Mektup 28-29-30-31-32

Mektup – 28
        Sevgili Belma,
  Başka türlü telgraf çekmeme rağmen sana, mahkemeye gelemedik. Önce geleceğimiz konusunda bir haber aldık, sonra nedense olmadı. Epeyce canım sıkıldı aslında.
  Ailemden mektup geldi. Ercişli ile konuşmuşlar ve halletmişler. Apaydın konusu henüz belli değil. Ayrıca tabii bir sürü de tavsiyeler. İlkin avukat için uğraşıyor. İki defa Deniz’in resimleri geldi (birisini annem gönderdi). Uzun uzun çocuğun nasıl büyüdüğünü anlatırlar mektuplarda. İlkin mektup yazar, altını ‘eşin’ diye imzalar. Anlıyorsun değil mi? İnsanı yumuşatmak, sakinleştirmek için herşey yapılıyor bu dünyada, herşey kullanılıyor. Mutlaka aynı şeyler senin için de oluyordur. Çok oluyor bu kadar şeyin üst üste gelmesi değil mi? Ama ne olursa olsun ben inandığım fikirlere ve sevdiğime bağlıyım sonuna kadar.
  Afyon’dan bir mektup geldi. Ercişli oradakilerden birisinin dosyası tamamlanmadığı için oraya gitmesine gerek olmadığını söylemişti. Biz gitmesi için ısrar ettik, ancak gitmemiş. Durumu bütün detayıyla da Afyon’a yazmıştık. Onlar ise “bu arkadaşa avukat gönderilmemesinin nedeni malum, olayların önceden beri gelişinden bu anlaşılabilir” cinsinden özellikle benim için kinayeli bir mektup yazmışlar. Kafam attı; oturup “düşündüğünüzün doğruluğunu veya yanlışlığını tartışacak değilim ama bu tip şeyleri birbirimiz için düşünebiliyorsak eğer artık beraberliğin gereği yok” türünden bir mektup yazacaktım. Sonra vazgeçtim. Bu adamların psikolojisi kötü. Bir sürü parlak lafın arasında bunu gizlemeye çalışıyorlar ama durum öyle değil. Ayakta durmak için ajitasyona ihtiyaç duyuyorlar. Neyse, diğer iki arkadaş da benzer tepki gösterdiler ve onlar bir cevap yazdılar (ama daha yumuşak). Oradan sana da mektup geliyordur, ne yazdıklarını özetlersen iyi olur.
Her insanın veya insan topluluklarının hayatında zor hatta çok zor dönemler olur. Böyle dönemlerde çok şeyin eskiden beri yanlış olduğunu, böyle olacağının belli olduğunu söyleyen felaket tellalları çıktığı gibi; duygusal çıkışlar yapmak isteyen dünyadan habersiz insanlar da çıkar. Her ikisinin de ortak yönü yaşadıkları ortamı doğru değerlendirememektir. Bu olmayınca üstüste gelen zorluklara, kötülüklere katlanmak olanaksızlaşır. Heyecan ve duygusallık böyle durumlarda iyiniyeti yansıtır ama tek başına biryere götürmez insanı. 
Bir orman düşün; çeşitli nitelikte ve yapıda ağaçlar var. Bir de bu ağaçları yıkmak için devamlı esen bir rüzgâr. Birkaç durum olabilir: Rüzgâr genel olarak hafif eser ki bu durumda zarar vermez ağaçlara. Sonra rüzgâr genel olarak şiddetli esebilir; ki bu durumda ağaçların hasarı yükselir. Bir de özel bir durum vardır: Rüzgâr özellikle belirli ağaçlara doğru oldukça şiddetli eser. İşte bu durumda o ağacın yapraklarının dökülmesi, dallarının kırılmaya başlaması ve hatta gövdesinden de hasar görmesi kaçınılmazdır. Böyle durumlarda, hele hele gelişiminin başlangıcında bunun aksini yapabilecek cins bir ağaç daha dünyada görülmemiştir. İşte böyle bir durumda şartları doğru değerlendirmemek çok daha kötüye götürür durumu. Ağacın büyüme şekli çok mu yanlıştır (ilk akla gelen genellikle bu olur). Ama öyle olsa idi eğer rüzgâr özellikle o ağacı seçmezdi. Çok önemli bir tespittir bu; iyi düşünmek gerekir bunun üzerinde. Tarihte böyle büyük fırtınalardan sonra daha da iyi büyüyebilmiş nice ağaçlar vardır. Kopan dal, dökülen yaprak yerine gelir; önemli olan gövdenin çok büyük zarar görüp yıkılmamasıdır. Örnek vermek gerekirse: 1905 yılında da böyle şiddetli bir fırtınanın olduğunu ve hatta yüzde 80 civarında hasara yol açtığını ve buna rağmen ağacın aradan 10-12 yıl geçtikten sonra hiçbir fırtınanın yıkamayacağı kadar geliştiğini hatırlayalım. Ama büyük hasar var demek ki çok şeye baştan başlamak gerek, çokşey yanlış mantığı hakim olsaydı eğer bu duruma ulaşılamazdı. Herşeyi olduğu gibi görmek esastır. Rüzgârın şiddetli estiği dönemlerde bir ağacın gövdesindeki küçük bir çatlak (ki gövdesinde küçük bir çatlak bulunmayan ağaç da olamaz) önemli bir yarık haline gelebilir. Eğer o çatlağı yarık haline getiren faktör değil de doğrudan doğruya yarığın kendisi gözlenirse, o zaman ağacın yapısının zaten çok çürük olduğu sonucuna varılır. Aslında esas düşünülmesi gereken rüzgârın ne zaman ve nereye doğru hızlı eseceğinin önceden tahmin edilebilmesiydi.
Sonuç olarak böyle işte. Ne kanıksadım ne de duygusalım. Her türlü etkiden uzak, katı mantık kuralları içinde ve buz gibi bir ifadeyle hayata bakıyor ve düşünüyorum. En büyük üzüntüm de herkesten ve herşeyden uzakta olmak. Hayatın zor günlerinde olup biteni iyi değerlendiremeyen herkes kendine sığınacak bir yer arar: Bu sığınacak yeri de tüm suçu filanca olay, düşünce veya kişiye yüklemekte bulur. Bu tür olay ve kişiyi bulmak da zor değildir; birisi bulunabilir daima. Hemen herşey ona yüklenir ve mesele de böylece çözümlenir (!). Zaman bu çözümün ne kadar aptalca olduğunu gösterir ama iş işten geçmiştir artık. Bu bakımdan başıma gelecekleri görür gibi oluyorum. İyiniyetli bile olunsa duygusallığa kapılmaya çok elverişli bir ortam bu. Bazı insanlar zorluklar üstüste geldikçe afallar, babasının elini bırakmış çocuklara döner. Sonra da niye elimi bıraktın diye ona kızar; adam olup da kendim yürüsem ya diye düşünmez. Genellikle kolay günlerde çok yüksekten atan insanlar zor günlerde kendilerini iyice alçak gösterir ve bunu da başkalarına yüklenmeye fırsat bilirler. Oldukça pis bir karakter özelliğidir bu: Alçalıp bunu vasıta olarak kullanmak. Neyse yaşadıkça çok şey görür insan. Klasik bir laf ama doğru.
Beni sorarsan, iyi olmaya çalışıyorum. Hayat şartlarının zorluğuna, olan biten herşeye ve 36’nın da ağırlığına rağmen bu şartlar altında bir insanın olabileceğinden daha iyiyim. Sonuç olarak, merak etme, kolay kolay bir şey olmaz bana. Ama sana da birşey olmasın. Geçmişte bildiğim kötümserliğin bazan korkutuyor beni. Üstelik yükün daha fazla benden; çünkü benim gibi herkesten ve herşeyden uzakta değilsin. Sadece kendinin değil benim de ağzım olmak ve bunu da herkese kabul ettirmek zorundasın ki gayret gösterirsen yaparsın.
Burada kendi aramızda da konuşuyoruz; kitap olmadığından genel konulardan tabii. Onlara şimdiki durumumuzdan, genel olarak tarih sahnesine erken çıkıştan, vs. bahsediyorum.  Yüzüme bir garip bakıyorlar. Hissettikleri ancak ne olduğunu tam anlayamadıkları şeyleri ifade ettiğimi anlıyorum. 
Senden de mektup gelmedi uzun zamandır. Sık sık olmasa bile bütün ulaşım zorluğuna rağmen arada bir yazabilirsin gene de ve yazarsan gerçekten de iyi olur. İşte böyle sevgili k.... İyi ol ve daima daha iyi ol. Tanıdık herkese selamlar.
  Gerekirse telgfraf çekip bildir mektuplarımı alıp almadığımı. 


Mektup – 29 
        Sevgili Belma,
  28 tarihli mektubunu aldım. 1 Kasım’da postaya verilmiş, 4 Kasım’da elime geçti. Çeşitli nedenlerden bana sık mektup yazamayabilirsin ama sen de kabul edersin ki yazabildiğin mektuplar da pek bir şeye benzemiyor. Bana yazdığın zaman ya avukat gelmek üzere ya da doktora çıkmak üzeresin. Başka vaktin yok mu, bana doğru dürüst yazmak için? Senden daha uzun ve doyurucu mektuplar beklerim.
Hastalığın konusunda tahlil istemekle iyi yapmışsın. Bahsettiğin belirtiler pekâlâ soğuk algınlığından da olabilir. Kendine iyi bak.
Avukat konusuna gelince: Apaydın konusunda teyzeme yazdım. Mutlaka tutulması gerektiğini ve abinin de bu konuyla uğraşacağını söyledim. Abinin adını ve sizin evin telefon numarasını verdim. Sen de abine söyleyiver (Firuzan Çilak, 584257). Gerekirse arasın. Mustafa Kul meselesiyle de uğraşacağım. Adam bizim ailenin yakın tanıdığı üstelik, bu nedenle sonuç nereye varacak bilemiyorum. Bizler mahkemeye çıkabilseydik eğer sizin tahliyeniz kolaylaşırdı, ama olmadı. Aslında davanın biraz uzaması bizim lehimize sayılır.
Kazağı ördüğünü yazmışsın, sağol. Ama bize garipten başka isim bulamadın mı kızım. Biz garip filan değiliz, hangi durumda olursak olalım bu böyle. Kelimeleri irdelemek huyu senden bana geçti galiba. İbrahim’i de kızdıramayacağım malesef, çünkü artık aynı koğuşta değiliz. Benimle bir tek sadece Ali var. M. Ali ve İbo başka bir koğuştalar. Mektubuna cevap yazmakta gecikmemin nedeni de buradan geliyor zaten. Ne olursa olsun, başıma ne gelirse gelsin kendimi hemen hiç düşünmüyorum. Hep aklıma sizler geliyorsunuz. Beraber iken hepimizin durumu iyiydi; şimdi de kötü değil gerçi. İbo arada bir erken çıkmanın psikolojisine kaptırıyordu kendini, o zaman daha az iyi oluyordu. Belli etmek istemiyor ama sürekli oğlunu düşünüyordu. Bir noktaya kadar normal ama bizim gibi insanların herşeye hazır olması gerek. Ali’ye gelince: Genç yaşta bu kadar çok şey yüklenmenin ağırlığı zorluyor onu, onun için de zaman zaman ilgisiz ve keskin çıkışlar yapıyor. Bir noktaya kadar bu da normal. 21 yaşında bu kadar yükü kaldırmak kolay değildir. Az şey görüp dünyadan kopmakla çok şey görüp kopmak insanı çok başka şekillerde etkiler. Aslında bugüne kadar pek fazla ilgilenebildiğimi söyleyemem her ikisiyle de. Benim gibi bir insanın açılması zor oluyor, değişmek de her insan için olduğu gibi zor oluyor, ancak değiştiğimi de hissediyorum.
Geçen hafta bazı kitaplar gelmişti; Anti-Dühring’i okumaya başlamıştım. Bazı kitaplar istemeyi de düşünüyordum. Kendime de uzun vadeli bir plan yapmıştım. Önce pratik hayat için büyük önem taşıyan konular. Sonra Kapital’i okuyup ekonomik konulardaki düşüncelerimi daha da genişletip sistemleştirmek. Daha sonra da eskiden beri meraklı olduğum bir konuya dönmek: “Materyalizm bilimdeki her yeni ilerlemeyle yeni bir görünüm kazanmak zorundadır” der Engels. Bildiğim kadarıyla “Materyalizm ve Ampiriokritisizm”den sonra bu iş yapılmadı veya yapıldı ama ben bilmiyorum. Bu konunun üzerine eğilmeyi düşünüyorum. Tabii bu herşeyden önce temel bilimlerde önemli bir bilgiyi gerektirir. Zaten ben de her konuda değil, iyi bildiğim bazı bilim dallarında bu işi yapmayı düşünüyorum. Fırsat bulunca insan, sadece ülkesindekilere değil, genel olarak tüm insanlığa karşı görevini yerine getirmeli, öyle değil mi? Bu fırsat da başka zamanda ele geçmez. Ancak şimdi kitaplar yok, onun için bu işler daha ileriye kaldı. Şimdi bol bol düşünüyorum sadece. Bu durum uzun sürerse, en azından yazmak konusunda gerilememek için uzun bir romana başlayabilirim: “Büyük Şehirde İki İnsan” (kimler olduğu belli tabii).
Geçenlerde iki mektup yazdım. Birisi Afyon’a ve oldukça sert ifadeli. Yazmayacaktım ama sonunda aksine karar verdim. Böyle konularda son derece açık konuşmayı severim. Diğer mektup İlkin’e: Hepiniz için yapıyorum diyerek bir-iki yere gitti, şimdi karşılığını bekliyor. Çok önemli bir konu olmadıkça mektuplarına cevap vermeyeceğimi yazdım. Gelen resimlerden, resimci dükkânına döndü burası. Herşey kullanılıyor bu dünyada insanı döndürmek için. Hayret, beni hayata bağlayan şeyin ne olduğunu halâ anlamamış bu insanlar. Burada herşeyden ve herkesten uzak olunca yalnızlık ve umutsuzluğa kapılacağımı filan mı sanıyorlar? Halbuki doğduğum andan beri yaslanacak ve bağlanacak kimsem olmadı benim. Oldukça zor ve hatta çok zor bir şey hep böyle yalnız olmak, ama geçen uzun yıllarda buna alıştım. Gene de sevdiğim ve saygı duyduğum her insandan uzaklaştığımda sarsılırım, çünkü benim hayatımda çok azdır bu tür insanlar, onun için de benim için çok kıymetlidirler. Herşeyi ve herkesi inançlarımın çerçevesi içinde seçtim ve bunlara uymayan herkesten ve herşeyden ayrıldım. Kolay değil ve belki de aşırı bir örnek bu. Senin kendini aşırı denetlemen gibi bazı zararlar da veriyor bu durum; belki bundan sonra biraz değişir. En azından Deniz’e (41) karşı daha yakın olabilirim, aslında olmak da istiyorum ama kendimi frenliyorum. Burada beş çeşit resmi var, istersen birini göndereyim sana. Ancak frenleme konusuna şimdilik devam etmem gerekiyor, zor ama gerekli bu. Benimle hiçbir ilgisi kalmamış insanlar bundan kendilerine hisse çıkarabilirler çünkü.
Belki bunları yazmakla seni üzüyorum ama yazmamak elimden gelmez. Geçmişte konuştuğumuz gibi biz ikimiz biriz, öyle değil mi?
Ankara’ya da mektup yazdık. Siz de yazarsanız iyi olur. Onların avukat işi ne olacak? Gazetede okumuşsundur, avukatlarının durumu pek iyi değil.
Havalar son derece güzel gidiyor. Açık, mavi bir gökyüzü. Yukarıya bakıyorum ama denize benzetemiyorum bir türlü.
Diğer arkadaşlar nasıl? Hilal’e sor: Baksana, durum nasıl? Gene eskisi gibi mi, yoksa biraz değişti mi bu kız? Aklıma gelmişken ekleyeyim: İçerde mantı pişirmesini öğren, çıkınca yerim. Seninle bir defasında güzel (!) bir mantı yemiştik hatırlıyor musun?
Geçen mektuplardan birinde tahliye olan arkadaşlardan birinin mahkemeden sonra hemen gelmesini yazmıştım. Ayrıca ona telgraf da çekmiştim, ancak gelmedi. Hemen gelebilirse iyi olur.
Anladığım kadarıyla (derecesini bilemem ama) kayınbiraderde bazı gelişmeler var.
Neyse, sonuç olarak yazacaklarım bu kadar. İçinde yaşadığımız dönem bana kitaplardan öğrenilen, görülen ve geçirilen şeylerin özümlenmesi olarak geliyor. Öğrenmek ve görmek başka, idrak etmek ise bambaşkadır. Kalfalıktan ustalığa doğru gitmektir bu.
Hepinizi çok özledim. Seni çok seviyorum.


       DİPNOTLAR:
       41. Kızımın adı, ben yakalandığımda 11 aylıktı. 



Mektup – 30 
Harald Slott Moller  (1864-1937)
                                                                     
                                                                                    10 Kasım 1977
  Sevgili Belma,
  Telgrafını dün aldım. Mektuplarımı aldığına ve bana her gün yazdığına çok sevindim. Hiçbir şeye canını sıkma diyorsun. Aslında can sıkılacak çok şey var ama ben canımı sıkmıyorum. Kayıtsızlıktan değil, insan canını sıkmakla birşeyi halledemez ki.
Geçen mektubumda bahsettiğim değişen hayatımıza da uyduk sayılır. Bugün bizim Ali ile epeyce konuştuk (bu kadar zamandır birlikteyiz ama gene de epeyce konuşmak ihtiyacını duyduk). Ben senin kadar çok şey bilseydim diye başladı ve devam etti. Az konuşmamdan ve ilgisizliğimden yakındı, sadece kendisine değil, özellikle değişik görüşte olanlara karşı. Epeyce düşündüm bu konu üzerinde, bir noktaya kadar haklı. Aslında ben diğerlerini önce davranışlarımızla etkilemeyi düşünmüştüm. Bunun üzerinde yürütülecek konuşma böylece çok daha etkili olacaktı. Oldukça zor günler geçti biliyorsun. Gerek o günlerde ve gerekse de sonrasında bu konuda zannettiğimden fazlasına ulaştık. Ben konuştuğum zaman herkes dinler ve uyar ve bunun gibi daha bir sürü örnek. Aslında çeşitli konuları konuşmakta biraz geç kaldım. Ben, kendi görüşleri içinde oldukça iyiler arasında yeralan çeşitli insanların konuştuğumda sarsılacaklarını veya bu kadar büyük bir ilgi göstereceklerini hiç ummamıştım doğrusu. Üstelik bugün ayrıyız, konuşacak fazla kimse de yok. Bu konu benim ezeli derdimdir zaten. Yeteneklerimi yeterince iyi kullanamamak. Geçmiş hayatıma bakıyorum da; hangi konuda kesin karar verdiysem sonuca ulaştım (ama o kararları verene kadar nerelerden geçtim bir de bana sor). Açık olan nokta şu ki, çok fırtınalı bir hayat (özellikle küçük yaşlardan beri) bende oldukça dengesiz bir gelişime yolaçtı. Bazı yönler çok gelişirken bazı yönler geri kaldı. Bunun doğurduğu en önemli sonuç da yeteneklerimle yapabileceğim şeylerin tüm sonuçlarını kaldırabilir miyim düşüncesinin doğması. Bu zararlı düşüncenin doğmasının ana nedeni ikili: Birincisi, uzun yıllar esas olarak kendinle uğraşmak sonucu başka insanlarla diyalogda ve dolayısıyla onları anlamak ve yarattığın etkiyi ölçmek konusunda yetersizlik. Diğeri ise, çok erken çıktık tarih sahnesine ve bu nedenle de çok zorlandım ve zaman zaman ezildim. Ustaların hayatına bakarsak; onlar bile hemen bütün önemli işleri otuz yaşından sonra yapmışlardır. Neyse, tespitleri yaptık ve değişeceğim. Yılların yerleştirdiği özelliklerin bir anda değişmesi olanaksız, zaman alır bu. Bu konuda çok gayret göstermem ve hatta epeyce de zorlanmam gerek. Ama değer buna. Bazı özellikleri değiştirebilirsem eğer çok daha etkin ve verimli olacağım. O zaman da eh artık. Çünkü şu durumda bile kesin karar verdiğimde yapamayacağım iş olmadığına inanıyorum. Bu konudaki gelişmeleri yazarım sana.
Abinin bayramda gelmesine çok sevindim. Yalnız beni görmek için epeyce uğraşması gerekecek. Boşuna gelmiş olmasın da.
Sen nasılsın? Hastalığın geçti mi? Hep yazıyorum, kendine dikkat et, iyi bak. Tabii hepiniz.
Bu vesileyle çok enteresan insanlar da tanıdım. Enteresan ve aynı ölçüde uyanık insanlarımız var. Hayatını tüketmiş, nasıl geçtiğini farketmemiş, hiç uğruna müebbet yemiş, vs. En çok da bana şaşıyorlar. Koskoca mühendis, allah allah!
Günlerimi mümkün olduğunca değerlendirmeye çalışıyorum ama şu sıralar bol bol düşünmekten başkaca yapılacak şey yok. Aslında oldukça da faydalı oluyor sayılır.
Şimdiki koğuşta televizyon da var. Her film seyredişimde seninle birlikte sinemaya gidişimiz aklıma geliyor. Güzel bir filmdi ama ondan da güzeli onu seyreden bizim duyduklarımız ve hissettiklerimizdi. Gerçekten çok güzel günlerdi onlar. Şüphesiz o günleri tekrar göreceğiz, hem de zannettiğimizden daha yakın zamanda. Bana öyle geliyor (ne kadar iyimserim değil mi). Muhakkak yine verimsiz (!) harcanan geceler olacaktır.
Bir roman buldum, onu okuyorum şimdi: “Kaptanlar ve Krallar”. Şu meşhur televizyon oyunu, fena da değil. Biliyorsun geçmişte ve yakın zamanda çok kişi çok yüklendi bana. Bunun bir nedeni hatalarımdı, onun için bazılarını normal karşılıyorum. Ama tamamı hatalardan gelmiyordu bu yüklenmenin. Hata ve yetersizliklerime göre çok fazla oldu bu yüklenme. Sebebi ne bunun? Sadece sorumsuzluk mu? Sana okuduğum romandan bir cümle yazayım: “... sorumsuz bir çocuk da değil. Ama korkarım insan, sorumluluğu daha sert ve sağlam karakterlerin sırtına yüklüyor”. Benim iş de biraz böyle galiba, yanılıyorsam düzelt. Kayınbiradere selamlar. Sevgili k.... (bunu ilk söylediğim geceyi hatırlıyorsun) iyi ol! Bütün arkadaşlara selamlar.



Mektup – 31

        Sevgili Belma,
        Üç mektubunu da dün aldım. (30 ve 31 Ekim tarihli ve bir de tarihsiz ama 4 Kasım’da postaya atılmış). Şimdiye kadar yazdığın tüm mektuplara bedel bunlar; uzun ve doyurucu. Geçen mektupta yazdığım “baştan savma yazıyorsun” sözünü geri aldım. İstedin mi, gerçekten güzel yazabiliyorsun, hep böyle devam etsin olur mu? Ben bir şey yazmadan önce seninkileri cevaplandırayım:
  Hastalığının önemli olmadığına sevindim. Sarılık karaciğeri bozar ve senin durumunda da mikrop kaptın anlaşılan. Olur mu, hani sen çok temiz bir kızdın. Arzu’ya da geçmiş olsun de. Yazdığın kadarıyla bizim oyunlar hoşunuza gitmiş. Biz son zamanlarda artık bırakmıştık. Hemen her gece konferans çekiyordum. Önce Osmanlı toplumundan başladım ve yavaş yavaş diğer konulara geçecektim ama vakit yetmedi. (Allah kahretsin, hayatımda en sevmediğim laf da budur. Bana göre insan istedi mi herşeyi yapacak vakti bulur. Ama her zaman olmuyor işte). Sana Latin Amerika’dan bir kopya vereyim: Adı Raul Sendic, Uruguaylı ve şeker kamışı işçisi. Yaşıyor ve Tupamaroların kurucusu.
Hamdi abi geldiğinde çok kısa konuşabildik, canımı filan da sıkmadı. Yalnız tahliye olan ve o pek geveze arkadaşı en kısa zamanda istiyorum. Mutlaka gelsin.
Baldızın tekrar gelmediğini yazmışsın. Yazık! Ben onda son zamanlarda bazı gelişmeler sezmiştim. Garip sorular soruyordu; tabii her insan soru sorabilir ama onunkiler birşeye karar verip de işini bırakanların soracağı cinsten değildi. O başka nedenle bıraktı işi. Zaten son konuştuğumuzda gene bulunması gereken yere gitmemek için bahaneler bulduğunda ona bunları yutmadığımı ve artık kendisiyle ilgilenilmeyeceğini de açıkça söyledim. Madem öyle düşünüyordun niye mektubunda sordun diyeceksin. Bir şeyi merak ettim: Zor dönemler insanların aynasıdır. Bu dönemlerde nice gelişmiş ve parlak kişi geriler ve yıkılırken; kenarda kalmış, geçmişte fazla dikkati çekmemiş bazı insanlar ise şaşılacak gelişmeler gösterirler ve meydana atılırlar. Bu insanlara gerçekten güvenilir ve onlar çok şey yapabilirler. Bilgileri azdır ama öğrenirler, tecrübeleri azdır ama kazanırlar. Ve bu tür insanlar (kendi tecrübelerime göre) genellikle sessiz ve sakin kişilerin arasından çıkarlar. Acaba diye düşünerek sana sordum onu; ama öyle değilmiş anlaşılan. Şimdi iki ihtimal var: Ya herşeyi bırakır ve hayatını yaşamaya başlar. Ya da eskisi gibi devam eder; hiç yükselmeyen bir çizgi halinde. Gelişmeden ve hep aynı kalarak, ki bu ihtimal bana daha yüksek geliyor. Aslında zayıf karakterli bir kız ve daima sürüklenmiş hayatında. Küçük de olsa hiçbir şeyi sürükleyememiş.
Resimlerinizi aldım. Güzel çıkmışsınız, özellikle de sen. Hilal nasıl, büyüyor mu? Onda çok iyi bir öz var. Yalnız düşünmesini öğrenmesi ve olgun davranması gerek. Bu konularda ona yardımcı olmalısın. Resimlerde bile kaybolmayan yüzündeki o dünyaya meydan okuyan ifade gerçekten hoşuma gidiyor. Ben sizlere resim gönderemiyorum malesef, çünkü yok.
Mahkeme 25 Ocak tarihine atılmış. Şu işe bak. Bizimkiler tahliye olmadan önce konuşuyorduk. İster misiniz dedim, bizim ikinci veya üçüncü mahkeme 26 Ocak’ta olsun, hayli şenlikli çıkarız davaya. Bazen korkutuyor beni bu altıncı hissim (aynı ölçüde de güvenim var ama). Hatırlıyor musun, orada iken yazdığım mektupların birinde burada fazla kalmayacakmışız gibi bir his var içimde demiştim. Ve yine bu hissim geleceği hiç de umutsuz göstermiyor bana. Mahkemenin gelişimi konusunda senin kadar umutlu değilim. Ama ekonomik durum berbat (bu nedenle askerlik bile kısalıyor). Tabii içerisinin de boşalması gerek. Bu nedenle en kötü ihtimalde bile 4-6 sene kalırım diye düşünüyorum. Fazlası kötü olur ama sadece o kadar. Benim içimdeki hiçbir şeyi değiştiremez.
Avukat konusuna gelince; bu mektupla birlikte teyzeme abini tekrar araması için yazacağım. Bu avukatlar gerçekten pis adamlar. Buraya başka arkadaşların avukatı geldi. Cevat ve Orhan’ı bizim davayı ticaret konusu yaptıkları için eleştirmişler. Cevat da ortaklık teklif etmiş onlara. Aslında bence Cevat’ın istediği 100-110 normal ama herifin çıkararacağı ek masraflara dikkat gerek. Bizim için dava önemli ama onlar bu davayı kaybetmeyi göze alamazlar. 
        Şimdi gene dönelim geçmişe; yaşadıklarımıza, hissettiklerimize ve düşüncelerimize. “Kendini süreçle o kadar bütünleştiriyorsun ki, onunla ilgili her eleştiri ve yenilemeye karşı çıkıyorsun, yaptıkların küçümseniyormuş gibi geliyor sana” diyorsun. Tam olarak doğru değil. Bak anlatayım: Süreçle önemli ölçüde özdeşleştiğim doğru ama bunu yapan ben değilim; hayatın ta kendisi. İnsan başından itibaren bir sürecin içinde bulunsa, onun ilk harcını koyanlardan biri olsa, herşeyini (tüm enerjisini, yeteneklerini, olanaklarını) ona verse; o sürecin gelişiminde her aşamada en önemli noktalarda bulunsa ve dolayısıyla o gelişmenin tüm acısını ve sevincini tatsa; herşeyin tehlikeye düştüğü bazı durumlarda yalnız da olsa atılıp daha ağır bir yükü omuzlasa ve sürecin devamına önemli katkıda bulunsa ve o sürecin bilgisini formüle etse. O sürece beraber başlanan insanlar bir bir düşse ve normalden çok farklı bu acıya katlansa, o sürecin daha iyi olması için yeteneklerini gittikçe daha fazla ve nihayet sonuna kadar zorlasa. Ve nihayet geçmişte bir hiçten başlayıp türlü zorluk ve saldırılardan sonra o sürecin kendini herkese saydırdığını, toprağa ekilen tohumların artık onun iradesi ve bazen de yardımı dışında büyüdüğünü görse; yani sürecin artık kendisini aştığını, o olmasa da devam edeceğini görse. Bunca şey, hem de her çeşit kayıba rağmen bunca kısa zamanda; bu ne demektir bilir misin? O insan nasıl olur da özdeşleşmez o süreçle? Büyük bir sevinç duyarsın içinde ama buruk bir sevinçtir bu. Hatırlar mısın, geçen Nisan’da sana bu işin tadını çıkarıyoruz demiştim. Bu kadar prestij bizim hiç alışık olmadığımız bir şey ama ne yazık ki başlatanlardan sadece birisi görebildi bunu. Özellikle öğretmen çok şanssızmış, birkaç ay daha durabilseydi. Neyse sonuç şu ki, özdeşleşmemek olanaksız. Ama dikkat edelim, özdeşleşmek o sürecin herşeyini hissetmek demektir, yoksa herşey benim demek değil. Zaten o insan elinden geldiğince sürecin kendisini aşması için gerekli şartları hazırlamış ve artık o olmasa ve hatta süreci durdurmaya bile çalışsa, süreci durmayacağı bir aşamaya getirmiştir. Bu nedenle, çok şeyden kendini sorumlu görmesi normaldir; çünkü o sürecin en basitinden en karmaşığına kadar her işini yapmış, her yerinde bulunmuştur. O insanın bugüne kadar yaptığı değerlendirme yanlışı da burada yatar. Hatalar, eksiklikler ve dolayısıyla sorumluluk var. Ama hangi şartlarda yapılan hatalar? Değil yetenekli insanlar, en büyük dehalar bile tarihsel şartların ve geçmişten miras kalan olanakların sınırlarını aşamazlar. Son tahlilde önemli olan da bir insanın neleri yapabildiğidir, neleri yapamadığı değil. Ve o insan kendini değerlendirirken oldukça geç anladı bu gerçeği.
İşte bütün bunların ışığında “bazı şeylere baştan başlamak” konusuna anlattığın içerikte katılıyorum. Gerçekten de dışarıda iken hayatımı düzenlemek için bazı şeyler düşündük ve bir kısmını da uyguladık. Bu uygulamanın sürmesi gerek çünkü onun çıkış kaynakları değişmedi. Ama bu bazı şeylere yeniden başlamak anlamına gelmez, sadece uygulamanın sürmesidir. Bir boşluk doğdu ortada ve dolması için de yeni şeylerin daha hızlı yetişmesi ve bir ölçüde reorganizasyon gerek. Geçmişte de çok geldi bunlar başımıza, nereden başlanacağı doğru saptandığı için başarılı olundu ve tabii olunacak da. Başlangıçta çok narin olan çiçek bugün büyüdü ve genç bir fidan oldu. Geleceğin ağacı o. Baktıkça, düşündükçe gözlerim doluyor nedense (dedik ya “duygusal profesyonel” diye).
Sana geçen mektuplarda bahsettiğim o tanıdığın adam için merak etme. Gerçekten de dediğin gibi bir yaprak dökümü geçirdi ve bu onun hayatında geçilmesi zorunlu bir aşamaydı. Bu aşamadan da kendini mümkün olduğunca geliştirmek için faydalanacak. Zaten insanı tarif ederken kısaca; ne kadar aleyhinde olursa olsun her şarttan lehine faydalanmasını bilen kişidir diyebiliriz.
Biraz da yaşadığımız şartlardan bahsedelim: Senin o şartlar altında herkesi bıktıracak kadar çok söylendiğine hiç şüphem yok. Ama tabii yaptığınız herşeye gülüp geçin sonunda. Bizde durum pek öyle değil. Arkadaşlar çok değil de az konuşan birinden sıkılıyorlar. Haklılar ama ne yapayım? Sen nasıl cazgırlıktan vazgeçemezsen ben de bundan vazgeçemiyorum. Aslında işe de yarıyor bu. Benim sakinliğim ve sinirlerime hakim olmam ama bildiğimi okumaktan da şaşmamam örnek oluyor. Gittikçe yoğunlaşıyor baskı, ama artık baskının artan korkunun sonucu olduğunu iyi öğrendim. 
Mektubun sonlarına geldim artık. Onun için dışarıda iken üzerimizdeki ağırlığın sevgimizi nasıl etkilediği konusunu gelecek sefer anlatacağım. Çok önemli bir konu bu ve bütün o süreçte sadece beraberliğimiz hakkında neler hissettiğimi senin de bilmen gerek. Süreç içinde gerçekten bütünleşiyoruz biz. Bu çok güzel adeta hayranlık veren bir şey. Dediğin gibi bu güzel ve bir o kadar da saygıdeğer ilişkiye taş koymak isteyenler var (her iki taraftan da). Bu konuyu fazla dert etmiyorum kendime. Bazı insanlar bizi halâ tanıyıp anlayamamışlarsa eğer; zaman var önlerinde, öğrenirler. Neticede bu onların sorunu, bizim değil.
Çok enterasan insanlarla karşılaşıyor insan içerde. Aslında bu ülkede çok görülen ama bizim bugüne kadar rastlamadığımız insanlar. Yaş 47, ceza müebbet ve yiyeli daha iki sene olmuş. Çok oyunlar dönmüş davasında ve epeyce büyük bir kazık yemiş. İçerde de çok çekmiş. Dayanacağız yeğenim, diyor. Çıkar çıkmaz yapılacak iş var çünkü, sırası gelenler var.
Sana bir fidandan bahsettim uzun uzun, çok şey verdiğim ve çok sevdiğim bir varlık o. Ama insanın geneldeki sevgisi yetmez, özelde de bir sevgi gerekir. Geneldeki sevgiden kuvvet alacak ve aynı zamanda onu daha da güçlendirecek özel bir sevgi. Bu sevginin yine o fidandan birisine yönelmesi olağanüstü güzel bir şey (senin için de böyle bu). Bugün Cuma. Pazartesi günü tekrar yazacağım, bu konuda. Şimdi yer kalmadı. Bütün tanıdıklara selamlar. Kasımpaşalı bacıya da selam söyle. Hepinizi ve özellikle de seni çok seviyorum.



Mektup – 32 

                                                                                    14 Kasım 1977
  Sevgili Belma,
Telgrafını Cumartesi günü aldım ve cevap da yazdım. Eline geçmiştir. Mektuplarım da gelmiştir herhalde. Mektup alamamak kötü oluyor değil mi, bir ara senden 18 gün mektup gelmemişti. Ben her zaman olduğu gibi sık sık yazacağım; artık oldukça da uzun yazıyorum gördüğün gibi.
Afyon’dan da mektup geldi. Yazdıklarını yanlış anladığımızdan yakınıyorlar, neyse bu konu halledildi. Fakat mahkemedeki tavır konusu halâ büyük sorun. Bu konuda aramızda anlaşmazlık var ve bu şartlar altında çözümleneceğe benzemiyor. Benim yönümden en önemli sorun bilgi yetersizliği. Ne şekilde ifade verirsek hangi maddeye gireriz. Cevat ile konuştuğumuzda bu konu aydınlanmadı. Bize “siyasi savunma yapın ama ideolojik savunma (yani yapılanları ve ideolojiyi savunmak) yapmayın” dedi. İyi ama eylemi ve teşkilatı kabul ettikten sonra ötesi farkeder mi? Teşkilatı reddetmek hem deliller yönünden zor hem de çok tantana kopartıldı ve bu nedenle onu yaralar. Afyon’dakiler ideolojik savunmadan yanalar. Ben ise bağlı olduğumuz şeylere zarar vermeden mevcut siyasi ortamın, avukatların etkisinin, vb. izin verdiği oranda manevra yapmamızdan yanayım ancak bunu da somutlaştıramıyorum. 25 Ocak’a kadar bunu halletmemiz gerek. Avukatların vaatlerine kanacak değiliz ama onlardan öğrenilecek şeyler de var. Afyon’dakiler oldukça bağnaz ancak bana kalırsa bu yanlış. 24-30 veya 36 ne fark eder düşüncesine de karşıyım. Erken çıkma hülyalarına asla kapılmış değilim ama küçük bile olsa eldeki olanakları kullanmamak bence teslimiyetçilik olur. Bu konuda abine, avukatlara danışıp bana yaz. Önemli olan 146/1’e girip girmeyeceğimiz değil, girmeyecek isek eğer, bunu bağlı olduğumuz şeylere zarar vermeden nasıl yaparız?
Yazdıklarına göre Arzu’nun iddianamesi gelmiş. Üç kişiye 146/1 istenmiş ama tutturacaklarını sanmam. Neyse biz daha önceki mektuplarda bahsettiğimiz adamın hikâyesine dönelim:
  O adam ilkbahar ayları geldiğinde oldukça kötü bir durumdaydı. İçinde üzülmeye bile fırsat bulamadığı arkadaşlarının acısı, üzerinde ise bir sürü yük vardı. Neredeyse tüm sürecin ağırlığı binmişti üzerine. Günler geçtikçe durum daha da kötüye gitti. Artık insan olmaktan uzaklaştığını, kafasının gittikçe boşaldığını, duygularının ölmeye başladığını ve adeta makineleştiğini hissediyordu. Artık kitap okuyamıyordu ve hep aynı kelimelerle konuşuyordu. İnsan yeni bir dünya yaratırken kendini de yeni baştan yaratır derdi ama kendini yaratma süreci durmuş, hatta gerileme başlamıştı. Buna rağmen o hiç tükenmeyen bir enerjiyle devam ediyordu (fiziksel gücü de azalmasına rağmen). Bunun sebebi içindeki hırstı (kariyer hırsı değil, girdiği işi, inandığını başarmak hırsı. Çocukluğundan beri onu çok şeye ulaştırmıştı bu hırs). Bu yönden kadın onu iyi tanımış, sakinliğe bürünmüş hırsını iyi görmüş. Pekçok insan onun sakinliğine aldanarak bu yönünü görmemişler ve özellikle de rakipleri bu hatalarını ağır ödemişlerdir. Daha sonra o adam içinde kadına karşı büyük bir yakınlık duymaya başlar ama hiçbir şey belli etmez. Düşünmesi gerektir, acaba iyice yorulduğu, bunaldığı için ona sığınmak mı istemektedir? Düşünür ve duygularının nedeninin bu olmadığına karar verir; o hayatında hiç kimseye sığınmamıştır. O halde işi çok uzaklarda bittiği, hem de yorgun olduğu halde onu her gece görmek için kilometrelerce yolu neden alıyordu? Sonunda nedenini buldu: Onda kendini buluyordu, kaybetmeye başladığı kendini. Yaşama sevinci, mücadele gücü, enerji, vd., ama en önemlisi yaşama sevincini bulmasıydı. Onu görüp konuştuğunda dinleniyor ve sakinleşiyordu. Giderek bazı yönlerinin de çok benzediğini farketti. Artık kesinlikle bağlanmıştı ona. Kadın bir gece konuşurken bunu anladı (erkek de anlasın diye söylemişti zaten). Hemen ardından azap dolu bir hafta geldi. (42) Erkek deliler gibi koşturuyor bir yandan da içi kan ağlıyordu. Nihayet bitti bu durum. Sonra görüştüler, uzaktan görünce onu biraz zayıflamış diye düşündü ve çok güzeldi. Konuştular. Kadının morali iyiydi. Erkek buna çok sevindi ve o gece sürekli kendinden bahsetti. Hem çok doluydu hem de başka şeyleri ona hatırlatmak istemiyordu. O gece erkek artık içinden taşmaya başlayan duyguları bastırmak, söylememek için kendini zorlukla zaptetti. Kadın yorgundu ve muhakkak kadınlık onuru da zedelenmişti. Şimdi açılsa belki çok şeyi hallederdi ama bu onun içinde olduğu şartlardan faydalanmak olurdu. Beklemeli ve o kendini topladıktan sonra söylemeliydi; karşısındakini daha güçlü görmek istiyordu, çünkü saygısı vardı. Bu nedenle, sadece çok iyi davranmakla yetindi. Sonraki günler oldukça hızlı geçti, adam da o hız içinde duygularını bastırdı. Bu arada tekrar düşündü ve duygularının üç temele dayandığını anladı: Bu zorlu ve amansız hayat içinde uyum içinde olduğu ve güvendiği birisine dayanmak istiyordu. İkinci neden; onun gücüne ve kişiliğine saygı duyuyordu. Erkek saygıya dayanmayan bir sevgiye inanmazdı. Üçüncü neden; kişi olarak hoşlandığı bir insandı ve birisini sevmek için bu kadar neden yeterliydi. Ayrıca çeşitli yönlerden benzerlikleri de vardı. Ayrılan tarafları ise birbirini tamamlayan farklılıklardı (kadın aşama aşama gelişmişti, erkek ise tam tersine). Yani o günkü şartlar içinde bile birbirlerine çok yakındılar ve ilk adım büyük bir adım olacaktı. Erkek böyle hissediyordu ve nitekim öyle de oldu hem de kadının geçmişten beri kendini tüm şartlandırmasına rağmen. Ve beraberlik çok doğal ve güzel gelişti. Bu arada adamın durumu gittikçe kötüleşti, artık bütün kaynaklarının tükendiğini hissediyordu. Buna rağmen kendine kısa bir plan yaptı. Şartlar birtakım düzenlemeleri gerektirecek kadar olgunlaşmıştı artık. Düzensiz saldırmayı sevmezdi o. İyice düşünür, hedeflerini belirler ve bu arada tüm gücü de elinde toplardı. Saldırısı direkt olur ve önüne çıkanı da ezip geçerdi. Yoğun bir faaliyete girerek tüm gücü elinde toplamaya başladı, her ileri atılışı bir tasfiye veya düzenlemeyle sonuçlanıyordu. Bir yandan da yazıyor ve her işe koşuyordu. Her tarafta birden hücuma geçmişti adeta. Onu tüm bitkinliğine rağmen iki şey ayakta tutuyordu: Gittikçe artan başarı hırsı ve yanında herşeyden önce sakinliği bulduğu kadın. Ona k.... diyordu. İnsan eğer birisi olmadan yapamıyor ise, ona derin bir bağlılık duyuyor ise, onun hayatındaki yerini doldurulamaz hissediyor ise bu ifadeyi kullanabilir; gerisi daha az önemlidir. Hayatında hiçbir zaman bir insanın varlığına, yanında olmasına bu kadar şiddetle ihtiyaç duymamıştı. Bu ona yabancı bir duyguydu, hele onun gibi bazen fazla gururlu birisi için; ama kesinlikle utanmadı bundan. Zaman zaman artık kaldıramadığı ağırlığın altında kendine hiç uymayan şekillerde de davrandı (zaten son zamanlarda kendini tanıyamaz hale gelmişti). Ancak hemen ardından düzeltiyor ve oldukça da üzülüyordu. Adam kendisi için hiçbir gelecek görmüyordu; kısa sürede büyük bir enerjiyle topladığı işleri bitirecek, bildiği herşeyi seçtiği insanlara öğretecekti. Sonrasını düşünemiyordu, ayakta kalacağından bile şüpheliydi. Bu nedenle zaman geçtikçe kadının sevgisine daha çok ihtiyaç duyar oldu; başlangıçta kadın bu ihtiyacı lüzumsuz bir ısrar olarak gördü. Buna karşılık erkek, düşünecek hali olmadığından onun duygularından kuşkuya düştü. Ama hiçbir zaman sevgilerinin bu yükün altında ezileceğini düşünmedi; belki kendisi ezilebilirdi ama sevgilerini hangi durumda olursa olsun ezdirmezdi. Sonunda olaylar hızlı gelişti ve bunların içinde birbirlerini daha iyi tanıyıp anladılar. Gün be gün bütünleştiler.
Güzel bir hikâyedir bu. Güzelliği de içinde en zor şartlar altında bile en güzel şeyleri barındırmasından gelir. İnsana umut, sakinlik ve güç veren bir güzelliktir bu. Daha da güzelleşerek devam ediyor bu süreç. Zaten bir beraberliği güzel yapan şey her şart altında iyiye doğru gitmesidir.
       Mektuplarımı saklıyorsun, ben de öyle yapıyorum. Bu huyu seninle edindim. Aslında mektup filan saklamayı hiç sevmem ama senin telgraflarını bile aradan uzun zaman geçtikten sonra atabiliyorum. Mektupların ise defalarca okuyup düşündüğüm şeyler.
       Biraz Ali ile uğraşmaya başladım ve önceleri hiç anlamadığım bu çocuğu anlar gibi oldum. Yapısal olarak sinirli zaten buna bir de içinde bulunulan şartların ağırlığı eklenince aklına gelebilecek herşeye en sert tepkiyi gösteriyor. Şartların ağırlığını bununla karşılamaya çalışıyor. Kitap oku diyorum (eldeki kitaplar da çok matah şeyler ama ne bulursak okumak gerek); “Ben okuyup da ne yapacağım, sen oku!..” diyor. Neyse şimdi yavaş yavaş okumaya başladı. İnanç ve bağlılığı son derece sağlam ancak bu yaşta bu ağırlığı kaldırmak kolay değil. İnsan çok genç veya ilerlemiş yaşta düştü mü daha zor oluyor. Yaşı ilerlemiş ise artık herşey bitti diye düşünür. Yaşı çok genç ise hayatı tanımadığı için o da aynı şeyi düşünür. Zaten 71’dekilerin çoğunun üşütmesinin nedeni de budur: Yaş 24, 8 yıl (en fazla) kalsa 32 eder. Bu yaş da nedir ki; ama insanın dayanacak güvenecek birşeyi yoksa ve hayatının boşa geçtiğini düşünüyorsa, o zaman başka tabii. 32 yaş herşeye yeniden başlamak için oldukça geçtir çünkü. Ali’ninki pişmanlık veya güvenecek birşey yokluğundan değil, acemilikten ve hayatı tanımamaktan. Neyse düzelecektir elbet, yavaş da olsa.
        Bu arada birşey daha belirteyim. Benim durumum için fazla umuda kapılma. Büyük ihtimal 36 alacağım; çünkü ben başka bir şey istesem bile bu tantana içinde susmak artık olanaksız hale gelebilir. O zaman da gerekeni yapacağım tabii. İnsan daima iyiyi ümit etmeli ama kötüye de daima hazır olmalı. Gelecek sefere yazarım bu konuda.
        Bak, bir kadın var. Gür saçlı, sevgisi gür, bağlılığı gür, inancı gür (ve eklemek gerek dili de gür). Ben onu çok seviyorum işte. 


        DİPNOTLAR:
  42. Mayıs ortalarında Belma büyük hata yaparak bir eylemde yaralanmış olan Haydar’ı hastanede ziyaret eder ve orada yakalanır. Bir hafta İstanbul’daki devrimci çevrelerde duyulacak kadar ağır işkence gördü ve konuşmadı. Bırakıldıktan birkaç gün sonra Aksaray’da buluştuk. 




Okurlar tamamı 84 tane olan Belma’ya Mektuplar’ın bu amaçla oluşturulmuş bir blogda yayınlandığını biliyor. 26 mektup ve dört de ek yayınlanmıştı. Bu ekleri mektupları el yazısından bilgisayara geçerken dikkate almamıştım, çünkü dönemin teorik tartışmalarını içeriyorlardı ve bunun da aradan 35 yıl geçtikten sonra okuru ilgilendirmeyeceğini düşünmüştüm. Ne var ki, birkaç okur yazdıkları mesajlarda bunları da okumak istediklerini belirtince, atladığım mektupları da ekler olarak yayınladım. 

Mektuplar yayınlanırken bunların kitap olarak basılması teklifi geldi. Bu teklif nedeniyle okurlara gerekli bilgiyi vererek yayına ara verdim. Aradan yaklaşık yedi ay geçtikten sonra böyle olmayacağı görüldü. Çok şaşırmadım diyebilirim. 35 yıl önce de Belma ile hep böyle olurdu. İkimizi ilgilendiren bir iş oldu mu mutlaka bir taraftan bir şey çıkardı. Önemli değil, başka imkânlarımız var. Mektuplar beşer beşer yayınlanacak ve haftada iki kere yayına girecek. Bu durumda önümüzdeki ay sonunda mektupların tamamı yayınlanmış olacak…

www.enginerkiner-mektuplar.blogspot.com  adresinde yer alan mektupların sonunda okuma listesi bulunuyor. Bloga şu ana kadar toplam 27 ülkeden ziyaretçi girmiş. Maşallah maşallah, başka ne diyeyim!..