese de uyamaz başka bir hayata. O da söylüyor zaten: “Yeni kurduğum hayat beni kesinlikle mutlu etmiyor.” Bu saatten sonra yeni bir hayata da uyamam diye ekliyor. Ne bizim hayatımıza tam olarak girebiliyor ne de çıkabiliyor. Tam olarak girmemek için bulduğu bahaneler aslında onun ihtiyacı olan şeyler; yoksa meselenin esas olarak kendi yetersizliğinden kaynaklandığını düşünecek ve kendini suçlamaya başlayacak. Bu bahanelerle kendini haklı göstermeye çalışıyor ama zamanla da bu durum ortadan kalkacak. Uyum sağlanamayan bir hayat ve kendini suçlayan bir insan. Hiç de iyi bir yere gitmiyor sözün kısası. Çok yazık oldu gerçekten. Gelelim senin mektubuna:
Kazakları ve diğer eşyaları aldık. Kazağım gerçekten çok güzel olmuş (kolları biraz kısa ama hiç önemli değil. Önemli olan kazağın kendisi. Hemen giydim ve birisi sarılmış gibi hissettim bana). Mektubunda zaman zaman olan bir rahatsızlığın nedeniyle çok sinirli olduğunu yazıyor ve ekliyorsun: Dışarda olsaydı gömülür göğsüne ağlar ve rahatlardım. Böyle olacak dışarıda olsaydık ve son zamanlarda da böyle oluyordu biliyorsun. Bugün böyle olmasının nedeni bazı biyolojik ihtiyaçlardan geliyor. No’lucak şimdi! Bu arada baldız ile ilgili olarak hemen belirteyim. Ben biraz abartmıştım şu el tutmayı sana yazarken. Elini tutmadım, sadece bu işi yaptık gibilerden şöyle bir dokundum o kadar. Peki peki dediğin olsun. Zaten burada birşey yapamam, kimseye de mektup yazmam. Zaten bütün yazdıklarım hakkında da sana bilgi veriyorum. İyi valla, hapı yuttuk resmen. Geçen mektupta yazmıştım; seninle beraberliğimizi söyleyince adamın birinin bana nasıl acıdığını. Haklı galiba adamcağız! Neyse şaka bir yana şu gerçeği sen de belirtiyorsun: Beni hiç kimse senin kadar sevemez. Çünkü herşeyden önce gerçek bir sevgi; anlamayı, alayışı gerektirir. Hiç kimse beni senin kadar anlayamaz, tanıyamaz ve sevemez. Şöyle yazıyorsun: “Bir kere senin başka insanlardan farkın şu. Bir insana seni sevebilme fırsatını da sen veriyorsun. Nasıl mı? Yaklaşıp, ona açılarak (...) Bana fırsatı verdin bu çok önemli, ama ben de verdirdim bu fırsatı kendime sanıyorum. Böyle ikili bir yanı var birbirimize yakınlaşabilmemizin. Ancak şunu iyi biliyorum ki ben seni ilk tanıdığım zamandan beri tamamen değilse bile bayağı iyi anladım. Çünkü birçoklarına göre en az hatta hiç yadırgamadım senin bu değişik kişiliğini. Ve bir yerde ilişkimizde nitelik sıçraması yaptıran bir neden de bu. Yani diğer bir sürü insana göre seni anlayabildiğimin farkında olmam ve bunun birikimi.” Tamamen haklısın. Birbirimizi tanıdıktan sonra daha ilişki bir nitelik sıçraması yapmadan bile çok şey anlatmıştım sana (hemen her konuda). Ve ben bunları hayatımda kimseye anlatmadım bu kadar detaylı olarak. Aslında büyük bir ihtiyaçtır bu. Bazan anlatmayı da denedim ama karşımdakinin aptalca bakışını görerek veya sorduğu anlamsız sorulara bakarak birşey anlamadığına karar verdim ve kestim. Ben fırsat verdim ve sen de bu fırsatı verdirdin. Bu konuda da haklısın yalnız eklemem gerek: Bunlar ayrı ayrı değil birbirini doğuran şeyler. Ben anlatıyorum, sen de dinliyorsun. Bu normal ve pek çok insanla da oldu. Değişik olan senin anladığını hissetmem ve bunu hissedince de daha çok açılmam. Nasıl mı anlıyordum bunu; arada söylediğin lafların arasına sıkışan şeylerden. Örneğin 76 yaz başlarında sahil yolunda yürüyüp de orada bir banka oturup konuştuğumuzu hatırlıyorum. Sonra kalkıp Sirkeci meydanına geldik; havadan sudan konuşuyorduk. Ailenin sana olan baskısından bahsettin, bundan kurtulmak için evlenmek mi lazım diye düşündüm ama sonra vazgeçtim dedin. Ve ekledin: Bazı insanlar sana ihtiyacım var onun için seviyorum der, halbuki seviyorum onun için ihtiyacım var demek gerekir. Ben anlayacağımı anladım bu kadarcık laftan (sanırım 26 tarihli mektubumda bu konu detaylı olarak vardı). Bilmem hatırlayabildin mi bu konuşmayı? Bir özelliğim vardır: Önem verdiğim bir insanın hiçbir davranışını ve hiçbir sözünü unutmam. Önceden de yazmıştım ya; bir nitelik sıçraması olmadan da çok yakındık birbirimize. Sen beni anlıyordun bunun birikimi vardı ve ben de bu durumun farkındaydım. Onun için (biraz da şartların yardımıyla) ilk adım büyük bir adım oldu.
Bir mektubunda “’sen sadece sağlam bir arkadaş, iyi bir yoldaş, güçlü bir insan değil, gerçek bir kadınsın da’ diyorsun. Ben bu kadarını hakettim mi Engin” diye yazıyorsun. Şuna emin ol ki fazlasıyla hakettin bunu. Gerçek bir kadın olmak; benim için öylesin. Gerçi belirttiğin gibi bazı şeyler çok önemli gerçekten. İki insanın bütünleşmesinin doruk noktası olur bu bazı şeyler (tabii bizimki gibi beraberlikler için geçerli bu). Bu konuda hiçbir zorlamam olmadı biliyorsun, sana bıraktım. Karşındakini tanı, düşün, beraberliği değerlendir ve bir sonuca ulaş. Olmasını çok isterdim aslında, gerçekten çok istiyordum. Neyse, dediğim gibi bir gün mutlaka...
Akşam oldu. Bu kazak da çok ısıttı beni. Birinin sıcaklığını hatırlatıyor bana. 
Abin bana mektup yazabilir. Bazı şeyleri başka düşündüğünü biz de biliyoruz zaten. Bu nedenle çekinmesine hiç gerek yok. Yazmak istiyorsa eğer, nasıl istiyorsa öyle yazsın.
Çocuk kız konusunda anlaştık nihayet. Sonuna kadar gider, bunu yapabilecek bir insan. Baksana, selam söyle ona.
Gülen’e gelince; ne kadar yazabiliyorsa o kadar yazsın. Beklerim mektubunu.
Neler yediğimi yazmıştım sana önceki bir mektupta. Boğazımıza düşkünüz ama ne yapalım, idare ediyoruz işte. Çarşafım var. Burada her hafta genellikle sıcak olan bir de hamam var ama ben genellikle her hafta gitmiyorum. On beşte bir filan. “En önemlisi ayaklarını ne kadar zamanda bir yıkıyorsun” diyorsun. Dışarıda iken de ayaklarıma çok takardın kafanı. Söyleyeyim: Ne zaman banyoya gidersem o zaman. Zaten çoraplarımı da ancak o zaman değiştiriyorum. Ama bilirsin pek kirlenmez benim ayaklarım. Hem birazcık pislikten de bir şey olmaz insana. Sabahlık örmene gerek yok aslında; bilirsin özellikle sabahları yüzümü yıkamayı hiç sevmem. Senin bu konudaki söylenmelerin hala aklımda. 
Giap’ın bir kitabı vardı hatırlarsın; askeri sanattan bahseden. Bir yazıyı bitirdim ve yolladım. Başlığı aynı sayılır. Sadece halk yerine öncü denmiş. (55)
Senin bulunduğun yerdeki akrabaların durumundan bahsetmişsin. Davranışın tamamen doğru, bazılarının yaptığı itiraz böyle dönemlerde geçerli olamaz. Her şart altında insanların kademe kademe ilerlemesi beklenemez. Bundan daha da önemlisi; gerekiyorsa eğer itiraz edilir, konuşulur ve tartışılır ama son tahlilde merkezi otoritenin kararı esastır. Yöntemlerini değiştirmediklerinden (bazı konularda) bahsediyorsun; bunu tahmin ediyordum zaten. Her yer birbirine benzemez elbette. Detaylı bilgim olmadığından başka yazamıyorum. Yalnız aman fazla açılıp saçılmasınlar. Bu konu çok önemli.
Belirttiğim gibi bir konuda başkentteki arkadaşla çok benziyoruz: Sorumluluklar ve yalnızlık. Bu sürecin içindeki yalnızlığı ikimiz de çok iyi hissettik. Yalnız bugün şunu da hissediyorum kuvvetle (aldığım aberlerden kaynaklanıyor bu biraz da): Toprağa atılan tohumlar filizlendi, başlangıçta narin bir fidandı o ama şimdi ağaç olmak yolunda. Sağlam ve gittikçe büyüyen bir ağaç. Büyüdüğü, geliştiği herşeyden önce onu ekenlerin, narin bir fidanken onu her türlü güçlüğe rağmen koruyanların aşılmasından, eski önemlerini kaybetmesinden belli olmuyor mu? Düşündükçe bunu gözlerim yaşarıyor. Biliyorsun ben hiç de dışarıdan göründüğü gibi sessiz, sakin birisi değilimdir; içimdeki fırtınayı dışarıya vurmam sadece. Çok kızdığımda, çok duygulandığımda gözlerim yaşarır. Herşey bir yana gene de şanslı sayılırım hayatta. Yapamadığımız, yetersiz kaldığımız, başarısız olduğumuz şeyler oldu; ama geride de gittikçe büyüyen bir ağaç bıraktık. Ankara’daki vatandaş da ötekiler kadar olmasa bile bu ağacın yetişmesinde önemli katkıları olan birisidir. Evet, herşeye rağmen gittikçe büyüyen bir ağaç var. Gördüğü felaketler onun daha da hızlı büyümesinden başka şeye yaramıyor. Ve baktıkça gözlerim yaşarıyor bu ağaca. Bundan sonra sürecin içinde nerede yer alırız bilinmez; o kadar da önemli değil bu zaten. Şöyle veya böyle bir yerimiz olur. Ama geçmişe baktığımızda, detaylar kaybolduğunda, genel olarak baktığımda görevimi yapmış hissediyorum kendimi.
Kitaplar gelmedi malesef ve oldukça canım sıkıldı bu işe. Senin Hürriyet’te çıkan büyük resmini de tekrar buldum. Yüzünü daha yakından ve büyük gösteriyor, onun için hoşuma gidiyor.
Tez meselesi belli olmadı anladığım kadarıyla. Ve eğer baştan yazmak gerekirse çok üzülürüm buna (gerçi hala sanmıyorum böyle olduğunu ya). Biliyorsun çok emek verdim çünkü. Gerçi yazık olan başka şeyler de var ama bu çok koyuyor bana nedense. (56)
Geçenlerde berbere gittim ve büyük aynada yüzüme uzun uzun baktım. Saçlarım önden biraz dökülüyor eskiden olduğu gibi. Onun dışında renk biraz solgun, başkaca hiçbir değişim yok. Gözlerim aynı bakıyor öyle, dışarıda olduğu gibi. İçeri girdiğimizden beri ilk kez şimdi ne kadar zamandır içerde olduğumuzu hesapladım. 4,5 ay olmuş. Ve ben asıl geçtiğini pek anlamadım bu sürenin. Belki büyük yorgunluğun çıkmasından ve biraz da değişmemden olsa gerek.
Orada olmayı çok istiyorum ama mahkemeye gideceğimiz bile belli değil daha. Akrabalara selamlar, duruşmaya gelirsem eğer detaylıca konuşurum onlarla. Gülen’e de selamlarımı söyle. Seni çok seviyorum, beraberiz ve bu beraberlik büyük güç ve mutluluk veriyor bana.
                                                                                                                   Senin E.

Not: Bu gece kazakla yatıyorum, yerini dolduramaz ama…
Bu arada belirteyim aklıma gelmişken: Bazı akrabalar bizimle ilişkilerini düzeltmek istiyormuş. Bu meselede bir sözü daima aklında tutup ona göre davranmak gerek. Batan gemiden kaçan çok olur, yüzen gemiye gelen çok olur. Bir de enterasan birşey oldu. Daha ben okumadan Ali baldızın mektubunu okumaya başladı. Okudukça suratı asıldı. Kimin bu mektup dedim; Belma’nın dedi, morali de çok bozuk dedi. Bir gözattım mektuba, bir iki ifade gözüme çarptı. Beynim döndü birden, sonra hemen baldızı hatırladım ve bu onundur dedim. Ya işte böyle. İbo da çok şaştı bu işe; bu o kız mı yahu diyor. 

DİPNOTLAR: 
54. Bizim operasyonu yürüten dönemin tanınmış işkencesi polis şefi Mete Altan. Neyse ki birkaç sorgu ekibi vardı ve ben yakalanmadan önce şoke olmaları için olsa gerek izleme sonucu çekilen fotoğrafları değişik arkadaşlara göstermişlerdi.
55. Öncü Savaşının Askeri Sanatı başlıklı yazı, daha sonra askeri kelimesi politik olarak değişti.
56. Burada neden söz ettiğimi hatırlayamadım.