Mektup 33-34-35-36-37

Mektup – 33
15 Kasım 1977
Sevgili Belma,
Aynı anda gelen üç mektubundan sonra mektup almadım ama herhalde bugünlerde gelir. Gazeteleri okumuşsundur (infaz kanunu, vb.). Önceden de belirttiğim gibi, bunun arkası gelecek sanırım, bütçede para filan arama çünkü. 1978 bütçesi Türkiye tarihinin en fazla açık veren bütçesi olacak.
Bu koğuşta Tercüman alınmıyor onun için geçenlerde hakkımda yazılanları okuyamadım ama özetle duydum.
Artık mektuplarımda sana geçmişte nasıl zorlandığımdan, tükenme derecesine geldiğimden, içimdeki büyük acılardan ve bunun gibi şeylerden bahsetmeyeceğim. Bunlar çözümlendi ve bitti artık. Bu onları unuttuk anlamına gelmemeli, bu olamaz. Üzerimizde hiçbir etki bırakmadıkları da söylenemez. Anılar ve etkileri her zaman kendini duyuracak ama (eğer deyim yerindeyse) virajı döndük. Son zamanlarda hep geçmişte yaşadık, onu çözümlemeye çalıştık ve dolayısıyla onun ağırlığı altında kaldık. Bunları çözümledik derken artık onların üzerimizde yük değil elimizde vasıta olduklarını belirtmek istiyorum. Gelecekteki hareketimiz için bize yol gösteren, ders veren vasıtalar. Geçmişte olan ve üzerimizde büyük ağırlık yapan yükleri atabilmenin ilk adımı tarihin bize yüklediği görevi yerine getirmeye devam etmek kararını vermekti. Bunu yapamasaydık ezilecektik o yükün altında. Son mektubunda “bu kadarcık süreç ve atılan bu kadar yük“ diyordun. Gerçekten bu kadar kısa sürede nasıl oldu bu iş? 
           Bahsettiğimiz o adamın hayatının bazı yönleri bunu açıklar: 
           O adam zaman zaman içinde bulunduğu durum sonucu yeise düşer. Ama bu çabuk geçer ve kızar kendi kendine. Hayattan neyi istedin de alamadın veya neyi istedin de hayat sana vermedi diye düşünür. Henüz küçük bir çocuk iken kendini kimseye ezdirmemeye ve toplumun içinde bir yer kapmaya karar vermiş ve 11 yıllık gayretten sonra bunu başarmıştır. İstese toplum içinde çok daha iyi bir yere gelebilirdi ancak o daima enerji ve yeteneklerini tüm insanlık için kullanmayı isterdi. Kafa yapısını değiştirip başka bir sürece girdi ve o süreçte de çok şeyler yaptı. Çocukluğundan beri hayatı olduğu kadar kendini de tanımayı isterdi. İnsan tıpkı başka insanları tanıdığı gibi, kendini de tekdüze bir hayatın içinde değil, zorlukların peşpeşe geldiği, yalnız kaldığı ve sorumluluklarının arttığı zaman tanır. İnsan yeteneklerini ancak o yetenekler son sınırına kadar zorlandıkları zaman tam anlamıyla tanır. Bugün o adam hayatı, insanları ve kendini tanımak yolunda önemli adımlar atmış durumda. Ve zaman zaman kızıyor kendine. Hayatında temel olarak elini neye attıysan başarmadın mı? Uzun ve zorlu bir süreçte birlikte yola çıktıklarından bugünleri sadece sen görmedin mi? Hemen her sıkıştığında hayat sana elini uzatmadı mı? Kendini tanımak ve yeteneklerinin sınırlarını öğrenmek isterdin; işte çoğu kez hayat seni yalnız bıraktı o süreçte. Ne zaman çok yoruldun ve artık dayanamayacağını, kaldıramayacağını hissettiysen, hayat hemen sana “istirahat“ verdi. 1975 yılında gücünün sonuna geldiğini hissetmiş ve askere gitti. Dört ayda çok düzelerek geri döndü. Şimdi de iyice yorulduğu, yıprandığı ve çok zorlandığı bir anda hayat yine dinlenme fırsatı veriyor. Üstelik bu sefer daha iyi tanıdığı kendini daha esaslı geliştirebilir. Bunca yükü nasıl attı bu kadar zamanda? Sinirlerini bozan insanlardan uzaklaşmak ve yalnız başına düşünmek istedi. Ayrı ayrı yerlere gittiler ve 20 gün bol bol düşünmek fırsatı buldu. Aynı zamanda zor şartlar altında bile neler yapabileceğini bir kez daha gördü. Bu iyi şartlar olmasıydı tarihin ona yüklediği role devam etmeye bu kadar çabuk karar veremezdi. Ama sadece iyi şartlar değildir bunu sağlayan. Bilim dünyasında da pek çok buluş şans eseri yapılmıştır ama herkes o tesadüflerden faydalanamaz. “Şans ancak hazırlanmış kafalara yardım eder.“ Bu sözü değiştirerek; şans ancak yeteneklerini, enerjisini ve cesaretini kullanabilenlere yardım eder diyebiliriz. Zaten o adam yeteneklerine olduğu kadar şansına da güvenir ve o nedenle bu durumdan daha iyi, daha gelişmiş bir şekilde çıkacağına emindir.
Bir de sevdiğinin durumu var tabii. Adam eskiden bilim adamı olmak isterdi ve duygusal ilişkilere itibar etmezdi. Kadın gibi onları lüzumsuz olarak nitelediğinden değil; yaptığı işe, inandığı şeylere aşıktı o (büyük hırsı da buradan kaynaklanır zaten). Ve hiçbir kadın evren kadar güzel olamazdı. İnsanın işi ve eşi aynı olmalıdır. İşine duyduğu bağlılık ve sevgiyi eşine de duymalıdır, bu ise ancak eşine baktığında aşık olduğu işini görmesiyle mümkündür. Adam sonra yolunu değiştirip başka bir sürece girdi ve hiçbir şey o süreç kadar güzel olamaz diye düşündü. İlk beraberliği bunların hiç birisine uymuyordu ve doğal olarak zamanla uzaklaştı. Bugün o muazzam süreci onda da gördüğü için sevdiği kadınla beraber. İşi ve eşi aynı yani. Aslında ona çok daha fazla şeyler vermek isterdi ama zamanı ve enerjisi yetmedi. Çok güzel bir beraberlikti bu. Gerçi o iki insan beraber oldukları süre içinde bu güzelliği tam olarak anlayamadılar. Ancak hiçbir insan içinde yaşadığı anın önemini ve güzelliğini yaşarken tam olarak anlayamaz. Bunlar sonradan düşünüldüğünde tam olarak anlaşılır.
Mektuplarında kısa da olsa akrabalardan bahsetmediğin için kızıyorum. Buranın en büyük zorluğu herkesten ve herşeyden uzak olmak. Önceleri kendi sorunlarımı halletmek için olsa gerek iyice içime kapanmıştım, geçmişin anılarıyla yaşıyordum. Şimdi artık o bana yüklenen rolü sürdürmeye karar verdiğimden beri olmuyor. Geçmişe değil geleceğe dönük yaşıyorum ve hiçbir katkım olmadığından dolayı da kızıyorum. Ne bulursam okuyorum ve düşünüyorum (ama artık düşüncelerimin ağırlık noktası kendim değil). Sizlere yakın olmayı çok istiyorum.
Aklıma gelmişken belirteyim: Kumkumoğlu’ndan mektup geldi. Bayramdan sonra İstanbul’a nakliniz için uğraşacağım, diyor. Ne zaman olur belli olmaz tabii. Sana yazma dedim çünkü bakarsın gideriz ve bakarsın arkamızdan göndermezler ve boşa gider o güzelim mektupların. Oradaki çevre geniş, belki zamanını öğrenebilir ve ona göre yazabilirsin.
Burada geçen bir günümü anlatayım sana: Sabah 7.00-7.30’da kalkıyorum ve genellikle spor yapıyorum (çoğu kez tek başına, Ali kalkmıyor). Sonra sabah çayı geliyor. Bu arada pencereden görünen ağaçlara, evlere ve dağlara bakıyorum (eski koğuşta sadece duvarlar vardı). Sonra bulabildiğim kitapları okuyorum (genellikle hikâye kitapları). 9’da çorba geliyor. Sonra yine kitap okuyor veya sana mektup yazıyorum. 12’de öğle yemeği. 16.30’da akşam yemeği. Bu arada ve gece düşünüyorum, yazıyorum ve diğer mahkumlarla sohbet edip TV seyrediyorum (eski koğuşta bu da yoktu). Çok enterasan insanlar var. Hayatın sillesini fena yemişler, zaman zaman duyduklarına inanamıyor insan. En büyük trajediler bile bu kadar acı olamaz. Bu vesileyle insanlarımızı daha yakından tanımak olanağını da buldum. Meraklı, uyanık, kurnaz, çocuk, inanmaya ve güvenmeye susamış insanlarımız. Koğuşa geldiğimde çoğuyla tanışmaya gerek kalmadı; beni ve seni iyi tanıyorlardı. Hep beraber kalırken de öyleydi, şimdi de devam ediyor; genellikle şef diye çağırıyor beni herkes (hemen gülme!).
Aklıma ne geldi: Hani seninle Sirkeci’ye ev tutmaya gitmiştik. Caddeye çıktığımızda koluma gir demiştim, arkadan bakar diye gerekçe göstererek. Halbuki bulunduğu kattan sokağın görünmeyeceğini biliyordum. O zamanlar henüz bir şey söylememiştim sana ve elini kolumda hissetmek çok hoşuma gidiyordu. Ne fesat adamım değil mi, neleri düşünmüşüm. Her zaman bana olan ve olacak şeylere değil, senin durumuna üzülüyorum. Belki çok özel bir yerin, önemin var da ondan benim için. Seni çok seviyorum.


Mektup – 34
16 Kasım 1977
Sevgili Belma,
7 Kasım tarihli mektubunu aldım. 9’unda postaya verilmiş, 15’inde elime geçti. Ancak diğer mektuplarından bilgim yok. Örneğin 7 Kasım Pazartesi’den önce Cuma ve Pazar günleri de yazdım diyorsun ama onlar gelmedi. Belki onları özel ulak atmadın ondan geç kaldılar, belki de hiç gelmezler. Bugüne kadar posta ile gelen 9 mektubunu aldım. Tarihleri: İlkinin tarihi yok, 1 Ekim, 3 Ekim, 7 Ekim, 28 Ekim (araya dikkat, bu kadar zamanı mektupsuz geçirmek ne demektir), 30 Ekim, 31 Ekim, 4 Kasım, 7 Kasım. Benim mektuplarımın hepsini alıyorsun sanırım. Sık sık yazıyorum ve yazacağım da. Sana dışarıda iken bazı şeyleri anlatamadım, veremedim. Ama insan fırsatını bulunca ne kadar yetersiz olursa olsun buna hemen başlamalı. Birbirine birşeyler vermek niyetindeyse insan bunun yeri ve zamanı yoktur.
Gelelim Afyon meselesine. Onlara tekrar mektup yazıyorum ve öyle anlaşılıyor ki biraz halledildiğini sandığım meseleler olduğu gibi duruyor. Ana sorun şu: Haydar yanındakinin psikolojisinden etkileniyor (bu orada iken de mevcuttu). İçerde bulunulan şartları kaldıramamak, suçluluk kompleksi, şartların ağırlığını keskin çıkışlarla dengelemeye çalışmak ve “bunca felakete neden olan bir sebep veya birini bulup” herşeyi kolayca açıklamak ve düzlüğe çıkıvermek! Onlara yardımcı olmalıyız. Geçmişte sadece kendimizi değil pek çok insanı da birlikte taşıdık ve buna devam etmek zorundayız. Tabii taşıdıklarımız buna değdikleri sürece. Şüphesiz senin de belirttiğin gibi ardarda gelen olaylar ve bunlara ilişkin etraftakilerin iğnelemeleri de böyle tepkilerin nedenlerinden biri olabilir. Burada bu tür şeyler hiç olmadı. Birkaç defa siyasetlerini yerin dibine batırdığımız halde kimse ağzını açıp da tek kelime söyleyemedi. Birlikte çok zor günler geçirdik ve hepsi de hangi siyasetin ne tür adam yetiştirdiğini gördü. Üstelik dışarıda olan herşeye rağmen bizim sarsılmadığımızı da gördüler (tabii bunda olanların gerçek boyutunu bilmenin de rolü var). Hep beraber iken bir ara koğuşun iç işleyişiyle ilgili olarak bir seçim yaptık. 18 kişiydik, ikisi oy kullanmadı, ben kendime oy vermedim ve 15 oy aldım. Eğer kendi sorunlarımı halletmek için bir ölçüde içime kapanmamış olsaydım daha çok şey yapabilirdim. Herkes canı gönülden dinlemeye o kadar istekli ki. Sözün kısası, herşeye rağmen üçümüz son derece iyiydik. Afyondakiler bunu yapamamışlar anlaşılan. Burada ise bizimle yattığı için övünecekler bile var. Afyon konusunda dikkati çeken bir nokta da şu: Hem ideolojik savunma yapalım diyorlar, hem de Apaydın gibi meşhur avukatların tutulmasını istiyorlar. Bu ikisi çelişkili, Apaydın’ın ucuz avukat olmadığını herhalde biliyorlar. İdeolojik savunma yapınca kesin 36 alacağız ve hangisi olursa olsun avukatın yapacağı bir şey yok. O zaman usul kanununu bilen herhangi bir avukat yeterli olur; fazla para vermeye de hiç gerek kalmaz. Yani ne yaptıklarını bilmiyor bu adamlar.
Aileler konusuna gelince: Mektubundan anladığım kadarıyla “eşin” hikâyesine oldukça sinirlenmişsin. Ben de kızdım ama bu kadarına gerek yok. Belki daha fazla kızacaksın ama sana bu konuyu açayım (biz bir bütünüz, her şeyden önce bunun için gerekli). Sana mektubundan bir pasaj yazayım (sana bahsettiğim mektup): “Ben seni bugünkü kararımla kesinlikle boşamıyorum. Boşanmak senin için bazı noktalarda önemli olabilir; benim için senden ayrılmamak önemli (...). Benim bu konuda gelecekten beklediğim bir şey yok. Anlayacağın çocuğuma başka bir yeni baba aramıyorum ben. Bunu nasıl değerlendirirsen değerlendir.” Çoğu insan da böyledir işte, gerçek istek ve duygularını başka şeylerle saklamaya çalışır. Benim seçtiğim yolu biliyor ve kendisinin bu yolda gidemeyeceğini de biliyor. Bunların gayet iyi bilincinde, o halde bu ısrar neden diyeceksin? Birincisi, bütün hayatını bir evlilik üzerine kurmuş ve bu nedenle de onun yıkılması kendisi için kötü olacağından bunu istemiyor. Hayatını basit şeyler üzerine kurmuş zayıf karakterli bir insan. İstese benim yerime başkasını bulabilir (o malum öğretmen çevresinde kendini saydırır). O halde neden yapmıyor diyeceksin? İkincisi, oldukça hırslı bir insan fakat bu hırs bir temele dayanmıyor. Yetenek olmazsa tek başına hırs fazla bir şey yapamaz. Böyle bir insan beraber olacağı ikinci insanı ilkiyle karşılaştırır ve daha iyi bir ikinci bularak kendini tatmin eder, huzura kavuşur (bu insanlar kendi güçleriyle ayakta duramazlar). Bütün sorun da burada çıkıyor zaten. İkinci birini bulacak ama hem onunla beraber olacak hem de yapılacak karşılaştırmada benden ağır basacak birini bulabileceğinden umudu yok. Ben bunu 1977 başlarında ona açıkça söyledim ve hiç sesini çıkaramadı. Benimle beraber olmak istiyor ve bunun için de (kişiliğine uygun olarak) her yolu deniyor ve kullanıyor. Çünkü kendi yönünden mecbur buna. Sevgi ve beraberlik adına neler yapılıyor değil mi? Mecburiyet için, intikam için, menfaat (manevi yönden olsa bile) için beraberlik. En yüce duygular nerelere düştü artık. Ama tabii herkes olayı gerçek yönleriyle göremiyor ve görünüşe göre değerlendiriyor. O zaman da Emmi’nin hanımının dediği gibi, “Bu kadar çaba ve bu kadar bağlılık (!) karşısında taş olsa erir ama Engin erimiyor”. Mesele öz olarak böyle işte. İlker sağ olsaydı bu mesele çoktan kapanmıştı (çünkü o zaman dayanabileceği birisi oluyordu). Neyse, ne yapsa ben kızmıyorum. Kızdığım nokta birtakım yüce duygular adına bunların yapılması. Kızmıyorum ve kin filan da duymuyorum. Kızgınlık ters yönde de olsa bir insana verilen önemi gösterir. Benim için öyle bir insan yok ki kızayım. Sana çok sevdiğim bir fıkrayı anlatayım (belki önceden de söylemişimdir): Süleyman Nazif ile bir başka yazarın arası son derece açıkmış. Bir gün bir dostu diğer adamı çekiştirirken “o alçak” tabirini kullanmış. S. Nazif “Dur!..” demiş. “Alçaklık sıfatı bile bir insana verilen değeri gösterir. O adam alçak değil çukurdur...” diye devam etmiş. Anladın değil mi!
Gelelim sana gelen veya gelecek baskıya: Mutlaka bir şeyler düşünecekler, aksi onların tabiatına aykırı olurdu. Dediğin gibi de düşünebilirler; biri az diğeri çok yer. Kızı göndeririz olur biter. Bunları düşünebilirler tabii. Ama sana kızdım biraz. Mektubunda bunları yazıyor ve üzülme diyorsun. Adeta sevgin için bana teminat veriyorsun. Ne gerek var buna? Benim birşeyden endişem ve şüphem yok ki. Eğer her sefer yazıyorsak sevdiğimizi, bu teminat için değil, içimizden öyle geldiği içindir. Ne yapılırsa yapılsın beni değiştiremezler (geçen mektupta yazdım ya, işim ve eşim bir). Burada dünyadan pek haberi olmayan bir mahkum, “Gençsiniz, talebesiniz, böyle şeyler olabilir. Ama bu adam toplumdan her istediğini almış, halâ bu işin içinde olduğuna göre demek ki ne yaptığını gayet iyi biliyor...” dedi. Senin durumuna gelince; açık veya gizli baskılar olabilir. Ama senin hakkında hiç endişem yok. Diyelim ki buradan göndermeyi başardılar seni (olacak şey değil ya!). Ben çok şey gördüm, yaşadım hayatımda. Biz başka bir hayata gidemeyiz. Bunca şeyi görüp yaşadıktan sonra istesek bile uyamayız başka hayata. Bu böyle! Neyse bu konuyu kapatalım artık. Herşeyi çok açık yazdığım için kızmıyorsun değil mi! Bu gibi ufak konularda endişelenmek, kızmak gerekmez. 
Abin teyzemlere her zaman gidebilir. Aslında işi esas yürüten annemdir. Onunla karşılaşsa bile kesinlikle hiçbir nahoş şey olmaz. Bir kere mesele benimle ilgili onun için hiçbir şey olamaz. Yalnız resmi davranabilirler ki, o da normal artık. Sana ve belki abine kızsalar bile normal davranırlar. Edepsizlikleri yoktur, sadece biraz soğuk kalırlar, o kadar (aslında annem İlkin’i de hiç sevmez ama beni tanıdıklarından ses çıkartmadılar). Zaten bayramda gelirler ve ben de gereken şekilde konuşurum. Dedim ya, gereken ne ise yaparlar. Aramız hiç bir zaman iyi olmadı ama bana büyük saygıları vardır. Bu arada belirteyim: “Abimin tutumunu geçen mektupta yazdım” diyorsun ama onu almadım. Bir de Afyon’dakilerin başka konularda söyledikleri varsa onları da bana yazmalısın. Kötü şeyler olsa bile. Benim için hiç endişelenme, iyiyim. İçinde bulunduğum durumu da kendi hayatımda geçilmesi zorunlu bir aşama olarak görüyorum. Benim için iyi şeyler söylenmeyebilir ve düşünülmeyebilir. Bunlarla mücadele edecek ve yaptığım hataları düzeltip onlar altında ezilmeyecek gücüm de var. Bu güç sadece beni değil, beraberinde birçok insanı taşımaya da yeter. İnsan en kötü şartlarda bile kendini ve bağlı olduğu şeyleri geliştirebilir. Zorluğa dayanmak yetmez, o zorluklar altında ileri gitmek gerekir.
Yazdığın kadarıyla Afyon'dakilerden birisi Güler hakkındaki fikrini değiştirmiş. Daha çok insan fikir değiştirir ve belki de değiştirmiştir. Övünmek gibi olmasın ama, diyalog kurmaktaki tüm eksikliğime rağmen, eğer ısrarla birinin yanında yer alıyorsam kolay kolay haksız çıkmam.
Ali oldukça iyi. Akla ve mantığa uyan herşeye hazır. Davranış olarak sinirli ama tutarlı.
Afyon konusunda bir şey daha belirteyim: Tipik bir örnektir. Bir insan eğer gereksiz yere ajitasyona başvuruyorsa, aslında en başta kendisinin buna ihtiyacı var demektir.
Aklımda iken belirteyim: Avrupa’ya gittiğinde göreceğin şehirleri şimdiden düşünmeye başlasan fena olmaz (Hemen kızma canım! Şaka yapıyorum.)
Bütün arkadaşlara ve akrabalara selamlar. Özellikle de akrabalara...
Arzu’nun annesinin dediği gibi, “her gecenin sabahı vardır”. İsterse olmasın, güneşi biz doğurturuz o zaman da. Kendinize dikkat edin, sağlığınıza iyi bakın. Kayınbiradere de selamlar. Sevgili k..... Seni çok seviyorum.
Not: Akşamüstü 5, 9, 10 Kasım tarihli üç mektubunu da aldım. Ailemin dışında pek kimseyle görüşemedim. 


Mektup – 35 
                                                                                 17 Kasım 1977
        Sevgili Belma,                                                                                          
Üç mektubunu evvelki akşam aldım, sabah da bir mektubunu aldım. Aynı günde dört mektup. Hiç başıma gelmemişti!
Mektuplardan 5 tarihli olanı 7’de, 9 tarihli olanı 10’da, 10 tarihli olanı da 11’de postaya verilmiş. Hepsi 15’inde geldi. Yani oradan çıktıktan sonra mektupların elime geçiyor.
Önce avukat meselesine gelelim: Ben ileride de Apaydın’ın davayı alacağını pek sanmıyorum. Oyalıyor herif açıkça. Almazsa almasın, yalvaracak değiliz ya!
Afyon’a mektup yazmaktan da vazgeçtik. Karşılıklı konuşabilsek daha iyi olacak. Çünkü yazsak iyi bir ifade kullanmayacağız ve bu da onların durumunu daha da kötüleştirecek.
Abine gelince: Buraya gelince görüşebiliriz inşallah. Olmazsa ona da mektup yazarım. Gayreti, enerjisi çok iyi ve bu kadarcık şey eğer hayatına bir anlam verebiliyorsa eğer bu da iyi. Ama İlkin meselesinde sana, “belki sen de bilmiyordun” demesi çok ağırıma gitti. Ne sanıyorlar bizi yahu! Ama doğal karşılamak gerek tabii. Kendi ailemde bunu çok gördüm. Gayret, enerji, parlak sözler ve hemen ardından görünen o malum kafa yapısı!
Teybiniz varsa bant göndereyim, diyorsun. Senin sesini ve bir zamanlar evin duvarlarında yankılanan türkülerini dinlemeyi çok isterdim ama burada radyo bile yok.
Tahliye olan çocuğun ziyaretini yazmışsın. Beni daha iyi tanıdığı muhakkak ama ben ısınamadım nedense bu çocuğa bir türlü. O kadar çok konuşuyor ki! Beni çok sevdiğini yazıyorsun. Ben de buna şaşıyorum zaten. Onun gibi başka insanlar da var, hem de başka siyasetten. Doğru dürüst konuşmadık bile ama bana bir tuhaf bakıyor adam. Bakışında saygı ve bağlılık var. Çok düşündüm bunun nedenini. Belki tuhaf bir insanım da ondan. Bir sürü şey yapmış (ki çoğunu da bilmiyorlar) buna karşılık son derece sakin. Çoğunun içinde özlem halinde olan herşeyi düzenden almış ama gene de onlardan çok ileride yürümüş ve 5 sene yersek ne yapacağız diye düşünenlerin karşısında 36’nın ağırlığını kaldırabilen bir insan. Bazan çok kızıyorum kendime niye konuşmadın bu insanlarla diye. Ben konuşunca herkes susuyordu ve farkında olmadan bana çok şey veriyordu. Bu kadar şeyden sonra artık yeter diyerek kapandığım dünyamdan çıktım biraz. Gittikçe de daha fazla çıkıyorum. Çünkü önceden hiç tanımadığım insanların bile bana ihtiyacı olduğunu gördüm. Demek ki görevimizi yapmalıyız. Çok zor günler geçirdik, meğer o günlerde bize bakarmış herkes.
Arzu’nun sıhhatinin iyi olduğuna sevindim. Nişanlısı askere gitti demek. Söyleyecek bir şey yok. Ama bu adam artık hiç birşey olamaz. 
Birbirimize birşeyler vermenin tek yanlı yürüdüğü konusundaki fikrine gelince, gerçekten de bu durum bir süre tek yanlı yürüdü (yani benim tarafım oldukça ağır bastı). Bunun en önemli nedeni mektupların gelmemesinden çok gelenlerin hiç tatminkâr olmamasıydı. Ama gene de bu mektupların varlığı bile, dünyada sen ve senin gibi insanların olduğunu tekrar hissetmek için bana güç verdi. Özellikle kendi içime kapandığım dönemde benim için ayrı bir değer taşıyordu bu mektuplar. Çünkü neredeyse dış dünya ile tek bağlantımdı onlar. Bir ara senden tam 18 gün mektup gelmedi, ancak ben haftada en az üç defa yazmayı bırakmadım. Şimdi bunlar nispeten düzeldi artık, mektupların geliyor ve hepsi de çok güzel.
Geçen mektuplarından birinde “artık gerçekten iyi olduğuna inanıyorum ve eskisi gibi bu geçici bir rahatlık diye düşünmüyorum; onun için arada bir biraz karamsar mektuplarını da alsam fikrim değişmiyor” diyorsun. Söylediğin gibi gerçekten iyiyim. Arada bir şiddeti fazla olmayan dalgalanmalar geçiriyorsam eğer, bunu normal karşıla. Bir örnekle, on ay yatmakla on yıl yatmanın insanın üzerinde yaratacağı ağırlık çok farklıdır. Şu kadarını belirteyim, bugüne kadar gördüklerimin içinde bu ağırlığı en iyi kaldırabilen de benim. Bunun en önemli nedeni de geçmiş hayatım olsa gerek. Buraya ilk geldiğim günlerde kendime, “Farzet ki artık hayatın burada bitti, ona göre geçmişi değerlendir...” dedim. Düşündükçe 27 yıla bir ömrün sığdırılmış olduğunu gördüm. Bu bana büyük bir huzur verdi. Ama bunun dışında hayat devam ediyor ve yapılması gerekli bir sürü şey var. Şimdi sorun bu durumda onlara nasıl katkıda bulunabilirim oluyor. İnsan ileriye gitmek istiyorsa, içinde iki duyguyu birden hissetmelidir: Yeterlilik ve yetersizlik. Yeterlilik duygusu kendine güveni ve saygıyı verir (ki bunlar olmadan da bir yere gidilmez). Bunun dışında yetersizlik duygusu da gereklidir. Her şeyde yeterli olduğumuza inanıyorsak, ilerlemeye çalışmanın da bir anlamı olmaz. Aslında inançlarım ve o inançların somutlaştığı insanlar dışında kimseye karşı hiçbir yükümlülük ve bağlılık hissetmemek oldukça iyi oluyor. Arkadaşların ailelerinden mektup geldiğinde bir tuhaf oluyorlar. Ben bunların hepsini buraya girmeden önce attım. Dışarıda iken bunun için çok mücadele ettim ve yıprandım ama burada rahatım. Senin mektupların dışında hiçbir mektupla fazla ilgilenmiyorum. Gece düşündüğümde ise aklıma sadece sen ve akrabalar geliyor. Nadir olarak da Deniz geliyor. Ona karşı şu durumda yapabileceğim tek şey vardı; masraflarının karşılanmasını sağlamak ve onu yaptım. Ailem karşıdakilerden hiç hoşlanmadığı için bunu da yapmıyordu çünkü. Neyse, insanın hayatta inançları ve onların somutlaştığı insanlar dışında hiç kimsesinin olmaması, bu duruma uzun süredir alışmışsa hiç fena değildir.
Anladığım kadarıyla senin de kitapların yok. Biz koğuşta iken epeyce kitap vardı. Şimdi hepsi dağıldı, bulduklarımı okuyorum. Şu anda Kurtuluş’un bir sayısı var elimde. Seni kızdırmak için kitap tavsiyelerime devam edeyim (bir de kitapları göndersem de özetlerini yazsan diyorsun değil mi, beleşçi!). Kemal Tahir’den Kurt Kanunu ve Yorgun Savaşçı çok güzeldir. Kurt Kanunu’nunda okuduğumda beni çok etkileyen bir pasaj yazayım sana, ama önce onu söyleten şartları bilmek gerek. I. Dünya Savaşı’na girdiğinde Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresi İttihat ve Terakki’nin elindedir. İmparatorluk dağılmanın eşiğindedir ve bu dağılmayı önlemek için İttihatçılar dünyanın dört bir yanında savaşa girerler (Balkanlar, Kafkasya, Çanakkale, Yemen, Ortadoğu) ve yüzbinlerce insanı buralarda harcarlar. Herhalde 20. yüzyılda bundan daha çılgınca bir çaba görülmemiştir. Ve tabii başaramazlar, imparatorluk dağılır ve aslında kaçınılmaz olan bu olayın sorumluluğu da onlara yüklenir. Kara Kemal (romanın kahramanı) da İttihatçıların sivil kesiminin ikinci önemli adamıdır. Cumhuriyet devrinde aslında hiçbir ilgisi yok iken onu İzmir suikastina karıştırırlar. Yanındakilerden biri bunun nedenini sorar. “Siyaset kurtlar kavgasıdır. Bugün yüzümüze darağacının gölgesi vuruyorsa, bu kurtlar kavgasında yenik düştüğümüzden dolayıdır. Kurtlukta düşeni yemek kanundur!..” cevabını alır. Gerçekten de siyasi mücadelede ağır yenilgi almak veya kenarda kalmak ölümdür, hatta ölümden de beterdir.
Duruşmadan sonra Sağmalcılar’a özleyerek döndüm, diyorsun. Ve devam ediyorsun: Düşünce ve istek olarak dışarıda olmak yetmiyor canlılığı korumaya. Bu tekdüze geçen günlerde en ufak bir değişiklik bile heyecan ve yorgunluk veriyor insana. 
Dışarıya çıktığımda ben hiç özlemedim burayı. İstanbul’dan gelirken yeşil tepelere, ağaçlara sanki son kez görüyormuşçasına uzun uzun baktım. Dediğin gibi içeride en küçük bir değişiklik heyecan yaratıyor ama ben herhalde karakterim icabı hemen hiç etkilenmiyorum. Buradaki hayata alıştım. Burayı seviyor değilim ama nefret de etmiyorum. Burada bulunmaya mecburum ve bunun için buradayım. Ama hayatımın boş geçtiğini de zannetmiyorum. Bu koğuşta daha rahatım, ne nöbetçilik var ne de temizlik. Bütün vaktimi okumaya, yazmaya ve düşünmeye ayırabiliyorum. Muhakkak ki mapusluk zor zanaat ama icra edeceğiz. Sen de amma müşkülpesentsin ha! Masa yok, kitap yok, gürültü var, vs. Neredeyiz kızım! Masa yoksa yatakta yaz, kitap yoksa önceden okuduklarını düşün ve değerlendir, gürültü varsa sabah erken kalk. Bu hayata uymak ve ne kadar elverişsiz olursa olsun her şart altında devam etmek zorundayız. Öyle değil mi canım! Onun için şartların düzelmesi için çalış ama bir şeyler yapmak için de onları bekleme. Bu dünyada kurşundan daha çok bir şey yapmamak öldürür insanı. 

        Oniki yaşındayken içeri atılan çocuğu da yazmışsın. Gerçekten de bu allahın belası düzen daha bu yaştaki çocukları bile hayat kavgasının göbeğine itiyor. Ama daha acıları da var bilir misin. Geçen sefer yazmıştım ya; en büyük trajediler bile bu kadar acı olamaz diye. Acılığı tabiiliğinden geliyor; süsü, abartması yok.
  Birisi var burada. Yaş 47, cezası 36 yıl. Çok uyanık ve becerikli bir adam. Girmediği yapmadığı iş kalmamış. Geçmişte arazi meselesinden kayınpederi ve kayınbiraderini yaralamış, yatıp çıkmış. Sonra onlara bakmış. Varlıklı sayılır. Hanımı, kayınpederi, 20 yıllık bir arkadaşı ve gene bir tanıdığı birlik oluyorlar. İşte bu tanıdığın kızıyla evlenmek isteyen bir genci öldürüp bunun üstüne atıyorlar. Hanımı mahkemede aleyhine şahitlik yapıyor ve 20 yıllık arkadaşıyla metres hayatına başlıyor. Beş çocuğu var ama hepsi ufak. Mallarının çoğuna el koyuyorlar. Ardından içerde iken de gene bu insanların oyunuyla falakada iki ayağını kırıyorlar. Muayene olduğu doktorlar, sen bu kadar olaydan sonra nasıl çıldırmadın, diyor. Son derece sakin bir adam, hiçbir kötü alışkanlığı yok. “Bekliyorum!..” diyor. Ve ben, bu kadar sakinliğin altındaki vahşi bekleyişi, korkunç kini hissettiğimde saygı duydum. Günün birinde çıkacak ve yaşı kaç olursa olsun bu işi çocuklarına bırakmayacak.
  Bir başkası, 50 yaşlarında. Bir ağanın yanında yanaşma olarak çalışırmış. İşten ayrılmak istiyor ve birikmiş parasını istiyor. Vermiyorlar, ısrar ediyor. O civarda işlenmiş bir cinayeti üzerine yıkıyorlar. Jandarma ağanın, mahkeme ağanın. Yeterli delil yok ama ikinci celsede müebbet yiyor. İnanamıyor insan, açık ve samimi birisi. Burada yalan söylemesi için bir neden yok. Ama o ilki gibi değil, kendini bırakıvermiş.
  Bir başkası, işportacı bir çocuk. Birinden alacağı varmış, borçlu borcunu vermemiş. O da zorla pardesüsünü almış gitmiş. Şikâyet edilmiş. Bu acemi, mahkemede nasıl konuşulur bilmez. Şikâyetçinin de biraz çevresi var. Gaspa sokmuşlar, 12 yıl 4 ay. Deli olmak işten değil.
  Bizim koğuşta İslamköy belediye başkanı da yattı. Adam evli. Bir kıza saldırıyor, o da çekip vuruyor. Ama hafif yaralanıyor (herif bu olaydan kurtarmış ve tutuklanmamış bile, ama kız halen içeride!). Ardından bir gece klübünde kafayı bulup silahla havaya ateş ediyor (iki tabancası var, ikisi de ruhsatsız). Cezası on gün, infazı düş bir hafta yatıp çıktı.
  Bunları gördükçe kendi durumumu unutuyorum gerçekten. Ve hepsi de inanmaya, güvenmeye, bağlanmaya susamış insanlar. Bizleri de çok seviyorlar.
  Sana dört bir yandan mektup geldiğini yazıyorsun. Evlenme teklifi filan yok değil mi içlerinde, bozulurum ha!
  Sevgili k.... seni çok seviyorum.

  Not: Mektup yazma diye telgraf çektim, sonra pişman oldum. Ya gitmemiz gecikirse... 


Mektup – 36
                                                                              18 Kasım 1977
Sevgili Belma,
Bu hafta her gün mektup yazdım sana. Herhalde toplam yirmiyi geçti otuza gidiyor. Sana orada iken yazdıklarımla hepsi bir kitap olacak herhalde. 
Dün gece doğru dürüst uyuyamadım. Geçmişte olup biten herşey gözlerimin önünden geçti. Genellikle gayet iyiyim de aradabir (deyim yerindeyse) böyle kriz basıyor. Yapamadığım bir şey için içimde büyük bir öfke kaldı. İnsan bir yere geldiğinde başlangıçta çevresindeki insanları tanımaz. Hayatın içinde, görevlerin içinde onları tanır. Onların öğrendiği bildiği şeyleri ve uygulama yeteneklerini tanır. İnsanlar elenir, bazıları geriler bazıları öne çıkar. İşte bu noktada öne çıkan insanlarla özel olarak uğraşmak gerekir. Onları en üst düzeyde şeyleri kaldırabilecek seviyeye getirmeye çalışmak gerekir. İşte tam bu noktada kaldık. Geçen onca zamanın ve emeğin ürünleri alınmak üzereydi ama bunlar ileriye kaldı. Gerçi en zor yol aşıldı, kimlerin böyle bir gelişmeye layık olduğu açığa çıktı ve bu da az şey değildir. Diyeceksin ki, bu yapılabilseydi müsterih mi olacaktık. Değil tabii, bu sefer de “daha fazlası neden yapılamadı” diye huzursuzlanacaktık. Zaten önemli olan da şu veya bu olmadı diye düşünmek değil; olanın sınırlarını iyi tespit edip hangi şartlar altında olunursa olunsun ne yapılabileceğini düşünmek ve yapmak tabii. Ama gene de insan aradabir böyle duygulara kapılıyor. Aradabir de olsa kapılmamak imkânsız çünkü yüksek bir sorumluluk duyuyor insan.
Bir de diğer gıbayi tutuklu akadaş mahkemeye neden gelmedi anlayamadım. Haber de alamamışsın, doğrusu merak ettim. 
Şimdi gelelim oldukça önemli bir konuya: Mektuplarını defalarca okuyorum, arada bazen yazını iyi okuyamamaktan ilk okuyuşta atladığım noktalar oluyor. Sonra tekrar tekrar okuyup düşündüğümde anlıyorum. Birinci nokta şu: Abinin davranışı konusu. Mektubunda “... İlkin konusunda soru var sanıyorum kafasında. Biliyorsun ben senden bahsettiğimde bu konuya değinmemiştim. Bir kere ‘neden sakladın’ dedi. ‘Belki sen de bilmiyordun’ dedi. Ben bunu reddettim. Bildiğimi, ancak o buraya dönünce söyleyeceğimi, başlangıçta (ona bahsettiğimde) haberim yoktu, dedim. Onun en çok üzüldüğü şey benim ondan birşey saklamamdır. Bu nedenle böyle söyledim sonra üzüldüm...” diye yazmışsın. Ardından da “oraya geldiğinde o açmasa bile bu konuyu konuş ve gelecek için kararlılığımız konusunu senden de dinlesin” diyorsun. Benim anladığım şu: Dışarda iken abine beraberliğimizden bahsettiğinde bu konuyu açmamışsın. Şimdi nedenini sorduğunda ise “o zaman benim de haberim yoktu” diyorsun. (43)
 Bak Belma, karşımızdaki insanların kafa yapısını biliyoruz ve bu yapının böyle hassas konularda onlara neler düşündürebileceğini de biliyoruz. Şu da açık ki, beraberliğimizi (kim olursa olsun) başkalarının gözünde yıpratmamalıyız. Buna ikimizin de hakkı yoktur. Ben abinin ‘belki sen de bilmiyordun’ ifadesine artık hiç kızmıyorum. Onun durumunda olan bir insan senin ifadenden sonra böyle düşünür; bu son derece normal. Göreceksin ileride (özellikle sen çıktıktan sonra) bu konu dallanıp budaklanacaktır. Çünkü onun gözünde ben üçkâğıtçı sen ise aldatılmış durumdasın. Nitekim bir sonraki mektubunda teyzemin adresini vermek konusunda tartıştığınızı yazmışsın ve “İlk kez aramızdaki sevgiyi ve bunun yansımalarını bilmezlikten gelip geçiştirmek ister gibi bir tutum sezdim...” demişsin. Bu tutumla (hem de daha ilerlemiş biçimde) daha çok karşılaşacağından da eminim. Kendi arkadaşlarımız arasında bile böyle hassas meselelerde oyun oynamamaya dikkat ettik. Kafa yapısı herşeyi düşünmeye müsait insanlarla bunu yaparsak, herşeyden önce beraberliğimiz onların gözünde yıpranır (ki bir ölçüde yıprandı bile). Dediğim gibi en zor şartlar altında kurulan ve sürdürülen bu güzel şeyi yıpratmaya ikimizin de hakkı yoktur. Zararın neresinden dönülse kârdır, bu konularda açık ve direkt konuşmalıyız. Bazı insanlar üzülebilir ama uzun vadede böylesi daha iyi olur. Yoksa bazı ‘manevralar’ yapmaya kalkarsak, hem ilişki yıpranır, hem de çok başımız ağrır (zamanla haklı olduğumu göreceksin). Ve unutmayalım ki, dünyada herkesi her konuda memnun etmek olanaksızdır.
Abin geldiğinde “o bu konuyu açmasa bile konuş” diyorsun. Konuşacağım, hem de açıkça. Yani bazı konulardan haberli olmak meselesinin senin dediğin gibi olmadığını söyleyeceğim en başta. Ama bizim birliktelik konusundaki kararlılığımızın her şart altında süreceğinde esas olarak ben ikna edemem. Elimden geleni yaparım ama ne yapsam olanaksız. Onu esas ikna edecek olan sensin. Ben ancak yardımcı olabilirim. Bu da son derece normal. Örneğin, benim ailemin bu konuda ikna olmasını düşünelim (gerçi ikna olup olmamaları beni hiç ilgilendirmez ama misal olarak söylüyorum), bu konuda esas belirleyici ben olurum. Sen ne yapsan, ne kadar gayret göstersen, ne kadar inandırıcı olsan gene de ancak yardımcı olabilirsin. Belirleyici olan benim kararlılık ve inandırıcılığım olur. Aynı durum senin için de geçerli. Onun için abinle konuşabilsek bile bunun nitelik belirleyici olduğunu sanma, o esas olarak sana bakacaktır (normali de budur zaten). Sonuç olarak: Gereksiz yere kimseyi üzmek veya durup dururken çelişki çıkarmak gibi huylarımız yoktur. Ama bizim için kutsal olan şeyleri yıpratacak hiçbir taviz vermeyiz. Bunu bizden isteyen insanları önce ikna etmeye çalışırız. Olmazlarsa, yolumuza devam ederiz. Karşımıza dikilirlerse, ezer geçeriz.
Bu konu böyle. Yanlış anlamaman için devam edeyim. Sana sadece kızdım, hepsi o kadar. Biz birbirimizi yeterince tanıyoruz ve bu meselenin içinden çıkacağız elbet. Önemli olan lüzumsuz ‘manevra’ yapacağız diye başımıza fuzuli iş çıkarmamak ve ilişkimizi yıpratmamak (‘manevra’ ile kısa dönemde durum idare edilir ama uzun dönemde çok iş çıkar başımıza). Bir de şu konu var: Beraberliğimiz bizim için değil başkalarının gözünde biraz yıpranmıştır. Ama bu kadar güzel birşeyi başkalarının (kim olursa olsun) gözünde bile yıpratmamalıyız, öyle değil mi? Tekrar belirtelim: Sadece sana kızdım o kadar. Başka duygulara filan kapıldığım yok. Hapishane insanın zihnini ve duygularını dumura uğratır. İnsan en ufak iyi bir şeyden büyük umutlara kapılır, en ufak kötü bir şeyden büyük umutsuzluklara düşer. Hapishane psikolojisidir bu ve etrafımda da görüyorum bunu. Ben bu psikolojiye bugüne kadar kapılmadım ve asla kapılmayacağım.
Banu’nun selam gönderdiğini yazmışsın. Fırsat bulursan benden de selam söyle. İnfazlar yarıya inerse çıkar, hoş dışarı çıkıp da ne yapacak ya. 
Anti-Dühring’i elime geçirdim. İyi oldu. Ama burada günlerim o kadar dolu ki yapmayı tasarladığım bazı şeylere zor fırsat buluyorum. Vaktimin en büyük kısmını düşünmek ve sana mektup yazmak alıyor. Biliyorum ki uzakta da olsa “Benim!..” dediğim birisi var ve benim mektuplarıma da ihtiyacı var. Onun için hiç şikâyetçi değilim her gün bir sürü vakit ayırmaktan. Hatta bunu zevkle yapıyorum diyebilirim.
Gece gündüz ne zaman boş vakit bulsam saatlerce düşünüyorum. “Ne var ki bu kadar düşünecek!..” diyeceksin. O kadar şey yaşadık ki, çok şey var aslında. Ve bazı şeyleri de insan zamanla buluyor. Onların sonuçlarını gelecek mektupta detaylıca yazarım sana.
Hani bir adam vardı, tanıdığın ve benim de sık sık bahsettiğim. O adam birçok şeyin dışında sevdiği kadınla, o dünyanın en tatlı kadınıyla, bir sürü şeyin içinde geçirdiklerinin yanında, herşeyi unutup geçirdikleri saatleri de özlüyormuş. Kafası ve morali gayet iyiymiş. Daima iyi şeyler düşünüyormuş ama daima en kötülere de hazırmış.
İstanbul bugünlerde pek hareketli. Dışarıdaki herkes parasız halde anlaşılan. Televizyondan duydular mı bütün koğuş başıma toplanıyor. Ne insanlarımız var gerçekten. (44)
Bu arada Manisa cezaevine mektup yazdım. Orada Turgutlulu bazı tanıdıklar var. İçerde kesin karar vermişler galiba; aceleci olmuşlar (45) (hiç boş durmuyorum değil mi). Ankara’ya da mektup yazdık ama cevap gelmedi. Arzu’ya söyle de gittiğinde söylesin, mektup yazsınlar.
Sevgili k…. seni çok seviyorum. Herkese selamlar.
Not: Selma’ya da selam. “Hani benim sevdiğim çocuk kitapları var ya, getirtip okuyacağım onunla!..“ diyorsun. Desene bir yönümüz daha ortakmış. Ben de TV’deki çocuk filmlerini çok seviyorum. İkimiz de biraz çocuk kalmışız. 

DİPNOTLAR: 
43. Ailesinin yoğun baskısı sonucu Belma durumu idare etmeye çalışıyor. Denildiğine göre, Belma benim evli olduğumu bilmiyormuş! Belma, İlkin’i tanır halbuki. 
44. Haberlerde İstanbul’da banka soyulduğu söylenince mahkumlar mutlaka bizim yaptığımızı sanıyordu. 
45. Acilci oldular demek isteniyor. Bize Aceleciler denmesi 1976’de İlhami Soysal’ın yazdığı bir köşe yazısından kaynaklanır. 1977 Mart sonlarında Ankara’da bir eyleme hazırlanırken dikkatsizlik sonucu hazırladığı bombanın patlaması sonucu ölen Ömür Karamollaoğlu (Rıza Salman’ın eşiydi) Basın Yayın Yüksek Okulu’nda okuyordu. Bir yıl kadar önce bir gece grup halinde yazılamaya çıkmışlar. Yazı yazdıkları yer de Ankara’da İzmir Caddesi gibi işlek bir yer. Ellerinde az boya kalınca bunu da bitirelim diye düşünmüşler ama ne yazacaklar? Uzun yazıya boya yetmez, bunun üzerine “ille de devrim” yazmışlar. İlhami Soysal “bunlar çok keskin bir grup” diyerek duvar yazısını konu almıştı.


Mektup – 37 
                                                                              21 Kasım 1977
            Sevgili Belma,
Dün gece oturup şimdiye kadar gelen bütün mektuplarını tekrar okudum. Böyle yapmak oldukça güzel oluyor. İnsan sevdiğiyle karşılıklı oturup konuşmuş gibi oluyor. Gelelim geçen mektupta sana söz verdiğim şeye; “insan bazı şeyleri sadece düşünerek değil zaman içinde buluyor” demiştim. Ve ifademden anlamış olmalısın; bulduğum şeyler beni büyük bir iç huzuruna kavuşturuyor. Önce kısmen kendim düşünerek bulduğum şeyleri daha temelli ve detaylıca (dolaylı anlatılmış bile olsa) Anti-Dühring’de bulunca hiçbir şüphem kalmadı (az da olsa bazen kendi vardığım sonuçların fazla iyimser olduğunu düşünüyordum zaman zaman). 
İşe önce bilimden girelim. Dikkatlice incelendiğinde, insan hayatının evrenin büyüklüğü karmaşıklığı karşısında çok yetersiz ve daha da önemlisi onu öğrenmek konusunda oldukça değersiz olduğu görülür. Bugün son derece basit görünen şeyler için bile insan hayatı ve bazen de nesillerin hayatı harcanmıştır. Örneğin, sayı saymak kavramına ulaşabilmesi için insanların, şeylerin sayıları dışında, herşeyden önce soyutlamak zihinsel özelliğine ulaşmaları gerekir. Keza sıfır sayısının bulunması (yokluğun ifadesi) oldukça zaman almış, uzun bir zihinsel evrime gerek göstermiştir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Sadece bilimin bugünkü seviyesine ulaşabilmesi için kaç neslin geçtiğini, kaç dehaya gerek duyulduğunu hatırlamak yeter. Buna rağmen bugün bile bulunan herşey daha ne kadar şeyi bilmediğimizi bize gösteriyor. Bir tek örnek vermek gerekirse, bütün zamanların en büyük kafalarından Newton diferansiyel hesabı bulmak için 20 yılını verdi. Bulduğu şey pek çok sorunu çözdü ama o ana kadar bilinmeyen pek çok sorunu da açığa çıkardı. Bir ustanın dediği gibi; bir sorunun çözümlenebilmesi için önce açığa çıkması gerekir. Öyle insanlar vardır ki tarihte; dehaları bir sorunu çözebilmiş olmaktan değil de o güne kadar bilinmeyen sorunları ortaya koyduklarından dolayı takdir edilir (Hegel gibi örneğin). Diyalektik düşünme yöntemini; o da başaşağı şekilde ortaya koymuş ama o yöntemi insanlığın gelişimine uygulayamamıştı. Buna rağmen Anti-Dühring’de o şöyle değerlendirilir: “Hegel’in bu sorunu çözememiş olmasının burda pek önemi yok. Onun çağ açan başarısı, bu sorunu koymuş olmasıdır.” İnsanlığın bilgisinin gelişmesinin zorluğu ve yavaşlığı yanında çok önemli bir nokta daha var: En büyük dehalar bile kendi çağlarının şartlarından ve o güne kadar birikmiş bilgilerin çerçevesinden sıyrılamamışlardır. Deha, ne olanaksız şeyleri başarmaktır ne de kusursuz olmaktır. İçinde yaşanılan şartlarda yapılabilecek en iyi şeyi yapmaktır. Ve tüm bu gelişmenin bir ilginç yanı daha var: Çağ açan başarıları gerçekleştiren, bilim tarihinde büyük dönemeçleri aşan herkes; ancak büyük genellemelere giderek (ve dolayısıyla büyük ölçüde tek yönlü kalarak) bunu yapabilmiştir. Darwin, doğal ayıklanma teorisini ortaya atarken; yaşama savaşının canlılarda ne tür değişime yol açtığını ve bu değişimlerin de kalıtım yoluyla nesilden nesile geçtiğini incelemiş; bu değişimlerin nedenlerini bir yana atmıştır. Ve Engels’e göre “bu, onun gerçek bir ilerleme yapan kimselerin çoğu ile ortaklaşa sahip bulunduğu bir kusurdur.”
Bilimsel ilerleme için doğru olan bu şeyler daha büyük ölçüde sosyal mücadele için de doğrudur. İlkinin malzemesi evren iken, ikincininki evrenin en zor yaratığı insandır. Bir adım ilerlemenin, yeni birşey öğrenmenin, bir hatanın veya kötü bir tesadüfün sosyal mücadelede nelere mal olduğunu hepimiz biliyoruz. Ve işte tüm bu sayılanları uzun uzun düşünmek, senin de tanıdığın bir adamın hayatı kendine zehir eden bazı düşüncelerden kurtulmasını sağladı. O daima her şart altında, bilgisi ve deneyi ne kadar az olursa olsun en iyiyi yapmayı ister ve yapamayınca da kendini suçlardı. Herşeyin kendisine bağlı olmadığını, kendisi kadar başkalarının da öğrenmesi gerektiğini ve içinde bulunduğu durumun sınırlarıyla kendine geçmişten miras kalan şartların sınırlarını aşamayacağını; bu iki büyük gerçeği sürekli unuturdu. Bu unutmanın iki nedeni olsa gerektir: Kendisiyle uğraştığı uzun yıllarda istediği her şeyi başarması ve her zaman böyle olacağını sanması (halbuki insanın kendisi yerine toplumla uğraşması çok farklıdır). Bir de hiç bitmeyen, sönmeyen, bugün dünyayı alsa yarın fazlasını isteyen büyük hırsı. Bu nedenle, her yetersizlikten ve her hatadan kendini sorumlu tuttu, hayatı zehir etti kendine kısacası. Bir zamanlar bu konuyu öğretmenle tartıştığını hatırlar. Şöyle demişti o: “Niye ilk yıllarda fazla şey yapamadık diyorsun. Biz fazla bir şey bilmiyorduk ki, ama öğrenmek için bütün gücümüzü harcıyorduk. Bilmeden, öğrenmeden nasıl yapabilirdik?” Haklıymış. 
Şimdi bunların ışığında önemli bir konuya dönelim: Bu adam gelişiminin çok dengesiz olduğundan, yeteneklerinin çok zorlandığından, neredeyse tükenme durumuna geldiğinden sık sık bahseder. Gerçekten de böyle oldu ama sadece sonuçtan bahsetmek yeter mi? O adam daha etraflıca düşündüğünde bugünkü kadar açık ve bilinçli olmasa bile geçmişte de bütün hayatını etkileyen bir duyguyu, inancı farkeder: İnsanı, onun hayatını, yeteneklerini, çabasını bu kadar cömertçe harcayan ve bu kadar yavaş değişen bu dünyaya karşı bir tepkidir o; ona karşı, onun bu kurallarına karşı bir başkaldırmadır. Ama umutsuz, çılgınca, ne yaptığını bilmez bir başkaldırma değildir bu. O dünyanın kuralları içinde kalarak, ama onların esiri olarak değil, onları sonuna kadar zorlayarak mücadele etmek. İnsan çabasını bu kadar cömertçe harcayan ve bu kadar yavaş değişen bir dünyada mümkün olan en fazla ve en iyi şeyi yapmak. Bu ise yetenekler sonuna kadar zorlanmadan, yetenekler dünyanın o andaki durumunun isteklerine göre gelişmeden (ki doğal olarak dengesiz bir gelişmedir bu) olamazdı. Bu dengesizliğin doğurduğu mahzurlar irade gücüyle kapatılmaya çalışılır ama bazen irade yetersiz kalır ve hata doğar. Bu da normal tabii. Öyle ise, bu zorlanmadan ve dengesizlikten şikâyet neden? O dünyanın işleme kurallarına bilinçlice başkaldırmak ve o kuralları zorlamak, yani herşeyi zorlayarak her durumda insanlık için mümkün olan en fazlayı yapmaya çalışmak. Bu doğru ise (ki bütün varlığıyla doğruluğuna inanır), o halde bunun doğal sonuçlarına da katlanmak gerek. Unutmayalım ki bu dünyada normalin dışındaki her çabanın, her hamlenin bir bedeli vardır. Bazen ağır da olsa bu bedeli ödemek gerekir. 
Şimdi karar verilmesi gereken iki mesele var: Birincisi, dünyanın kuralları zorlanarak gerçekten birşeyler yapılabilir mi? Evet, gerçekten yapıldı; hem de bazıları inanılmayacak kadar kısa sürede. İkincisi, deha olmadığını bilir ama yetenekli olduğunu bilir bu adam. Yetişme tarzının kazandırdığı özellikler, yetenekler ve içinde bulunulan şartlar çerçevesinde düşünüldüğünde; elinden geleni ardına koymadan gayret gösterebildi mi bunca yıl? Buna da rahatlıkla evet diyor. O zaman şikâyet edilecek bir mesele yok gerçekten. Yapılması gereken artık o dengesiz yapıyı düzeltmek ve azgelişmiş yanları zaman içinde geliştirmek. Ve bu oldukça o adam daha iyiye gidecek, sağlamlaşacak. Onun için sürekli olarak iyiyim diyorsa eğer buna gerçekten inanmak gerek. Çünkü sağlam bir maddi temeli var bu sözün. 
Bir şey daha var. Biliyorsun gelişimimizi kabaca iki aşamaya ayırabiliriz. Genellikle hareketsiz bir devre ve ardından hareketsiz yapının harekete geçirilme ve bunun içinde sağlamlaşması çabası. Ama ikinci aşamada hareketlilik sağlamlaşmaya göre daha ağır bastı, arada denge kurulamadı. Bu hata tabii ama belki de bir ölçüde zorunlu. Her önemli dönemeçte biraz tek yönlülük oluyor galiba (Darwin’de olduğu gibi). Şimdi ikisinin bütünleşmesinin şartları tam anlamıyla hazır.
Sonuç olarak, oldukça iyiyim canım. Tek üzüntüm akrabalardan, onların hayatından ve senden uzunca bir zaman uzak kalacak olmak. Bizim hayatımızda birine güvenmek, dayanmak ve sevmek çok güzelmiş. Böyle olduğunu bilmezdim. Aslında bu süreç içindeki yapıdaki dengesizliği düzelteceğim. Okuyup öğrenmek istediğim herşeyle uğraşacağım. Önceden de dediğim gibi içinde bulunduğum durumun ağırlığını normal karşılıyorum bir noktada. Ama herşeyin yanında bir de çok sevdiğinden uzak kalmak kötü oluyor. Ama neyse, hepsini atlatacağız bunların.
Burada günler o kadar hızlı geçiyor ki hangi akıllı “hapiste vakit geçmez” demiş diye hayret ediyorum. Mümkün olduğu kadar fazla okuyorum, düşünüyorum ve yazıyorum. Ayrıca yazım güzel olduğundan katiplik yapıp bilumum dilekçeleri de ben yazıyorum. Gazeteleri etraflıca okuyorum ve insanlarımızla konuşuyorum. Erkeklerimiz bir başka kadınlarımızdan. Toplumsal yapı sonucu daha çok girmişler hayatın içine. Görmedikleri şey, başlarından geçmeyen iş kalmamış. Bir kısmı bütün bir hayatı buralarda harcamışlar. Aslında dağıldığımız iyi oldu biliyor musun. Çok ilginç insanlar tanıdım, bazılarını hiç unutmayacağım.
Şu anda Pazar gecesi. Televizyonda savaşan kentlerde Leningrad’ı seyrediyorum. İnsan denen varlık aslında inanılmaz bir şey. Son derece güçlü, sağlam, dayanıklı. Yeter ki bir şeyi yapmaya kesinlikle karar versin ve bunun için herşeyini ortaya koysun. Başaramayacağı, ulaşamayacağı şey yok.

Uzaktasın ama her an yanımda hissediyorum. Seni çok seviyorum.