Mektup 43-44-45-46-47

Mektup – 43 
                                                                                       7 Aralık1977
        Sevgili Belma,
Geçen mektubumdan itibaren değişen bir durum yok. Sadece 5. koğuşta iken birlikte olduğumuz bir arkadaş tahliye oldu. Toplam 13 kişi kaldık. 25 kişi gelmiştik neredeyse yarısı çıktı bugüne kadar.
Havalar da felaket soğudu. Bugün soğuğa rağmen miskinliği bırakıp spor yaptım. Bir de pardesü gelmişti, yağmurda onu giyip dolaşıyorum. 
Yine okuduğum kitaptan kıssadan hisseler çıkarmaya devam edelim. Anti-Dühring halâ bitmedi (ne bitmez kitapmış be!).
Biliyorsun, insan yaptığı iş oranında gelişir. Bütün yeteneklerini geliştirme olanağı bulur. Aslında işbölümü insanın belli (bazan tek) yeteneğinin gelişmesine, diğerlerinin körelmesine yol açar. “İşi bölmek insanı da böler.” Bu anlamda insan yeteneklerinin tam anlamıyla gelişebilmesi için insanın her işi yapması gerekir. Şüphesiz bazı konularda daha yeteneklidir ama tüm yeteneklerin ortaya çıkışı ve tam anlamıyla bir gelişme ancak çok çeşitli işlerle uğraşıldıktan sonra olabilir. Şüphesiz bu bugünkü toplum yapısı içinde olamaz. Ve başka bir toplumda bunun nasıl olacağı da şu anda bizim sorunumuz değil. Bizi esas ilgilendiren o ileriki toplumu hazırlama sürecindeki insanın değişimi. Bu konuda bilinen örnekleri incelemek ve buradan giderek hemen herkes için geçerli genel sonuçlara varmak en iyi yöntemdir. Burada yine tanıdığımız bir insanı incelemek gerekecek. Gerek süreci iyi bildiğimizden ve gerekse de bu tür olaylara onun hayatında çokça rastlandığından.
İnsan iş gördükçe gelişir dedik. Ancak süreçte önemli olan herhangi bir değil, sürecin o an içinde bulunduğu aşamada en gereken işin yapılması ve ona ait olan yeteneğin gelişmesidir. Zaten başka türlüsü de garip olur. Eğer ana dikkat o an için süreçte en önemli olan ihtiyaç üzerinde toplanmazsa, o en önemli işe karşılık gelen yetenek gelişemez. Süreçteki daha az önemli olan bir işe tekabül eden yetenek ise ona gösterilen ihtiyaç az olduğundan tüm boyutlarıyla gelişemez. Bu insanın ilk gelişimi entelektüel yönden olur ve dolayısıyla katkısı da. Zaten o anda sürecin içinde bulunduğu aşamanın ana ihtiyacı da budur. Yalnız burada sık sık ortaya ilerde de çıkacak bir durum vardır: Bu insan enerjisinin büyük bir kısmını (belki gerektiğinden de büyük) o anda sürecin istediği alana toplar. Bunun avantajı; o alanda oldukça iyi adım atılabilmesidir. Dezavantajı; diğer yönlerin oldukça az gelişmesidir. Ve bu nedenle de o diğer yönlere ihtiyaç gösteren bir aşama geldiğinde hazırlıksız yakalanmasıdır. Gene de enerjisinin büyük kısmının bu ana alanda toplanması sürece büyük bir itici güç sağlar. Ya süreç başka bir aşamaya atladığında ne olacaktır...
Bu durumda iki şey birden ortaya çıkar: Önceki süreçteki durumun avantaji ve dezavantajı. Dezavantaj sürecin yeni durumuna olan yabancılıktır çünkü daha önce bu tür konulara olan ilgisi çok tali kalmıştır. Gerçi bu ilgi ne kadar fazla da olsa son tahlilde bir yetenek ancak süreç ona esaslı bir ihtiyaç gösterdiğinde gelişir. Ancak ileriyi görmek sayesinde daha sonraki sürece az da olsa hazırlanmak şüphesiz oldukça faydalı olur. Sonuç olarak ana enerjisini bir önceki sürece teksif eden yeni bir süreçte başlangıçta geride kalır; bu dezavantajdır.
Avantaj ise bir önceki sürecin şartların olanaklı kıldığı ölçüde son derece iyi bilinmesi ve dolayısıyla bu yeni süreçte ana enerjinin bu alana verilebilmesidir. Böylece başlangıçta geride kalan bu kişi kısa sürede diğerlerine yetişebilir. Bahsedilen bu ikinci aşama organizasyon olarak adlandırılabilir.
Ardından üçüncü bir aşama daha gelir: Pratik. Yalnız bu insanın hayatında bu noktada bir değişim olur: Yetersiz ölçüde bile olsa üçüncü aşamanın gerekleri ikinci aşama içinde hazırlanır. Ve bu da ileride büyük fayda sağlayacaktır.
Şimdi tüm bu üç aşamayı bir bütün içinde incelersek: İdeal gelişim; her aşamada ana ihtiyaç noktasına enerjinin çoğunu vermek ama bu arada geleceği de gözleyerek ileri aşamaların gerektireceği hazırlıklara girişmektir. Böylece yeni aşama geldiğinde bir süre için de olsa yabancılık çekilmez.
İkinci nokta; her üç aşamada kazanılan, geliştirilen yeteneklerin yanyana gelişmemesi, birbirleriyle bütünleşmesidir. Böylece iyi ama ayrı ayrı üç unsur değil; tek, bütünleşmiş bir unsur meydana çıkar. Bu hiç de kolay bir iş değildir aslında. Çünkü bir yandan ana enerjiyi sürecin gerektirdiği yöne yığarken, diğer yandan yeni öğrenilen şeylere göre eskiden bilinenleri de düzenlemek gerekir. Bütünleşme ancak böyle sağlanabilir çünkü.
Bir zamanlar öğretmen özellikle üç alanın da ayrılmasını ve her birinde ayrı insanların bulunmasını ısrarla isterdi. Bu ayrımla, ki kısa süreli olacaktır deniyordu, süreç daha hızlı yürüyebilecekti. Bu insan da bu öneriye pek taraftar değilmiş (sanki ileride başına gelecekleri bilirmiş gibi).
Bütün bunlardan sonra gelelim daha pratik konulara: Biliyoruz ki insanlarla ilişkilerde bilgi ve tecrübe kadar kişilik de çok önemlidir. Kişinin süreçteki önemi arttıkça kişiliğinin de önemi artar. Her insan gibi onun da kişiliğinin kuvvetli ve zayıf yönleri vardır. Konumuz iki insan tipi arasındaki ilişkinin incelenmesidir: Birisi süreçte önemli ve kişiliği genel olarak kuvvetli; diğeri daha az önemli ve kişiliğinde bazı noktalarda bariz zayıflıklar var. Bu ilişki şöyle bir gelişim gösterir (daha doğrusu sık sık böyle olur): İkinci insan tüm süreci birinci insanın karakterinde görmeye başlar. Tüm süreci adeta onunla özdeşleştirir. Şüphesiz bir insan bir süreçte önemli bir rol oynayabilir ama ikinci insan daima bir yere yaslanmak arzusu duyduğundan, kendi başına en ufak birşey bile yapamayacağından (yaptıkları da genellikle kendini ispat çabasının ürünüdür yoksa yeteneklerinin doğal ürünü değil); herşeyi birinci insana bağlar. Ve hele bu ikinci insan sürecin gelişiminden korkuyor ise ne yapar: Önce sürece saldırır ve onun ideal olmasını (daha doğrusu yapılmasını) ister. Şu yapılsın, bu olsun vb. türünden laflar sık duyulur. Tabii bunun ciddiye alınacak yanı yoktur. Herşeyden önce sen bu sürecin içindeysen eğer, yapılamayan herşeyde şu veya bu ölçüde sorumluluğun vardır. Bu sorumluluk iş buyrularak atılmaya çalışılır. Ve ardından bu tür karakterlerin tipik özelliği ortaya çıkar: Kendi zayıflığının suçunu karşısındakine yüklemek. Ben birşey yapamıyorum, birşey bilmiyorum çünkü bana birşey vermedin suçlaması gelir. Sen öğrenmek, yapmak için ne gayret gösterdin meselesi unutulur tabii. Bu karakterlerin tipik özelliğidir: Özünde kişiliğinin zayıflığından doğan hatayı karşıya yüklemek ve en azından kendi gözünde kendini kurtarmak. Ardından karşısındakinin kişiliğine saldırı başlar. Bir insan eleştirilerine hep karşısındakinin kişiliğinden başlıyorsa, bu kendi kişiliğinin iyi bir göstergesidir. Kendine saygı duymayan kimseye duyamaz, kendine güvenemeyen kimseye güvenemez. Bu tür insanlar kullanılmak ve sürüklenmek içindir. Onlara sorumluluk vermek kötülük yapmaktır. Bağlandıkları insanın kişiliği onları sürüklediği ölçüde mesele yoktur. Ama bu etki şu veya bu nedenle kayboldu mu artık o insandan en berbat şeyler beklenebilir. Kişilik zayıflıkları, onları örtmek için yapılan cambazlıklar ve sözde gayretkeşlikler vb. Öyle bir hayat ki bu, sadece güçlü olmak bile insana düşman kazandırır (bu lafın altını çiz). Bu tür insanları gördük ve göreceğiz. Karşılarında aciz kalınmadı asla ama fazla uğraşıldı, bu ise hataydı.
Yazacaklarım bu kadar aşağı yukarı. Bundan sonra mektuplarım biraz seyrekleşebilir. Şuna inan ki, bu mektuplara ihtiyacın olduğunu çok iyi biliyorum. İhtiyaçtan da öte, eskiden yeterince yapamadığım şeyleri şartların izin verdiği ölçüde yapmaya çalışıyorum: Bu, bildiğim, düşündüğüm, kazandığım herşeyi sana aktarmaktır. Buna devam edeceğim ama konular çok azaldı artık. Sana da laf olsun diye boş mektuplar yazmak istemiyorum. Oldukça uzun ve sık mektuplar yazdım sana. Başlangıçta haftada üç sonra beş defa. Şimdi bir süre haftada ikiye düşecek. Ama tekrar söylüyorum, boş mektup yazmayacağım sana. Bu şartlarda bile sana birşeyler verebildiysem eğer (ki verebildiğimi sanıyorum) bu benim için büyük mutluluk.
Bu arada tekrar belirteyim: Tanıdık avukat, en geç Aralık sonunda veya Ocağın ilk haftasında gelsin. Diğerleri de gelirken mahkeme tutanaklarını getirsinler. Ayrıca ev sorununun nasıl çözüldüğünü de bilmem gerek.
Süreç içinde bütünleşmek konusunda önemli adımlar attık. Artık beni tanımlamak isteyenler şöyle demeli: Şöyle bir insandır, şu özellikleri vardır. Ve bir süredir de kendini sadece iki şeye ait saymaktadır: Sürece ve Belma’ya. Hayatında ilk kez kendini gerçekten yalnız hissetmemektedir artık. 
Bütün arkadaşlara selamlar. Seni çok seviyorum.


Mektup – 44 
                                                                                    12 Aralık 1977
        Sevgili Belma,
Senden henüz mektup alamadım. Nereden de sana mektup yazma dedim bilmem ki. Neredeyse bir aydır mektupsuzum ve biraz daha sürecek anlaşılan. Burada geçen mektubumdan beri değişen birşey yok. İki gündür mektup yazmaktan iflahım kesildi. Şu anda Cumartesi gecesi, en uzun olacağı için sana yazacağımı en sona bıraktım. Bu kadar çok mektubu kimlere ve neden yazdığımı biraz sonra açıklayacağım. Yandaki koğuştan televizyonu çok açmışlar; birisi şarkı söylüyor: Geçip gitti hayatım bir roman gibi. Bunu Sağmalcılar’da her duyduğumda çok fena olurdum ama burada hiçbir etki yaratmıyor. Neyse gevezeliği bırakalım da esas konumuza gelelim:
Her insanın belirli bir hayat çizgisi vardır. Bu çizgi insanın kendi iradesi tarafından olduğu kadar çeşitli olaylar tarafından da belirlenir. Bir de ayrıca başka insanların da hayat çizgisini belirleyen insanlar vardır. Onlar çok sayıda insanın yaşamını değiştirir, şu veya bu şekilde gelişen hayatlarına olayların da yardımıyla yeni bir yön verir. Bu yeni hayat çizgileri içinde o insanların başlarına çeşitli şeyler gelir. Ve bütün bu olan biten şeyler birikir, yığılır ve onların hayat çizgilerinin değişmesine önemli katkısı bulunmuş insanı etkilemeye başlar. Bu pişmanlığa yol açan veya pasifleştirici bir etkileme değildir; sadece bir üzüntüdür o kadar. Belki sorumluluğun, belki de duygusallığın verdiği bir üzüntü. Belki o durumda olan insanların hayatlarında böyle şeylere yer olmaması gerekir. Ama kişi duygusal bir profesyonel olunca öyle olmuyor. Kendine ne olduğu veya olacağı önemli olmuyor, o hayat çizgisini etkilediği insanların durumu önemli oluyor.
İnsan doğar ve belirli bir hayatı yaşar. Bazı insanların daha doğmadan veya henüz kendini bilemeyecek kadar küçükken hayat çizgileri olaylar veya çeşitli insanlar tarafından belirlenir. İnsan ilerideki mücadelesiyle bu belirlenmiş çizgiden bir ölçüde kurtulabilir veya belki de hiç kurtulamaz. Çocukluğumdan beri en çok isyan ettiğim şey de bu idi. İnsanın hayat çizgisini kendisinin belirleyememesi, bu çizginin daha henüz çok küçükken başkaları tarafından saptanması. Buna karşı uzun bir süre büyük mücadele verdim ve sonunda kendi hayatımın seyrini hiç olmazsa bir ölçüde kendi kontrolum altına alabildim. Ama doğal olarak o yıllardaki mücadelenin etkilerinden de kurtulamadım. Şüphesiz insan hiçbir zaman kendi iradesiyle hayat çizgisini önemli ölçüde belirleyemez. Bu konuda ortamın ve olayların büyüt etkisi vardır. Öyle olaylar olur ki bazan, arka ve ortalarda duran bir insan en öne fırlayıverir; ki bu konudaki canlı bir örneği de yakından biliyorsun. Sonuç olarak önemli olan insanın kendi hayat çizgisi üzerinde mümkün olduğunca bilinçle ilerlemesidir. Bir yol seçildikten sonra elbette kişiyi etkileyen başka insanlar çıkabilir; bu doğal. Yol değişmez sadece o yoldaki ilerleme hızı değişir.
Bütün bunları yazmamın nedeni, konuyu çocuğun durumuna getireceğimden. Çok düşündüm bu konuda. Gelişimini, yetişmesini etkilemem olanaksız. Bu bugün böyle, ilerde de böyle olacak. Üstelik her fırsatta bana karşı silah olarak da kullanılıyor. O halde bu durumda olan bir kişinin benim hayatımda bir yerinin olması saçmadır. Onu da, kadın gibi hayatımdan çıkartıp atmam gerek. Mantıksal olarak doğru ama buna karar vermek pek o kadar kolay olmuyor. İnsan önce daha kendini bilmeyecek kadar küçük birisinin hayat çizgisinin kim olursa olsun başkaları tarafından bu ölçüde belirlenmesine isyan ediyor. O ortamda büyüyecek ve büyük ihtimal de anası gibi kişilik olarak zayıf ve ruhen sakat birisi olacak. Bu çizgiden dışarıya çıkması mümkün ama oldukça zor. Bunun için çok mücadele vermesi gerekecek ama bu durumda bile zor. Onun durumu bana benzemiyor. Benim durumumda ya toptan çöküş ya da toptan kurtuluştan başka hiçbir alternatif bırakmayan açık ve dolaysız bir baskı vardı. Bu nedenle hiç kimseye güvenip, bağlanmadım. Baskının sonuna kadar gitmesi beni de sonuna kadar gitmeye zorladı. Ama onun durumu öyle değil. Karşısında göstermelik de olsa sevgi ve şefkat gösteren (ve en kötüsü de burası) bunu insanı kendine bağlamak ve boyun eğdirmek için kullanan, hem de bu işi ustalıkla yapan insanlar var. Kadın bu konuda tam tamına anasının karakterini almıştır. Çocuk da bunun dışına pek çıkamayacak. Sevgi ve şefkat silah olarak kullanıldı mı iğrençleşir ve benim bu durumdan kurtulmak için neler çektiğimi tahmin edebilirsin.
İnsan önce çocuğun durumuna, hiçbir şeyden haberi olmayan bir insanın geleceğinin böylesine belirlenmesine karşı isyan ediyor; ama sonra düşünüyor ki yapılabilecek hiçbir şey yok. Ve o da dünyadaki ne ilk ne de son insan olacak bu konuda. Gerçekten yazık! Epeyce düşündükten sonra yapılacak en doğru şeyin bu olduğuna karar verdim: Onu da hayatımdan çıkartmak. İnsanın içindeki en yüce duyguları bile gerektiğinde manevi de olsa çıkarları için kullanan bu insanlara karşı yapılabilecek tek şey bu. Belki ileride tekrar çocuğa karşı birşeyler duyabilirim ama bu sonraki mesele. Aslında tabii onu da anasının yerine koyup tamamen unutmak olanaksız; ancak şu anda ve yakın gelecekte öyle görünmek gerekiyor. Bu nedenle aileme, kardeşime, teyzeme, kadına ve babasına mektup yazdım ve bu kararımı nedenleriyle birlikte açıkladım. Ayrıca aileme de, yapılan maddi yardım konusunun beni hiç ilgilendirmediğini yazdım ve kararı onlara bıraktım (büyük ihtimal artık yardım yapmazlar). 
        Böyle birşeyi gerçekten yapmak istemezdim; artık iğrençliğin bu kadarı karşısında dayanamadım. Artık hiç olmazsa daha dünyadan haberi olmayan bir varlık bana karşı silah olarak kullanılamayacak.
Herkese yazdığım mektupta aynı cümle var: Belki dört, belki altı, belki on yıl sonra ama birgün mutlaka tekrar beraber olacağız. Kimi kastettiğim belli tabii. Kardeşime daha uzun ve teferruatlı yazdım. Benim hayatımda büyük bir olay. Aynı evde kaldığımız zaman bile birbirimize yabancı olduğumuz kardeşime mektup yazıyorum. Birbirimize oldukça uzak insanlarız. Ne yapalım; o bataklıktan ben ancak kendimi çıkarabildim, başkasını da götürecek gücüm yoktu. Zaten oradan çıkar çıkmaz evin dışındaki dünyada o kadar yoğun işlere girdim ki onunla uğraşacak vaktim olmadı. Herşeyimi; vaktimi, enerjimi, yeteneklerimi, sevgimi, tüm duygularımı süreç aldı. Bu durum pekçok iyiliğinin yanısıra çok dengesiz bir gelişimi de getirdi. Ve bir de her gün gittikçe büyüyen bir yalnızlık duygusunu. Aile yok, kardeş yok, genelin dışında özel olarak sevdiğim kimse yok (bir tanesi çok kısa sürdü ve gerçek bir sevgi de değilmiş o). Ne iyi, şimdi sen varsın.
Gerçi bu vakitten sonra insanın kardeşini etkilemesi oldukça zor ama bakalım deneyeceğiz. Hırsı bana benzer. Yalnız temel olarak hırs birşey yapamaz. Doktor olmak isterdi ama iki senede istediği yere giremedi. Sonra öğretmen oldu. Bir de evden kopamaması (burada kız olmasının büyük payı var) onun en büyük dezavantajı. Neyse, birşeyler yapmaya çalışacağız bakalım. 
Ankara’dan hiç mektup geldi mi? Mahkemeleri ne oldu, gazetelerde hiç birşey çıkmadı. Biz epey önce bir mektup yazdık ama cevap alamadık. Haber aldıysan eğer, yaz.
Sizler nasılsınız? Şartlarnız nasıl? Biz daha buradayız anlaşılan. İstanbul işi yattı şu anda. Mahkemeden sonra belki gidebiliriz ama bu da bizim çabamıza bağlı. Kaldı ki 25 Ocak’ta gelebileceğimiz bile şüpheli, çünkü kendi paramızla gitmeyeceğiz. Bizim için hava hoş ama sizin tahliyeniz gecikiyor. Avukatlarla konuş; oldukça hazırlıklı ve dişli gelmeleri gerek, uğraşacakları epeyce şey olacak çünkü. Gırtlağıma kadar doldum. Sana çok şey anlatmışlardır herhalde. Ben sadece yöntemi anlatacağım: Aklına gelebilecek en küçük şeye kadar kısıtlama ve denetim. Bu arada gerektiğinde her çeşit yıldırma yönteminin de kullanılması. Kanun vb. gibi şeyler yok zaten. Ancak diğer yandan bir kere başeğildikten sonra verilen (ancak hepsi de ıvır zıvır konularda olan) tavizler. Bir yandan yıldırma diğer yandan herşeyin senin iyiliğine yapıldığına inandırma çabası. Böylece de potansiyeli kontrol altında tutmaya çalışmak. Makyavel’in Prens adlı eserinde nazi benzeri yönetimlere de ışık tutan ilkeler sıralanır: İyilik yapacaksan eğer yavaş yavaş ve uzun sürede yap ki senin çok iyiliksever birisi olduğuna inansınlar. Yani hem dilediğini yap, hem de basit konuları kullanarak herkesi bunun aksine inandırmaya çalış. Uygulanan bu, tek farkı bilinçsiz olarak yapılması. Ve pek başarısız da sayılmaz. Şu geçen üç ay içinde insan karakterini oldukça iyi tanıdım. Gerçekten oldukça zor insanları tanımak. Kolaylıkla satın alınanlar, en basit birşey veya baskı karşısında birbirini satanlar, gürültücü, gösterişli ama çok istikrarsız olanlar. Gerek dışarıdaki durumum ve gerekse de içerideki davranışım sonucu büyük saygı var ama ben ısınamadım kimseye. Ama gerçekten çok şey öğrendim, çok şey gördüm. Daha neler göreceğiz bakalım? Yalnız herkesin paylaştığı bir kanı var: Ben çok düşünen ama içinde bulunduğu durumun ağırlığına göre son derece rahat bir insanım.
Sen nasılsın, çocuk kız nasıl? Vaktiniz nasıl geçiyor? Baldız tekrar gelmedi herhalde. Herhalde bulunduğunuz yer oldukça eskimiştir (sık sık temizlenmekten). Neyse, burada havalar epeyce soğudu ama yağış yok. İstanbul da soğumuştur herhalde, kendine dikkat et üşütme. Ben artık her sabah kalkıp tek başıma da olsa spor yapıyorum. Sıhhatim oldukça iyi. Burada dışarıda iken yapmayı hiç sevmediğim birşeyi yapıyorum: Gazete bulmacası çözmek. Bütün film özetlerini de okuyorum. Ne yapalım kültürümüz geri kalmamalı. Herşeye rağmen ülkenin bu en berbat yerinde dimdik ayaktayım.
Daha ne yazayım sana, yazacak şey bulamıyorum. Bunun bir nedeni de uzun süredir hep kendim yazmam. Mektup olsaydı eğer ona cevap yazarken sayfalar doldurulabiliyordu. Ama şimdi buradan itibaren kendimi zorluyorum.
Bakalım davanın vaziyeti nasıl gelişecek. Aslında bizim yapacağımız en iyi şey, durumu anlatıp bu durumda ifade veremeyeceğimizi söylemek. Ama bu da sadece kendimizi düşünmek olur. Aklıma gelmişken belirteyim: Avukatlar gelirken mutlaka Afyon’daki arkadaşın dosyasını da bulup getirsinler. Onu da incelemem gerek, çünkü ilk ifadelerimizde bile büyük çelişkiler var.
Bana bir mektubunda “bütün dertlerini unut, geleceği, güzel günleri ve beni unutma” diye yazmıştın. Seni unutmam zaten hiçbir zaman sözkonusu değil de bulunduğum şartlar çok ağır. Yıkılmadım, dimdik ayaktayım ve yıkılmayacağım. Ama öylesine boş ve umutsuzluk dolu bir ortamdayım ki. Umutsuzluk, pişmanlık, yılgınlık; bunlarla dolu bir ortamda ayakta kalmak oldukça gayret istiyor. Tüm gayretime rağmen bazan kısa bir an için de olsa umutsuzluğa kapılabiliyorum. O zaman geçmiş hayatım imdadıma yetişiyor. Hayatımda hep büyük şeylere oynadım; sorumluluğu çok ağır olan bu işte oyunu kurallarına göre tam anlamıyla oynayamadım. Ama buna rağmen (ve senin gibi bizi buraya kapatan şartlara karşı kendimi kıyasıya galip hissetmeme rağmen) içimde büyük bir huzur var. Ama bu huzurun da beni pasifleştirmemesi için çok çaba harcamam gerekiyor. Şu ana kadar burada bulunduğum süre boşuna geçmedi diyebilirim ama bunu ne kadar süre söyleyebileceğim şimdiden birşey denemez. Aslında böyle şeyler söylediğime hiç bakma. İçinde bulunduğum şartların ağırlığına göre oldukça iyi sayılırım.
Dün gece yatakta düşünürken (zaten her gece böyle düşündüğüm belli) aklıma ne geldi biliyor musun? Daha adını bile bilmiyorum, rezil oldum. O iki buçuk ayın her anısı bütün detaylarıyla tek tek aklımda. Zihnim sanki herşeyi bir film makinesi gibi tespit etmiş.
Geçen mektupta da yazmıştım. Tanıdık avukat bu ayın son haftası veya Ocağın ilk haftası içinde mutlaka gelsin. Bu mektubu alınca bana telgraf çek, avukatın da belirttiğim tarihte gelip gelemeyeceğini telgrafla bildir. Bana sık ve uzun mektup yaz.
Bütün arkadaşlara ve kayınbiradere selamlar. Son durumu nasıl onun? Mektup yazmama gerek var mı? Yoksa daha pratiğini atırmaktan dönmedi mi... Sevgili k.... hayatımda çok az insanı ve çok az şeyi sevdim. Ama sevdiklerimi çok sevdim ve çok bağlandım. Sen benim hayatımda en çok sevdiğim şeylerden birisin. Herşeyimi verdiğim o süreç kadar çok seviyorum seni.


Mektup – 45
                                                                                    15 Aralık 1977
Sevgili Belma,
Sana dün mektup yazmayı düşünüyordum. Bugün mektup geleceği içime doğdu, bekledim. Gerçekten de geldi mektubun. Ayın 9’unda postaya verilmiş, dün elime geçti. Uzun ve doyurucu olması bir yana yaklaşık bir aylık aradan sonra senden mektup almak çok mutlu etti beni. Geçen mektubumda sana ancak haftada iki kez yazabileceğimi söylemiştim. Ama eğer bana sık yazarsan böyle olmaz. Sana çok şey yazdım, onların cevapları geldikçe daha doğrusu aynı konuda senin de değerlendirmelerini öğrendikçe yazacak konu çıkıyor. Şu mektubun bana 3-4 tane yazdırır (ifadem bozuksa kusura bakma, kafam çok meşgul, nedenini birazdan açıklarım). Yani sözün kısası senin her mektubuna karşılık en az iki tane yazacağım. Onun için uzun ve sık yaz bana, yapabildiğince tabii.
Önce sana bir haber vereyim: Senin okul arkadaşın (Ankara’daki) tahliye olmuş. Yanındaki de tabii. O davadan sadece bir kişi kalmış. Üstelik tahliye olalı bir ayı geçmiş. Hala sana ziyarete gelmemiş olmasına şaştım doğrusu.
Avukat konusuna gelince: Cevat ile Kumkumoğlu orasında pek fark olduğunu sanmıyorum (gerçi siz daha iyi bilirsiniz ya). Yalnız senin avukatının bu mahkemede gerçekten önemli etkisi var. Bunu başka davalardan da öğrendim. Toplu davayı alması şart değil; sadece beni alması da aynı yere çıkar. Çünkü ben belirli bir maddenin kapsamından çıkabildikten sonra herkes için aynı durum olur. Yalnız bu durum belirsiz oldukça, yani ortada çok avukat ismi döndükçe ailem para konusunda biraz kafama ekşiyor. Kul’a vermişler, Cevat’a vermişler. Her değişen adama vermek istemiyorlar doğal olarak, diğer yandan avukatlar da istiyor sürekli olarak. Aslında güçleri oranında verirler ama ben kendimi hiçbir zaman birilerine fazla borçlu hissetmek istemem. Sorumluluğu benim olan şeyler için onların gücünü zorlamayı hiç istemem. Avukat konusu böyle, birisi hariç yeni birini daha almanın birşey değiştireceğini sanmıyorum (siz daha yakınsınız, daha iyi bilirsiniz ama zannederim düşüncem doğru).
Abin ile ilgili konuya gelince: Bana mektup yazarsa çok iyi olur. Ben ona Pazartesi günü yazacağım. İçeriği önce genel konular (hayat, nasıl bir yaşam, insanlığa karşı görevler); sonra da neden beraber olduğumuzun açıklanması. Karşılıklı konuşmadan daha çok yazarak insan anlatabilir derdini. Her konuşmada aslında çok önemli olan bazı ifadeler dikkati çekmeyebilir. Ama yazılı birşey her zaman kaldığından insan ilk okuyuşta bazı şeyleri farketmese bile zaman içinde yeniden okuduğunda onları anlayabilir. 18 tarihli mektubumdaki konuya gelince: Ben seni dışarıda iken konuyu abine açtığında gerçeği tam olarak söylemediğinden dolayı eleştirmedim. Bu durumu zaten biliyordum ve normal karşılamıştım, bir eleştirim olsaydı eğer o zaman söylerdim. Seni eleştirdiğim nokta; içerideyken bu konu açıldığında gerekeni söylemediğinden dolayı idi. Evet ondan birşey sakladığın için üzülecekti ama bu mesele nasıl olsa bir gün açıklanacaktı. İşi uzatmak ilişkinin yıpranmasına neden olurdu. Senin bunu bilerek yapmadığını ve böyle yaptığın için üzüldüğünü de biliyordum ama üzülmek objektif bir durumu (ilişkinin yıpranması) engellemez ki. Ona yazdığımda bu konuya hiç değinmeyeceğim; bunu açıklamak sana düşüyor. Gelelim ailelerin bu konudaki tavrına: Olumlu bir tavır almayacakları açık. Ben onları ikna etmek bize düşer ve son tahlilde bizimkilerin ikna olup olmaması beni hiç ilgilendirmez derken hiç de senin anladığın şeyleri söylemek istemedim. Sen elbette “babam verirse bu iş olur” demiyorsun ve böyle diyebileceğini de asla düşünmem de. Çünkü herşeyden önce beraberliğin nasıl başlayıp geliştiği belli. Sen de öküzün altında buzağı arar gibi benim laflarımın altında başka mana arama. Septik kız, ne olacak! Senin aile ilişkilerinin benimkinden farklı olması hiç sorun değil. Önemli olan bu ilişkinin bizi doğru bildiğimiz şeyleri yapmaktan alıkoymaması. Böyle olduktan sonra herkesin aile ilişkisi benimki gibi olacak diye bir kaide yok elbet.
Gelelim dedikodular meselesine. Benim için çıkartılan bu şeyler aslında hiçbir zaman sona ermeyecek. Bu son derece normal. Bizim hayatımızda doğru veya yanlış; insan için birşey yakaladılar mı bu hiç durmaz. Dediğim gibi bu benim için hiç dert değil. Dert olan konu akrabaların bundan ne derece etkilendiğiydi. Bu konuda spekülasyonlar yoğunlaştığında benim tavrımı biliyorsun: Çok zorunlu olmadıkça kendimi savunmadım. Olay çok yeniydi, pekçok insan olayın şoku altında soruna çok yönden bakabilecek durumda değildi. Öyle şeyler vardır ki ne kadar anlatsan anlaşılmaz. Onların anlaşılabilmesi için zamana ihtiyaç vardır ve ben de geniş ölçüde bu meselenin çözümünü zamana bırakmıştım, Bugün anladığım kadarıyla geçen zaman pekçok şeyi daha fazla açıklamayı gerektirmeyecek kadar açıkça gösterdi. Hata yaptım şüphesiz ve bunu asla inkar da etmedim. Ama birtakım çok açık bilgiler varken, yanındakileri de düşünmek zorunda iken, birşeyler söylemen gerekirken ve manevra alanın da çok dar iken bazı hatalar yapılıyor. Ancak senin de bildiğin gibi başlangıçta bu spekülasyonlardan korkunç etkilendim. Ve bir süre neden sadece kişi olarak seni ilgilendiren şekilde davranmadın diye kendimi suçladım. Sonra vazgeçtim bu fikirden. Mesele kişi olarak sadece beni ilgilendirseydi bu doğru olurdu. Böyle bir anda; bana kimse laf edemesin de süreç ne olursa olsun demek sorumsuzluk olurdu. Ama çok insan bu sorumluluğu kavramaktan aciz. Bunu ancak zaman kavratabilir onlara. İnsanın üzerinde esas yük yapan şey de zaten başkalarını da düşünmek zorunda kalması. Sonuç odur ki; eğer bazı konular hiç veya pek az kurcalandıysa, pekçok insan durumlarına göre oldukça az baskı gördülerse eğer bunda bir kişinin sürekli olarak ana dikkati üzerinde toplamasının payı vardır. Dışarıdan bazı insanlar görselerdi ne olurdu diyebilir. Ne diyelim, desteksiz atmak kolay tabii. Ama gerçekten başlangıçta dedikodulardan korkunç sarsıldım. Sonra burada kafamı topladığımda gördüm ki bazı hatalar olmakla birlikte ve biraz da şansın yardımıyla hiç de kolay olmayan birşeyi becermişiz. Ama şunu da belirtmeliyim; bazı konular her an kurcalanabilir, dikkat gerek.
Bu konuyu kapatalım. Gelelim telgraf meselesine: Cimrilik etme de biraz açıklamalı telgraf çek diyorsun. Vay efendim vay. Sen her yeri orası mı sanıyorsun? Onu bile gönderinceye kadar neler çektiğimi ben bilirim. Mektuplarında telgrafla ilgili birşey yok diyorsun. Bayramın bittiği haftadan sonraki Pazartesi günü  yazılmış, çok uzun ve kareli kağıda yazılmış mektubumda bu konu var. Ben mi anlatamıyorum yoksa sen mi anlamıyorsun diyeceğim ama aslında ikisi de değil. Sen doğal olarak heryeri üç aşağı beş yukarı oraya benzer şekilde değerlendiriyorsun. Aslında alakası yok. Bütün ülkede namı duyulmuş ve emsalleri içinde en berbat yerlerden birisi. Hava sürekli çok gergin. İdare yöntemlerini de sana önceki mektubumda anlatmıştım. Onun için olan şeyleri hiç küçük görme. Bu konuya birazdan tekrar döneceğim.
Televizyonda Zafer Yolları’nı seyredemedim canım. Yine ilk geldiğim zamanki koğuştayım biliyorsun ve burada da televizyon yok. Ama sen gene de seyret, benim yerime de seyret. İyi konulu filmlerin dışında artistik buz pateni olursa hiç kaçırma. Ben çok severim. Talevizyon seyrederken Vatan konserve reklamına gerçekten gülüyordum. Sadece laf hoşuma gittiğinden değil; bana çok sevdiğim birini hatırlattığından (nolucak şimdi).
Gelelim akrabaların durumuna (hem iyilerinin hem zayıflarının): Genel olarak durumlarının iyi, güven ve umut verici olmasına çok sevindim. Bu konuda kısaca şunu söyleyebilirim: Eğer bir süreçte, bir felaket bazılarını süreçten uzaklaştırırsa ve bu nedenle bir ölçüde de olsa süreç sarsılırsa şüphesiz bu kötü bir şeydir. Ama aynı olaylar eğer, geride kalan insanlara normal zamanlarda pek de aldırış etmedikleri sorumluluklarını hatırlattıysa ve dahası onların bu sorumluluklara azimle sarılmalarını sağladıysa eğer; kısa dönemde değil ama uzun dönemde faydalı bile olmuş sayılabilir. Zaten bizim hayatımızda; ne kadar aleyhine olursa olsun herşeyden lehine birşeyler çıkartabilenler kazanır. Yeni yeni gazetelere gelince; okuruz elbet. Ancak ilk mahkemeye rastlayan tarihte yazdığım mektupta bunun yanlışlığını belirtmiştim; ama son tahlilde karar benim değil elbet.
Gelelim pürüzlere ve pürüzlükten vazgeçenlere. Bu konunun üzerine önemle eğilmek gerek. Pürüzlerin cehenneme kadar yolu var zaten. Önemli olan pürüzlükten vazgeçenler. Başlangıçta süreci bitti sandılar ve onun gerektirdiği tavrı aldılar. Sonra baktılar iş öyle değil; bu sefer de sürecin dışında kalmamak için tavır değiştiriyorlar. Hatırlarsın; onlarla aramızdaki çelişkinin keskinleşmesi hep şöyle bir süreç izlemiştir: Başlangıçta savunmada olan biziz, sabırla dinler ve gereken cevabı veririz. Süreç içinde ikna olmadıklarını görünce tavrımız sertleşir ve hiç de vazgeçilmez insanlar olmadıklarını onlara hissettiririz. Ve hemen sonra geriye doğru büyük adımlar görürüz. Çünkü bu insanlar yalnız kalmayı, sürecin dışında kalmayı gözlerine yediremezler. Bu durum anlaşılan bugün üçüncü defa tekerrür ediyor. Geçmişte hata ettik ve tam anlamıyla gereken şekilde davranmadık. Kesinlikle hesap sorulması gerek; zaten ben de aynısını yapmışsın. Bundan önemli bir konu var: Uzun süre bu akrabalara fazla güvenmemek gerek. Düzelip düzelmediklerini gerçekten gözlemek gerek. Bunun da en iyi yöntemi konuştuklarına çok dikkat etmektir. İkna olmuş görünürler (öyle görünmek zorundadırlar çünkü) ama sonra konuştuğunda hala eski sorunları görürsün kafalarında. İlk fırstatta geçmişteki pürüzlerin tekrarlanması için gerekli maddi temel hazırdır yani. Bazan kızıyorum kendime; nereden bulduk bu kadar çocuğu diye. Hala pürüzlük yapanlara gelince; bunlara iyi bir yüklenip akrabalığı kesmek gerek artık. Gerçekten uğraşmaya değmez. Bunlar bu komplekslerle nereye gitseler birşey olamazlar.
Benim veya onlar açısından yararı olmayan ilişkileri temizliyorum diyorsun. Çok iyi, çok güzel. Bu gerçekten de geneli görmek konusunda iyi geliştiğini gösterir. Tabii bunu en iyi dinamik bir süreç gösterecek ama yapmaya başladığın uygulamalar da bu dinamik sürecin bir parçasıdır. Baldızın durumuna gelince: Tavrın gayet iyi. Bir insanın birşeyi öğrenmesi için önce onu haketmesi gerekir (ve bu mantık tüm akrabaların kafasına da yerleşmeli). Anladığım kadarıyla baldızda değişen bir durum yok. Eski hikayeler, yöntem aynı, konu değişmiş. Güncel bir konu bulup, onun üzerinde açıklama isteyip kendini mazur göstermeye çalışmak. Onun durumunu da şimdi pürüzlük yapmaktan vazgeçen akrabalar gibi değerlendirip işi sağlama bağlamak gerek. Yoksa her yeni olayda aynı insanlarla dönüp dolaşıp aynı yere geliriz. Ona şunu mutlaka söyle yalnız: Bir keresinde onunla bir yere gitmiştik, sen de hatırlarsın. Sonra aceleyle oradan dönmemiz gerekti. Takside, karanlıkta elimi uzatıp elini tutmuştum. İçimden öyle gelmişti ve o an ona çok şey anlatması gereken bir davranıştı bu (hele benim gibi soğuk bir adam için, en azından o öyle değerlendiriyor). Ona güvendiğimi, bu süreçte onun da varlığının benim için değer taşıdığını gösteren bir davranıştı bu. Ama şunu da iyi bilsin ki; o zaman öyle düşünmem, her zaman öyle düşünürüm anlamına hiç gelmez. Ve nitekim bu olaydan kısa süre sonra ona oldukça sert bir tavır da almıştım.
Bazı insanların kırk yılın başı seni ziyaret ederek kendilerini tatmin etmelerine fırsat vermeyeceğini söylüyorsun. Gerçekten gayet güzel, çok güzel. Biliyor musun Belma, bazı konularda sendeki bu değişmeyi gördükçe ve bunda benim de katkım olduğunu düşündükçe gerçekten çok mutlu oluyorum. Geneli görmede; süreçte olsun, tek tek insanları değerlendirmede olsun gerçekten ilerlemişsin. Zayıf insan karakterinin en belirgin özelliğidir bu: Güçlü gördükleriyle ihtiyacı olduğu zaman görüşür, konuşur, sorular sorar hatta hesap sorar. Ve sonra sanki mühim bir iş yapmışçasına rahatlar ve yine kendi dünyasına döner. Bu insanlara elbette fırsat vermemeliyiz. Bizim onlar ve onlar gibilerle uğraşacak vaktimiz yok. Gitsinler kendi zayıflıklarını başka yerde kapatsınlar. Neredeyse gece yarısı oldu, mektubu burada bırakıyorum.
Gece doğru dürüst uyuyamadım. Şu anda güneş henüz doğmamış vaziyette. Ben mektuba devam ediyorum. Mektupta; sevdik de başımıza dert aldık demişsiniz. Kim aldı acaba o derdi, sen mi yoksa ben mi. Bir aylık aradan sonra bir mektup geldi; buraya girdiğimden beri ilk kez gece hemen hiç uyuyamadım. Benim hayatımda hemen hiç uyuyamadığım geceler çok nadirdir. Ne hakkın var senin benim aklımı bu kadar meşgul etmeye. N’olucak şimdi.
Hazır yeri gelmişken dün akşam neden kafamın çok meşgul olduğunu anlatayım. Bir kitap okudum. Burada zaten ilk zaman gelenlerin dışında okunacak şey yok. Bazı arkadaşlar fotoroman okumaya başladılar. Ben daha o kadar olmadım. Neyse, adı geçen kitapta bir adamın hayatı anlatılıyordu (geçmişte de bahsetmiştim).
Bu adam özgürlüğünün kısıtlandığı çok enterasan bir yere düşmüş. Zaman zaman nazi yöntemlerini aratmayacak şeylerin yapıldığı bir yere. Başlangıçta bir çekingenlik varmış ona ve beraberindekilere karşı. Ama arada birliğin olmayışı, çok insanın bir işte soruna kadar gitmek için gerekli özelliklere sahip olmaması sonucu karşısındakiler adım adım ilerlemişler. Baskı gün be gün artmış. Gerçi o her fırsatta boyun eğmediğini ve eğmeyeceğini gösteriyor ve ona göre davranıyormuş ama tabii tek başına da pek etkili olmuyormuş. Bir gün Gayrettepe’deki o rahat yerlerde kalanların sayısının fazlalaştığını duymuş. Bundan oldukça endişelenmiş çünkü eskiden ancak bu işi tek tek kişilere yapabilenler artık cüretlerini artırmışlar ve sayı fazlalaşmış. Zorlukla görebildiği diğerleriyle konuşmuş. Bazı gençler varmış kendilerini dev aynasında gören, aslında cüceden farkları yokmuş. Değil başkasının kendi arkadaşlarının durumuyla bile ilgilenmezlermiş rahatları bozulmasın diye. Bakmış onlardan pek ümit yok. Bunun üzerine kendisi ve birkaç kişi birşeyler düşünmüşler. Bu arada antenler çalışmış ve ne olduğu bilinmemekle birlikte birşeyler olacağı haberi uçmuş. Akşam amir gelmiş. Her insan ne yaparsa kendinedir, herkes kendini savunmalı vb. konuları içeren uzun bir nutuktan sonra ona dönüp artık Gayrettepe’de kimsenin oturmadığını söylemiş. (47) Bizim adam pek şaşmış bu işe. Bundan çok daha hafif şeyler için çok insanın dünyasının şaşırtıldığı bir yerde böyle bir olay. Ama sonra iki şeyi daha iyi anlamış: Baskı ne kadar artarsa artsın özündeki korkuyu gizleyemez. Ve şartlar ne kadar kötü olursa olsun sadece dimdik ayakta durmak ve taviz vermemek bile bazan tek başına çok şeyi halleder. Ya işte böyle, yaşadıkça daha neler öğreneceğiz bakalım.
Hava felaket soğudu ve dün kar başladı. Yerler de bayağı tuttu, kartopu oynayacak kadar.
Avukat gelirken bana kazak ve birkaç kitap yolla (roman olsun, diğerleri artık girmiyor. Örneğin, Fırtına ve Paris Düşerken). Kazağı istememin nedeni kazağım olmadığından değil. Onu giyince birisi bana sarılmış gibi hissedeceğim.
Bugün tekrar yazacağım sana; bu hafta üç oluyor böylece. Gerçekten bu mektubun çok sevindirdi beni.
Bütün arkadaşlara ve kayınbiradere selamlar. Ha, aklıma takılan birşey var: seni isteteyim ama ya baban vermezse ne olacak!
Sevgili k.... kendine iyi bak. Özellikle üşütmemeye çalış. Temizlemek için de olsa burnunu her pisliğe sokup mikrop kapma. Laf aramızda, oradakilere acıyorum. Temizlikten bir yerlerine birşey olmasa bari.
Dün gece seni düşünemeyeceğin kadar çok sevdiğimi tekrar anladım; o kadar ki ben bile şaştım bu işe. Hiç böylesi de başıma gelmemişti. Sen sadece sağlam bir arkadaş, iyi bir yoldaş, güçlü bir insan değilsin; aynı zamanda gerçek bir kadınsın da. Belki, bu kadar şeyin yanında bir de bunun için bu kadar çok seviyorum seni. 

        DİPNOTLAR: 
        47. Örgütsel Gelişmemizin Özellikleri başlıklı yazı. Sonra kayboldu ve bulunamadı.


Mektup – 46
                                                                                    16 Aralık 1977
Sevgili Belma,
Dün gelen uzun mektubunu cevaplandırmaya devam ediyorum. Önce şu gazetede çıkan kendini büyük bir psikolog sanarak açıklamalarda bulunan herifin yazısını ele alalım. Biliyor musun, değişik toplumsal alanlarda olmakla birlikte ben bu tür insanlarla çok karşılaştım. Adam kendi konusunu çok iyi bilir, oldukça zekidir ama dünyadan haberi yoktur. Tüm enerji ve yeteneğini belirli bir konuda topladığından böyle olmuştur. Özellikle toplumsal konularda inanılmayacak kadar aptalca açıklamalara kanarlar. Üniversitedeki bilimadamları arasında bu tür örnek oldukça fazladır. Dünya’daki yazarın bu kategoriye girdiğini bile sanmam. Kendi konusunu bile bilmeyen salağın teki. Zaten 20. yüzyılın başından beri süren ilerlemeler sonucu bilim dallarını kesinlikle birbirinden ayırmak olanaksızdır. Örneğin kimya bilgisini artırmak isteyen insan belirli bir noktadan sonra kimyayı anlamak için önemli ölçüde matematik ve fizik öğrenmek zorunda kalır. Psikoloji de böyledir. Bu konuda uzmanlık için mutlaka toplumsal bilimleri öğrenmek gerekir. Bu yapılmayınca da en akla hayale gelmez ukalalıklarla karşılaşılır. Bu tür adamlarla konuşmada yapılacak ilk iş de önce kendisinin salağın birisi olduğunu vurgulamak olur. Bilmiyorum, bu yazı konusunda avukat ne yapabilir. Bu ne ilktir ne de son. Bizimkileri de yayınlasalardı ona unutamayacağı bir cevap verirdik. Tek Boyutlu İnsan’da okumuşsundur: Psikoloji bugün bir bilim olma niteliğini kaybederek mevcut düzenin savunma araçlarından birisi haline gelmiştir. Kişi toplumla ters düşerse eğer, haksız olan mutlaka kişidir ve psikolojinin görevi de onu bu konuda ikna etmektir. Günümüzde psikologların çoğu da ruh hastasıdır ve şu veya bu şekilde aşırı komplekslere sahiptir (tanıdığım birkaç kişiden biliyorum bunu). Herifin durumunu da amma maddi temeline oturttuk ha!
Bu arada insan bilgisinin sınırını ve bu sınırın nasıl zorlanabileceğini de açıklamak gerek. İnsanın her konuda derinliğine bilgi edinmesi olanaksız. Bu ancak belirli bir konuda olabilir. Ancak belirli bir konuyu gerçekten derinliğine kavrayabilmek ise, aynı zamanda diğer konularda genel bir bilgi kazanmakla mümkündür. Böylece insan kafasında genel bir tablo oluşur; hayat hakkında, gideceği yolun özellikleri hakkında. Öğrenme sürecinin en zor kısmı buraya kadar olandır; bu genel tablo bir kez oluştuktan sonra neyi öğrenmesi gerektiğine ve öğrenilen şeyin o genel tabloda nereye oturtulacağına insan kolaylıkla karar verir. Öğrenilen her yeni şey o tabloyu daha da mükemmelleştirir. İnsan gittikçe daha fazla ne yaptığını bilmeye başlar, çünkü içinde yaşadığı hayatı daha iyi bilmektedir artık. Sana geçmişte insanlığın genel amaçları, insanlık tarihi konularında yazmamın nedeni de bu idi zaten. Bu iyi bilinmeden genel bir tablonun oluşması olanaksızdır. Sonra genel olarak süreci ve o süreç içinde her insanın yerini görebilmek de en az bunun kadar önemlidir ve buna bağlıdır. Burada konuyu somuta indirgemek gerek: Kafalarımızda bu genel tablonun oluşması veya oluşanın etkinleşmesi açısından senin ve benim durumum ve beraberliğimiz. Önce işe senin çok tuttuğun bir deyimle, duygusal profesyonelden başlayalım.
Bu adamın hayatı çok özel tarihsel şartların biraraya gelmesi sonucu önemli ölçüde değişmiştir. Herşeyin yıkıldığı, herkesin biryana kaçtığı bir ortamda sadece pek az gayret onu artık yeniden başlaması gereken bir sürecin önüne fırlatıverdi. O bu yerin insanı asla değildi, bunu da başından beri biliyordu. Oradan çekilmek de çok kolaydı; o ortamda kim kimden neyi soracaktı zaten. Ama oradan çekilmedi ve elinden geldiğince de o konumun gereklerini yapmaya çalıştı. Bugün o adam geçmişe baktığında yaptığının herhangi birşey değil, tarihsel bir görev olduğunu anlıyor. Ama şunu da çok iyi biliyordu: O yerin adamı olmadığı halde tarih ona bu görevi yüklediğinden bunu üstlenmişti. Ve doğal olarak yapısı ve yetenekleriyle o konumun yapılmasını gerektirdikleri arasında boşluk hatalar doğuruyordu. Ama o sorumluluğunu bilerek ağır da olsa birşeyler yüklenmiş bir insan olarak değil; bulunduğu yerin gereklerini tam olarak yerine getiremeyen bir insan olarak değerlendiriliyor ve yargılanıyordu. Takdir edilmesi gereken bir çabanın yerilmesi yani. Bu da önemli bir ağırlık yapıyordu tabii. Herkes onun kadar sorumluluğunu bilseydi. Çünkü hem sorumluluğunu bilmek hem de bunun doğal bazı sonuçlarından dolayı suçlanmak kolay değil. Ama o sürece sahip çıkılması da gerekiyordu ve her zaman bunu yaptı o.
Gelelim duygusal profesyonelin son zamanlardaki durumuna. Aşırı yüklenme, yapısal özelliklerinde değişim ve bu değişim sakin bir ortamda olması gerektiği halde bunu bulamaması ve birşey daha: Televizyon seyrederken Takas adlı filmin iki kısmını görmüştüm. Oradaki adamın savaşta pekçok arkadaşı ölür ama o görevine bağlıdır, hiç aldırmaz başlangıçta. Ölen birisi onun için yeri başkaları tarafından doldurulması gereken birisidir sadece, o kadar. Bir gün birisi ona şöyle der: İnsan başlangıçta kolay yener bu kayıpları ve onların verdiği acıyı. Unuttum sanırsın ve bir gün, birdenbire hepsi birikmiş olarak kendilerini hissettiriverirler. Dayanmak çok zor olur o zaman. Evet, bir de bu vardı ek olarak. Sevdiği kadın onun son zamanlarındaki halinden şikayet ediyor. Haklı. Sanki o memnun muydu halinden? Ve şunu da eklemesi gerek: O günkü durumu kadının zannettiğinden daha kötüydü. Üstüste gelen ve sürekli olarak onu geriletmeye çalışan şartlara karşı büyük bir savaşa girmişti. Herşeyini buraya kanalize etmişti. En yorgun en bitkin olduğu zamanda bile bütün alanlara birden saldırması bunun açık kanıtıydı. Kafası sadece önündeki işleri görecek kadar çalışıyor ve bütün yorgunluk ve yüküne rağmen korkunç hırsı onu ayakta tutuyordu. Kafasındaki genel tablo çoktan gözden kaybolmuştu ve onun kendine yabancılaşmasının en önemli nedenlerinden biriydi. Sevdiği kadının ona yardımcı olmak istediğini biliyordu. Ama nasıl bir yardım? Ona gerçekten yardımcı olabilmesi için herşeyden önce erkeğin kendi durumunu iyice gözden geçirmesi gerekirdi. Sonra bunu ona uzun uzun anlatmalı ve onunla bütünleşmeliydi. Ancak bundan sonra kadın; daha çok manevi anlamda da olsa ona yardımcı olabilirdi. Ama bunlar için de sakin bir kafa ve ortam gerekirdi. Temposu durmadan artan bir hayatın içinde bu olanaksızdı. Bu nedenle erkek kendini kimsenin anlayamayacağı, kimsenin kendine yardımcı olamayacağı düşüncesine tamamen kaptırdı. Kafasında kısa vadeli bazı planlar vardı, onlar gerçekleştikten sonrasını düşünemiyordu. Eğer yaşamak denen şey; gün geçtikçe zayıflamak, kendine yabancılaşmak idiyse, artık bitsin bu iş demekten başka çare yoktu ve öyle de diyordu zaten. Diğer yandan beraberliklerinin durumu da onu rahatsız ediyordu. Çok seviyordu ama bütünleşemiyorlardı. Bunu yapmayı çok istiyordu ama ne ortam buna müsaitti ve ne de kendi durumu. Zaman zaman kadının sevgisinden şüpheye bile düştüğü oldu; ama sonra hemen vazgeçti bu düşünceden. Onun kendisine çok yakın olduğunu biliyordu ama sadece mantığıyla değil duygularıyla da hissetmek istiyordu bunu. Bunu ancak son zamanlarda hissedebildi ve hissettiği için de büyük mutluluk duydu. Bazan düşünüyordu, ne halde olduğumu anlıyor mu acaba diye. Kendini bir düzene koyacak ve onunla uzun uzun konuşacaktı. Ama o şartlar altında bu kolay kolay olamazdı. Bir virajı dönüyordu erkek, eskiden beri onda hakim olan bazı özellikler varlık nedenini yitiriyordu. İyiye, çok iyiye doğru bir gelişimdi bu ama nefes almak olanağının bile zor bulunduğu bir tempoda bu değişim gerçekleşemezdi. Ama o değişimin gereği de artık ona baskı yapıyordu (ötekiler yetmezmiş gibi). Sadece iki şey hisseder olmuştu: Başarı hırsı ve güvendiği ve sevdiği birini yanında bulmak mutluluğu. Başka hiç birşey kalmamıştı, bunun dışında duymuyor ve hissetmiyordu. Herşey sürece gitmiş ve gidiyordu. Kadına ısrarla, bıktırırcasına beni seviyor musun diye sormasının nedeni de buydu zaten. Kadın garip karşılardı bunu, söylemişti ya zaten. O zaman da erkek büyük bir yeise düşerdi. Dayanacak o kadar az şeyi kalmıştı ki çünkü, onun sevgisini her an hissetmek istiyordu. Kadın bunu anlamıyordu. Aslında haksızlık ediyordu ona; anlatmadan herşeyi anlamasına olanak var mıydı? Ama durumunu uzun uzun anlatacak durumu da yoktu erkeğin. Önce kendi durumunu tam anlamıyla kavrayamamıştı; sadece çok berbat bir durumda olduğunu hissediyordu. Buna rağmen büyük bir enerjiyle devam etmesi ise ne anlama gelirdi? Belki iyi, belki de kötü. Çünkü sönmek üzere olan bir ateş bile son kez parlar. Ve kendisi de öyle olacağını düşünüyordu o zaman. Artık çok gördüm çok yaşadım dediğinde kadın üzülüyor ve itiraz ediyordu. Ama o bunları isteyerek söylemiyordu ki, içinde bulunduğu durum söyletiyordu ona. Bugün geçmişi düşündüğünde kadına hak veriyor. Gerçekten kendi dünyasına kapanmış, ona kendini tanımak fırsatını vermemişti pek. Dışarıdayken bütünleşmeleri yetersiz olduysa eğer bunda esas sorumluluk erkektedir. Ama nasıl bir sorumluluk? Bunları yapmak istemedi mi, yoksa onu ihmal mı etti? Asla. Bazı şeyleri yapamadıysa eğer bu istediği halde yapamadığı içindir. Şartlar ve onun yetenekleri daha fazlasına olanak vermedi. Sonuç olarak o şartlar devam etseydi eğer şüphesiz daima beraber olacaklardı. Ama bugün birbirlerinden uzakta bile olsalar ulaştıkları bütünleşmeye, aynı zaman zarfında ulaşamazlardı. Şartlar izin vermezdi buna.
Sonunda şartlar altüst etti bu süreci. Altüst etti de ne oldu? Özellikle erkek dışarıdayken beraberlikleri konusunda yapamadığı şeyleri yapmaya çalıştı. Kadının kendini tanımasını sağlamaya ve ona elinden geldiğinde birşeyler vermeye çalıştı. Ve gerçekten verebildiğini gördükçe de çok mutlu oluyor. Böylece beraberliğin ikinci aşaması başlar. İki insanın beraber oldukları sırada, yani başlangıçta birbirleriyle anlaşmaları yetmez. Bizim hayatımızda insan çok hızlı gelişir ve değişir. Başlangıçta anlaşabilen iki insan; eğer süreç içindeki değişmeleri çok dengesizse, yani biri hızlı diğeri yavaş gelişiyorsa, fazla birlikte olamazlar. İlişkilerinde dengesizlik çoğalır. Bizim beraberliğimizin en güzel iki yönü var: Birincisi; en aleyhimizde olan şartlardan bile lehimizde yararlanabiliyoruz. İkincisi; değişimimiz çok enterasan. Bende eksik olanlar sende mevcut. Sen benim yönümde değişiyorsun ve bana benziyorsun. Ben ise ilk olarak genel tabloyu kafamda tekrar yarattım. Sonra bende eksik olan şeyler ise sende mevcut. Bunlar dengeli ve her aşamadan geçilerek ulaşılmış özellikler. Yani ben de sana doğru değişiyorum, sana benziyorum. İki insanın bütünleşmesi bundan daha güzel, daha sağlam olamaz. Nereden de karşılaştık seninle yahu! Şu işe bak. Hayat işte bu, arasan bulamazsın.
Evet, gerçekten değişiyoruz. Daha iyiye, daha sağlam ve daha güzele doğru. Geçen mektupta da yazdım ya; özellikle senin değişmen ve bunda benim de katkımın olması anlatamayacağım kadar mutlu ediyor beni.
Yeri gelmişken belirteyim: Senin saçların ne kadar dökülse yine de gürdür. Diline gelince; gerçekten bütün zorun bana mıydı? Öf, gerçekten ne çok konuşuyordun. Hele tartışırken. Çok konuşman birşey değil, ikide bir insanın lafını kesmen yok mu deli oluyordum. İşin kötüsü ben şimdi daha da az konuşuyorum. Bu gidişle ikimiz bir yerde oturduk mu büyük bir sessizlik hakim olacak. Aman, boşver. Sen istediğin kadar konuşursun, ben dinlerim. Bu arada fırsat bırakırsan eğer birazcık da konuşabilirim herhalde! Neyse bu işin gırgırı. Eskiden de söylerdim: Az konuşan çok düşünür demek değildir; ama çok konuşan mutlaka az düşünür. Herşeyden önce dinlemesini bilmek, birşeyi iyi anlamak ve karşındakini ikna etmek açısından çok önemlidir.
O şişman Tevfik’in gitmesine sevindim. Herife gıcık oluyordum. Biz gittik ama o da kalmadı.
Avukatla bana biraz para gönder (biraz, fazla değil). Bu konuda ailemden fazla şey istemeyi istemiyorum şu anda.
Gözlerim kapanıyor, yatsam iyi olacak. Dün gece hemen hiç uyumamış duygusal profesyonel, esmerini düşünmüş. İyi geceler sevgili k...., seni çok seviyorum.

Mektup – 47 
                                                                                    19 Aralık 1977

Bugün Pazar. Senden telgraf bekliyordum ancak alamadım. 12 tarihli mektubumu almış olmalısın. Belirttiğim gibi tanıdık avukat en geç Ocak’ın ilk haftası içinde gelsin.
Biraz önce Afyon’dan mektup geldi. İyiler, anladığım kadarıyla oldukça düzelmişler. Kitap var, ziyaretçi var; daha da ne isteyecekler zaten. Nedendir bilmem bizi de kendileri kadar iyi sanıyorlar! (Maddi şartlar açısından tabii.)
Abine mektup yazdım. Bununla birlikte onu da gönderiyorum. Mektup kısaca şöyle: İnsanların her zaman belirli kurallar dahilinde ve belirli bir amaç için yaşamaları gerekir. Zaten bu ikisi birbirine bağlıdır. Belirli bir amaç için yaşayan insan o amaca ulaşmak için belirli bir yolu izlemek ve dolayısıyla belirli kurallara uymak zorundadır. Bu amaç şu veya bu olabilir. Önemli olan hayatın, yaşamanın bir anlamı, bir değeri olabilmesi için mutlaka bir amacın varlığının şart olmasıdır. Birşey için yaşamanın şart olmasıdır. İnsan hayatının amacı; yeteneklerini geliştirmek yani kendini bulmak olmalıdır.
Sonra tek bir insanda toplanmış güç konusu. İnsanın gelişmesi, kendini bulması herşeyden önce bu gücün farkına varmayı ve onu kullanmaya cesaret etmeyi gerektirir. Özellikle gücü kullanmaya cesaret çok önemlidir. Çünkü pekçok yetenekli ve dolayısıyla çok şey yapabilecek insanlar, sahip oldukları yetenekleri kullanmaya cesaret edemediklerinden (yani onların kullanılması sonucu doğacak neticelerin sorumluluğunu alamayacaklarından) fazla birşey yapamazlar. En büyük yetenekler bile eğer onları azimle ve cesaretle kullanabilecek bir kişilik mevcut değilse, fazla işe yaramazlar. Ardından bu gücün nasıl kullanılması gerektiği gündeme gelir.
İnsan kendi dünyasına kapanarak bunları gerçekleştiremez. İnsan kendini ancak tüm evren ve diğer insanlarla ilişkileri içinde bulabilir, geliştirebilir. İnsanın gelişmesi ve kendini bulabilmesi için herşeyden önce ne yaptığını bilmesi gerekir; bu ise ancak çevresinde ne olduğunu öğrenmekle mümkündür. İnsan kendini ancak tüm insanlık için yaptığı şeylerle tanımlayabilir. Tüm insanlığa en iyi hizmet insan hayatının yöneldiği başlıca amaç olmalıdır. Yetenekler burada değerlendirilmeli, güç burada kullanılmalıdır.
Sonra bilim adamının bu toplumdaki konumu. Yetenek ve enerjilerini insanlığa faydalı ancak çok kısıtlı bir alanda topladıklarından toplumsal olaylar hakkında çok ilkel inançlara sahiptiler. Ayrıca bilgileri de tam bir olgunluktan uzaktı. Belirli bir alandaki bilgi ancak bütünün içindeki yeri tam olarak saptandığında değer kazanır, bu ise bütün alanların genel bir bilgisini gerektirir.
Bilim vb. şeyler tüm insanlığa hizmet eden ancak kısıtlı olan alanlardır. Devrimci mücadele ise tüm insanlığın kurtuluş mücadelesidir ve insanlığın genel çıkarlarına en geniş şekilde hizmet eder. İnsanlığa hizmet yönünden idealdir. Diğer yandan çok geniş bir alanı kapladığından ve dolayısıyla mümkün olan en büyük çok yönlülüğü gerektirdiğinden insanın tüm yeteneklerini de geliştirir. Böylece hayat yolumu değiştirdim. Ardından seninle karşılaşmamı anlattım. O da benim gibi kendi gücünün farkında idi ve daha da önemlisi bu gücü kullanmaya cesaret edebiliyordu. Yani gerçek bir insandı. Bu tür insanlar o kadar azdır ki karşılaştıklarında kendiliğinden bir yakınlaşma doğar aralarında. Bu yakınlaşma önce sadece derin bir saygı üzerine oturur. Ancak bu iki insanın benzerlikleri burada bitmez. Her ikisi de bu toplumdan istediklerini almış veya alabilecek insanlardır; buna rağmen oradan uzaklaşmışlardır. İnsanlığa yapılacak en büyük hizmetin insanlığın kurtuluş mücadelesine hizmet olduğunu kavramışlardır. Zaman içinde, olayların içinde bu benzerliğin doğurduğu yakınlık büyür. Aslında iki insan bunun pek farkında olmadıkları halde büyür. Ve belirli bir seviyeye ulaştıktan sonra da bir nitelik sıçraması yapar ve sevgiye dönüşür. Çok sağlam bir sevgidir bu; çünkü dayandığı ana temeller önceden hazırdır. Çok sevgilerin temeli önceden atılır. İki insan şu veya bu yüzeysel nedenden yakınlaşırlar ve sonra beraber olmalarının haklılığı ve gerekliliği konusunda nedenler arar; genellikle de bunları bulup kendilerini ikna ederler. Bu nedenler sağlam veya çürük olabilir. Bu o kadar önemli değil. Sevginin sağlamlığı açısından önemli olan bu nedenlerin önceden bulunmuş olmasıdır. Gerçi böyle bir sevgi fazla mantıki, gerçekçi ve biraz soğuk görünebilir. Bu başlangıçta ve sadece görünüşte böyledir. Önce saygı duyduğun için seversin, sonra sevdiğin için saymaya başlarsın. Önce sana benzeyen ve bundan dolayı ihtiyacın olan bir insanı bu ihtiyaçtan seversin. Sonra sevdiğin için ihtiyaç duyarsın. Sağlam temellere dayanan bu sevgi tüm yapıya hakim olur.
Sonra beraberliğimizin hangi şartlar altında ve nasıl sürdürüldüğü. En zor şartlar altında bile bütünleşmeye devam etmemiz ve bir gün mutlaka tekrar beraber olacağımız. Sana da neredeyse bütün mektubu yazdım hani.
Geçen mektubunda bir yere kafam takılmıştı: Sayıyorum seni sevdiğimce diyordun. Bu aklımda yanlış kalmış. Seviyorum seni saydığımca diye kalmış. Üzerinde epeyce düşündüm ve bana ters geldi. Evet biz ancak saygı duyduğumuz insanları severiz. Ama bu saygı duyduğundan dolayı sevmek kısa bir süre devam eder. Bunun uzun sürmesi; saygıdan (karşıdakinin gücüne olan saygıdan tabii) ve ihtiyaçtan dolayı sevmek aslında sevgiyi geliştirmez. Böyle bir sevgi gelişemez; çünkü kendini aşamaz. Çünkü bu sevgi sadece dayandığı sağlam temellerden ibaret kalmıştır. O temeller yükselememiştir. Gelişen bir sevgi ise bütün o sağlam temelleri içinde eritir. Herşeyin kaynağı olur. Temeller sağlam olduğu için sevgi de çok sağlamdır. Artık sevdiğin için sayarsın, sevdiğin için ihtiyaç duyarsın, sevdiğin için ararsın. Belirli maddi temellerden yola çıkan sevgi hızla onlara dayanır ama onları aşmıştır artık. Yazdığın aklımda yanlış kaldığı için acaba bu aşamaya gelemedi mi diye düşündüm. Sonra yanıldığımı anladım. Gerçi daha önceki bir mektubundan da bunun böyle olamayacağını biliyordum. Senin sevginin gelişimini anlattıktan sonra “olabildiğince haklı olarak benim dediğim bir duygu bir varlık için mücadele etme sorumluluğu duyuyorum artık. Böyle bir mücadelenin içinde olduğunu olacağını bilmek uğruna mücadele edilen şeye mutlak yakınlaştırır mücadeleciyi. Bu gelişim daha önceki tutumunun haklı olduğuna inandığı birisinin savunmasını kendi içinde eritti yada ikincil hale getirdi.” Bu da gösteriyordu ki sevgin daha doğrusu sevgimiz çocukluk aşamasını geçmiş, olgunlaşıyor. Çünkü yola çıktığı, dayandığı temelleri kendi içinde eritiyor. Onları inkar etmiyor ancak aşıyor. Ve böylece herşeyin başlangıcı, nedeni oluyor. Örneğin ben de belirli bir saygı ve ihtiyaçtan yola çıkarak seni sevdim. Bunlar bugün ortadan kalktı mı, değil. Ama nedenle sonuç yer değiştirdi. Bütün benliğimi dolduran sevgi şimdi eskiden olduğu gibi saygı ve ihtiyaç değil. Saygım var, ihtiyacım da var; çünkü çok seviyorum herşeyden önce.
Biliyor musun sen şimdilik şeylerin ilişki ve çelişkilerini, onları gelişimleri içinde görmeyi yeni öğreniyorsun. Ama içinden gelen, kendiliğinden ifadelerle bu sürece çok güzel ve kısaca açıklıyorsun: “Sayıyorum seni sevdiğimce.” Aslında şu anda öğrendiğin şeyler; bugüne kadar yabancı olduğun ve yapmadığın şeyler değil. Ne yaptığını öğreniyorsun sadece. Bilinçsiz bir süreç bilinçli hale geliyor. Yaptığın işin farkına varıyorsun adeta. Aynı şey değişik konuda benim de başıma geldi, süreci incelerken.
Başka bir örnek daha vereyim: “Zaten bunu başarıp başaramamak doğru olduğunu kabul edip etmemektir.” Bu sözü bir zamanlar beraberliğimizin sürüp sürmemesi konusunu anlatırken söylüyorsun. Gerçekten de son derece güzel ama içinde de pekçok olayın bulunduğu bir 2,5 ay geçirdik. Sen herzaman benim aksiliklerime sabırlı davrandın ancak ben de isteyerek yapmadım onları. Neyse esas konumuza dönelim: Bizim için birşeyi yapıp yapmamayı onun doğruluğu belirler. Benim uzun uzun anlattığım; insanın hayatına belirli ilkeler hakim olmalıdır görüşünün kısaca ifadesidir bu. Sen yaptığın şeylerin teorisini öğreniyorsun ve şimdi daha iyi yapabileceksin onları.
Benim durumuma gelince: Önceden de yazdığım gibi bende ortaya çıkan çok şeyin maddi temelini buldum. Ancak daha alınacak epeyce yol var. Devam etmek gerek, bunun doğruluğuna inanıyorum. Ancak kendimi yokladığımda hala tüm duygularımla birinci maddenin doğal sonucunu istediğimi hissediyorum. Mantıken bu yanlış, bunu biliyorum ama sadece bilmek yetmiyor. Aslında bu işi de halledeceğim zaman içinde, çünkü neyin doğru olduğuna karar verdim ve yanlışın da maddi temelini buldum. Ancak eski durumun yapıdaki etkisini sürdürmesi de normal. Bir örnekle anlatayım: Her çeşit jet uçağının belirli bir uçuş seviyesi vardır. En hızlı ve en verimli olarak o yükseklikte uçar. Örneğin normal bir jet uçağı, jumbo jetten daha aşağı seviyede uçar. Ama eğer onun jumbo jetin seviyesinde uçması gerekiyorsa tabii ki oldukça zorlanır. Ve bu durum uzun süre devam ederse eğer doğal olarak bazı özellikleri deformasyona uğrar. Hem bu durum ve hem de yüksekte uçmak sonucu bazı yetersizliklerin sorumluluğu. Bu kadarı da fazla değil mi? Şimdi yapılması gereken her özelliğin süreç içinde nasıl bir değişim gösterdiğini incelemek. Gerektiğinde herşeyi yüklenmeye daima hazır oldum ve olacağım. Ama umarım tekrar o eski yükseklikte uçmak zorunda kalmam. Bu bir kaçış veya ezilmek değil. İnsanlar tarihin kendilerine yükledikleri rolü oynamalıdır ama o rol yüklendiği taktirde. Böyle bir yükleme olmadan gene de daha yüksekte uçmayı istemek hem iyi değildir hem de kariyer hevesini yansıtır. Mecbur olduğun zaman yeteneklerinin üzerinde de olsa sorumluluk al; ama mecbur olmadığın zaman da veya daha doğrusu kendini mecbur görmediğin zaman da asla aynısını yapma.
Ankara’ya telgraf çektim, ona da cevap gelmedi. Ya bunun bir nedeni var, ya da bu adam kafayı bozdu bana. Sana haber geliyorsa eğer bana yaz. Bir de hala ziyarete gelmediyse eğer şu senin tahliye olan okul arkadaşına söyle, zannettiğinin aksine merak edilecek bir şey yok. Yoksa evlenmek filanla mı meşgul bu herif hala? Burada da bir şeyden haberimiz yok yahu!
Neyse, gene konumuza dönelim. Neyin doğru olduğunu biliyorum ya, onu şu veya bu şekilde yaparım artık. Görünüşte oldukça farklı insanlarız ama bütün temel noktalarda, hayatımıza temel aldığımız şeylerde çok benziyoruz. Bunu en başında sana söylemiştim, bilmem ne kadar inanmıştın? Şimdi inanıyorsun ya, artık o zamanın önemi yok.
Tekrar mektubuna dönelim: Gerçekten de beraber oldukları süre içinde duygusal profesyonel genelin dışında özel olarak birşeyler veremedi kadınına. Önceden de belirttiği gibi aslında onun sandığından daha kötü durumdaydı. Öylesine artmıştı ki üzerindeki ağırlık ve herşey de öylesine birikmişti ki. Bana kimse yardım edemez düşüncesine iyice saplanmıştı. Bunun için kadını yetersizlik vb. gibi şeylerle suçlamayı aklının köşesinden bile geçirmedi. O da koşuyor, çalışıyordu ancak durumu gereği erkeğin dahi boyunu aşan şeyleri kaldıramazdı o. Gerçekten de kadın yük olmadı erkeğe, hiç olmadı. Aslında o beraberlik çok daha güzel olabilirdi mutlaka ama o şartlar altında değil tabii. Özellikle erkek kadına çokşey verebilirdi ve vermek de istiyordu. Kaç gece onunla uzun uzun konuşmayı aklına koydu, ama bir türlü yapamadı. Tarih tezini yazıyordu ve bütün aklı ondaydı. (48) Bunun ne kadar önemli olduğunu da biliyordu. Herşeyini süreç almış kadına verebilecek bir enerjisi kalmamıştı. Ona kendiliğinden verebildiği tek şey, tek örnek: herşeye rağmen kendilerini kuşatan şartlara meydan okumasıydı. Sıkıştıkça daha çok alanda saldırıya geçmesiydi. Duygusal profesyonal yakında önemli günlerin geleceğini seziyor ve her eksiği doldurmaya çalışıyordu. Gerek bundan ve gerekse de içindeki çılgınca başarı hırsı sonucu hayatla yarışa girmişti adeta. Ve hayat da ona hiç beklemediği bir oyun oynadı. Neyse, beraberlik açısından önemli olan şu ki o dönemde birbirlerine kendi varlıklarından başka birşey veremediler. Ama bu bile yetti. Kadın “senin varlığın, sadece yaşadığını varolduğunu bilmem asla yalnızlık duymamam demek artık” diyor. Erkek için de bu böyle. Hayatında ilk kez, şartların tüm ağırlığına rağmen içhuzuruna kavuştu. Ve yine hayatında ilk kez onu gerçekten seven ve düşünen bir kadının varlığını hissediyor. Büyük bir mutluluk bu onun için.
Şimdilik bu kadar yazıyorum. Aklıma gelmişken söyleyeyim. Bizim avukat işleriyle uğraşan tahliye olan vatandaş var ya; ona şu “Tezi” sor bakalım, ne olmuş sonucu, buradayken bahsetmiştim çünkü.
Hilal’e selamlar (“Baksana” ne yapıyor o?) (49) Bana mektup yazmayı ihmal etme. Seni çok seviyorum bu nedenle de çok vaktimi alıyorsun. N’olucak şimdi. 

        DİPNOTLAR: 
        48. Örgütsel Gelişmemizin Özellikleri başlıklı yazı. Sonra kayboldu ve bulunamadı.
        49. Hilal’in tipik konuşma tarzıdır.