EK - 4 (Son)


        Belma’ya Mektuplar’ın eklerinin sonuna geldik. Önceden de belirttiğim gibi bu ekleri yayınlamayı düşünmüyordum ama o dönemdeki teorik saptamaları merak eden arkadaşların isteği üzerine yayınladım. Bu mektuplar basıma girmek üzere olan kitapta da yer almıyor. Bu mektubun ilk bölümü geçen hafta yayınlanmıştı. Orada da belirtildiği gibi tam bir mektup değil, kesiliyor. Kesildiği yere kadar olan bölümü aşağıdadır. Ülke Dergisi’nin ikinci sayısından söz ediliyor.

        « İkinci sayıdaki en önemli yazı, M. Erdost’un ve Osmanlı İmparatorluğu üzerine. Osmanlı tarihi oldukça karışıktır ve bu tarihteki en önemli konu da 15. ve 16. yüzyıllarda dünyanın en güçlü ülkesi olduğu halde kapitalizme dönüşemeyerek neden yarı-sömürge bir ülke durumuna düştüğüdür. Türkiye’nin Düzeni’ni okuduysan hatırlarsın, orada bu durum tamamen dış etkiye, deniz ticaret yollarının Akdeniz’den okyanuslara kaymasına ve böylece Osmanlıların Batı’da olan sermaye birikimine ulaşamamalarına bağlanır. Bu aslında önemli bir faktördür ancak tek başına hiçbir şeyi açıklamaz. Osmanlılar savaşlardan elde ettikleri büyük ganimetleri neden sanayi ve ticarete yatırmamışlardır? Sorun öncelikle düzenin iç yapısında yatmaktadır. 

        Osmanlıların Batı feodalizminden en önemli farkı, toprakta devlet mülkiyetinin önemli yer tutmasıdır (özel mülkiyet de vardır ancak hakim değildir). Toprakta devlet mülkiyeti imparatorluğa merkeziyetçi nitelik kazandırır. Bu merkeziyetçilik onun toplumdaki her türlü gelir kaynağı üzerinde güçlü bir denetim kurması sonucunu verir. Osmanlılarda zenginleşmenin tek kaynağı devlettir. Bu nedenle devletin dışında veya ondan bağımsız olarak gerçekleşen büyük sermaye birikimi yoktur. Bu nedenle Osmanlılarda güçlü bir tüccar sınıfı ve bu sınıfın elinde büyük sermaye birikimi gerçekleşmemiştir. Varolan sermaye ya hakim yönetici sınıfın ya da onun vasıtasıyla zenginleşen tüccarın elindedir. Burjuva sınıfının güçlenmesinin engellenmesi, Osmanlıların kapitalizme geçmesinin engellenmesindeki temel etken olmuştur. 

        Batı feodalizminde toprakta özel mülkiyet hakimdir. Feodal senyörler sahip oldukları bu toprakları genişletmek için kralla ve birbirlerine karşı sürekli savaş halindedirler. Ülkede merkezi değil mahalli otoriteler mevcuttur. Bu durumda burjuva sınıfı kolayca gelişir ve zamanın bağımsız kent cumhuriyetlerinde ifadesini bulur (Osmanlılarda bu durum yoktur). Burjuvazi gerek feodaller arasında bölünmüş iç pazarı bütünleştirmek ve dünya çapında diğer ülkelerle yürüttüğü ticaret savaşında güçlü bir destek sağlamak amacıyla merkeziyetçilikten yanadır ve bu nedenle feodallere karşı mücadelesinde merkezi krallığı destekler. 14. ve 15. yüzyıllarda Batı’ta krallar burjuvaların da desteğiyle merkezi yönetimlerini kurarlar. Bu aynı zamanda aynı dil, kültür ve tarihe sahip insanların çeşitli feodal sınırlamalar altında bölünmüşlüğünün sona ermesi ve aynı iktisadi yaşam birliğine kavuşulması demektir. Buna uluslaşma süreci denir. Görüldüğü gibi Batı’da merkezi otoritenin yükselmesi burjuvazinin desteğiyle ve dolayısıyla karşılığında da burjuvaziyi önemli ölçüde güçlendirerek gelişmiştir. Osmanlılarda ise merkezi yönetim baştan beri mevcuttur ve burjuva sınıfının yükselişine karşı baştan güçlü bir engel olarak dikilmiştir. 

        Osmanlılarla Batı feodalizmi arasındaki gelişim farkını açıklayan diğer bir önemli ayrım da, serfliğin durumudur. Her iki yerde de köylü serf statüsündedir. Batı’da özel toprak mülkiyeti hakim olduğundan kırsal alanda meta ekonomisinin gelişmesiyle birlikte emek-rant ve ürün-rant, para-ranta dönüşür. Köylü belirli bir nakdi bedel karşılığında özgürlüğünü senyörden satın alabilir. Osmanlılarda ise bu durum yoktur; serf çoğunlukla devlet mülkiyetinde olan topraklarda yaşadığından özgürlüğünü satın alamaz. Çünkü toprakta devlet mülkiyetinin ortadan kalkması, merkezi devletin sonu demektir. Bu edenle Osmanlılarda tarımda kapitalist ilişkiler gelişemez. Köylüler topraktan kaçabilir ancak tüm bu değişimler düzenin daha ileri bir üretim biçimine dönüşümünü değil, yozlaşmayı gündeme getirir. Nitekim 17. yüzyılda Batı feodalizminde ... »

        Mektubun eldeki bölümü burada bitiyor. Tahminime göre bundan sonra yarım sayfalık bir bölüm daha bulunuyor. 




EK - 4


       Geçen yazıda mektubun başlangıcı bölümünü aktarmıştım. Buradan devam edeceğim. Mektup 17.2.1979 tarihlidir. Belma tarafından mı gönderilmişti yoksa başkasından istemiştim de ziyarette mi getirmişti, hatırlamıyorum. Ülke dergilerini okumuşum. Ülke, Vahap Erdoğdu ve çevresi tarafından çıkarılan kalın ve teorik içerikli bir dergiydi. Mektupta bu derginin ilk sayısında yer alan köylülüğün farklılaşmasıyla ilgili yazı inceleniyor. İçerde dört kişiydik: Mihrac, Ali, Bünyamin (ya da Zafer) ve ben… Bunları da benden başka okuyan yoktu zaten…

       « 1. sayıdaki en önemli yazı köylülüğün farklılaşmasını inceliyor. Ekonomik inceleme bakımından –hele bu ülkede kıt bulunan doğru istatistik malzemesi de göz önüne alınırsa– iyi bir yazı. Ancak böyle bir yazıdan beklenen siyasi sonuçların hiçbirisi yok. Sonuçlar oldukça muğlak ve karışık. Aslında bu karışıklığın temel nedeni meselenin tamamen emperyalizmden bağımsız olarak ele alınması. Bizim gibi gizli işgalin bulunduğu ve kapitalizmin dışa bağımlı olarak önemli ölçülerde geliştirildiği ülkelerde, ülke şartlarından başlayarak, yani özelden genele doğru giderek, doğru sonuçlara varılamaz ve kişi kendini özelin içinde kaybeder. Doğru yöntem emperyalizm tahlilinden başlamaktır, yani genelden özele gidiştir. Bizim tüm başarımız zaten burada yatıyor. 

       Bugün ülkemizde tarımsal alanda kapitalizm hakim üretim biçimidir. Bu hakimiyet devrimci biçimde (yani, toprak reformu vasıtasıyla büyük feodal mülkiyetteki toprakların parçalanması, böylece tarımsal alanda küçük köylü mülkiyetinin hakim olması ve zaman içinde küçük üreticilerin farklılaşarak bazılarının proleterleşmesi bazılarının ise tarım burjuvaları haline gelmesi şeklinde) olmamıştır. Prusya tipi kapitalist gelişme tarzında, yani yukarıdan aşağıya, bir gelişimle toprak ağalarının tarım burjuvalarına dönüşmesiyle gerçekleşmiştir. Aslında bu gelişime Prusya tipi demek yanlıştır çünkü bu tip de kapitalizmin iç dinamiğiyle geliştiği ülkeler için geçerlidir, tek farkı gelişmenin yönüdür. Ülkemizde ise bu gelişim yukardan aşağıya ve dışa bağımlı olarak gerçekleşmiştir. 

       Ülkemizde kapitalist yapının (dışa bağımlı biçimde de olsa) tarımda egemen olması hemen şu sonuçları gündeme getirir: Kapitalizmin gelişmesi köylülük içindeki farklılaşmayı, sınıflaşmayı kesin çizgilerle belirler. Artık köylülük temel güçtür formülasyonu sadece bu noktadan bile geçersizdir. Çünkü köylülüğün temel güç olması, onların bir bütün olarak devrime katılmasını ifade eder. Bu ise köylülük içinde sınıf farklılıklarının henüz yeterince gelişmediği feodal dönemi ifade eder. Köylülük bir bütün olarak feodallere karşı yapılan toprak devrimine katılır. Köylülüğün sınıflara ayrışmasının ileri boyutlara vardığı ülkelerde ise tarım proletaryası ve yoksul köylü ve küçük köylü devrimin temel gücü kapsamındadır. Orta köylü tarafsızlaştırılır, tarım burjuvazisi ise devrimin hedefidir. Anti-feodal devrimde ise zaten belli belirsiz ortaya çıkan orta köylü devrimin temel güçleri arasındadır, tarım burjuvazisi ise tarafsızlaştırılır. 

       İkinci olarak, ortaya çıkan sonuç ise devrimin artık bir toprak devrimi olmadığıdır. Kapitalist üretim yapan büyük tarım işletmelerinin parçalanarak dağıtılması gerici bir adımdır, geriye dönüşü ifade eder. Bu işletmeler kolhozlara çevrilir. Geride kalan ise küçük köylü işletmeleridir (feodal büyük işletmeler bulunmadığından dağıtılacak toprak da yoktur). Bu durumda devrimin tarım programı topraktan özel mülkiyetin kaldırılması yani toprağın ulusallaştırılmasıdır. Toprak alım satımı böylece ortadan kalkar. Diğer yandan ücretli emek kullanımı da yasaklanır. Bu iki tedbir tarımda kapitalist ilişkilere nitelik belirleyici bir darbe indirir. 

       Sonuç olarak, ülkemiz devrimi altyapıda sosyalist nitelikte bir devrimdir. Devrimin temel gücü; köylülüğün sayılan kesimleri, proletarya ve şehir küçük burjuvazisidir. Devrim üstyapıda ise demokratik bir özelliğe sahiptir. Lenin, “demokrasi okulunda eğitilmemiş bir işçi sınıfı ekonomik devrimi başaramaz” der. Kitlelerin demokrasi okulunda eğitilmesi demek, onların yönetebilmeyi, ortak bir karar doğrultusunda toplu olarak hareket etmeyi öğrenmeleri demektir. Bu ise en iyi biçimde kitlelerin toplu halde bulundukları demokratik kitle kuruluşlarında gerçekleşir. Bu kuruluşları sadece dernek ve sendika olarak anlamak yanlıştır. Kitlelerin demokrasi mücadelesinde eğitimini sağlayan her araç bu amaca hizmet eder. Rusya’da Sovyetler bu amaca hizmet etmiştir. Böylece kitleler daha ileri bir ekonomik düzeni yaşatabilecek, yönetebilecek duruma gelmişlerdir. 

       Ülkemizde devrimin üst yapıda demokratik bir karakterde olması da bunu amaçlar. Bizim gibi ülkelerde suni dengenin varlığı sonucu demokratik kitle kuruluşları, kitlelerin demokrasi mücadelesinde eğitimini gerçekleştiremez (ne Sovyet ne de kurtarılmış bölge kurmak olanaksızdır). Üst yapıda demokratik devrim bu eğitimin şartlarını yani halk kitleleri için genel bir özgürlük ortamını hazırlayacaktır. »

       Mektupta bu konu bitiyor ve Ülke dergisinin ikinci sayısında Muzaffer Erdost’un Osmanlı İmparatorluğu üzerine yazısının incelenmesine geçiliyor.

       Haftaya devam etmek üzere burada kesiyorum…




EK 4'e Giriş


Neden böyle başladığımı açıklayayım: Okuyacağınız ek mektupların sonuncusu…
Başlangıçta uzun bir mektup olacak deniliyor ama tamamı yok, düz kağıda küçük yazıyla yazılmış iki sayfa var… Sonrası kesiliyor. Mektup başlangıç bölümü dışında tümüyle ekonomik analize ayrılmış ve bunları gelecek seferde okuyacaksınız.
Baştaki kısa bölümü okuyunca bu girişi yazmak ihtiyacı hissettim.
Mektup 17 Şubat 1979 tarihli…
Demek ki, Konya cezaevinden yazılmış ve ilk bölümü şöyle:

Mektup – 27

« Sevgili Belma,
Şu ana kadar henüz mektubunu almadım. Telgrafını aldım, bizim altıncı mektup kaybolmuş. Uzun yazdığım zaman boşa gitmesi canımı sıkıyor ama bu sefer bazı mektupların neden kaybolduğunu çözdüm. Kaybolanları hep aynı yere vermiştim, demek atmıyorlar. Bunu uzun yazacağım ve eline varır sanıyorum. Yalnız alınca bana telgraf çek. »

Mektubun bundan sonrasında önce Belma’nın gönderdiği kitap kolisini aldığım yazılı. Yukarıda aktardığım kısa paragrafın ardından bu girişi yazmaya neden gerek duydum derseniz…
Konya cezaevinde açık görüş imkânı vardı. Ziyaret yerinde ziyaretçi ile bizim aramızda cam veya tel gibi engeller yoktu. Ziyaretçi bize getirdiğini verebilir, bizim verdiğimizi alabilirdi. Bunun için gardiyanın aracı olması gerekmiyordu.
Ben de yazdığım mektupları gelen ziyaretçiye doğrudan veriyordum ve o da dışarıdan postalıyordu. Normal olarak atılan mektubun yerine ulaşması gerekir, arada kaybolan olabilir ama aynı kişiye verilen mektuplar kayboluyorsa, diğerleri gidiyorsa, burada gariplik var demektir.
Çok sık ziyarete gelen ve atılması için mektup da alan kişi zamanın örgüt sorumlularından Tacettin Sarı idi. Oraya buraya gitmekten başka becerisi olmayan ve önemli bir politik bilince sahip olmadığı belli olan Hataylı birisiydi. Tahmin edilebileceği gibi Antakyalılarla özel bir ilişkisi vardı. Bu adama postaya atması için verdiğim mektuplar gitmiyordu ve bunun tek açıklaması olabilirdi: mektup sonraki ziyarette Mihrac’a teslim ediliyordu. Saatler süren görüşte sürekli olarak görüş yerinde bulunmuyordum, bu arada ya Mihrac ya da Ali’ye veriliyor olsa gerekti. 
“Böyle bir şeye neden ihtiyaç duyuyorlardı?..” derseniz, Belma tahliye olmuştu ve İstanbul bunların hiç ilişkisinin bulunmadığı bir yerdi. Dışarıda bunlardan ayrı örgütlenme yapılacak diye çekiniyorlardı. 
Böyle bir girişimim olmadığı gibi örgütlenme konusunu mektupta açık olarak yazacak kadar aptal da değildim. 
Mektupların atılmamasının başka bir nedeni daha vardı, o da mektuplarda yazdığım politik analizlerin okunması ve Mihrac tarafından kendi düşüncesiymiş gibi bana satılmaya çalışılmasıydı. Başlangıçta hayret etmiştim, ne kadar da benzer şeyler düşünüyoruz diye… İşin aslı ise böyle değildi!
Bunlar ne kadar çaresiz insanlar diye düşünmeden yapamıyorsunuz. Her şeyden korkuyorlar çünkü kendilerinin yapabildiği hiçbir şey yok… Bunu 1980 sonlarında Adana ve Antakya’yı gördükten sonra açık olarak anlamıştım. Geniş kitle örgütlenmesiymiş, tamamen palavraydı…
Şubat 1979’da bu mektubu yazmışım, bir yıl iki ay sonra hapisten kaçacak bunların deyimiyle “başlarına bela” olacaktım. Bir şeyler yapabilecek insanın kendilerinden ayrı olması bu kişileri rahatsız ediyordu. Halbuki kaçtıktan sonra ülkede kaldığım sekiz ay içinde hareket imkânım oldukça kısıtlıydı. 
Hapisten kaçtıktan bir yıl iki ay sonra Suriye üzerinden Paris’e gittim. 
Paris’e geldikten bir yıl iki ay sonra da ayrıldım, başka bir deyimle kendimi bu pislikten kurtardım.
Paris’te ayaklarımı yere basmam, ilişkiler oluşturmam ve büyük bir çıkış yapmam için bir yıl iki ay yetmişti.
Paris ev işgalleri örgütün 12 Eylül sonrasındaki ilk ve tek büyük eylemi olarak kalacaktı. Yıl 1982 başıydı ve solda büyük bozgun yaşanıyordu. Bu nedenle de yapılan her eylem, nerede olursa olsun büyük yankı yaratıyordu. 
Paris’te iken üç sayı yayınladığımız Tek Yol Devrim dergisinin Ev İşgalleri Özel Sayısı’nı büyük boy olarak çıkarmış ve her tarafa dağıtmıştık. Bu dergileri Suriye’ye de göndermiş ve orada da dağıtılmasını sağlamıştım. Birkaç ay sonra ayrıldığımda ise elleri böğürlerinde kalmıştı… Aleyhime konuşsalar, zor; çünkü Suriye’de “bakın örgütümüz neler yapıyor” diye dergi dağıtan, propaganda yapan kendileri…
Neyse burası önemli değil, önemli olan henüz çok azını gördüğüm ama benim için yeterli olan bu pislikten kendimi kurtarmaktı. Aramızda siyasi ayrılık yoktu da diyebilirim, çünkü siyasi ayrılık siyasi kişilerle olur. Çıkarına göre bugün böyle yarın başka türlü olan kişilerle siyasi ayrılık olmaz…
Yolları ayırırsın ve arkana da dönüp bakmazsın...
Gelecek hafta tamamını okuyacağınız mektup son mektuplardan bir tanesidir. 
Kısa süre sonra Aydın cezaevine sürgüne gidecektim. Buradan hiç mektup yazmadım. Sonra Selimiye Askeri Cezaevi, sonra Sağmalcılar ve firar…



EK - 3

Ludwig Knaus  (1829-1910)


Mektup – 26 

                                                                                      9 Aralık 1978
        Sevgili Belma,
        Saat sabahın altısı. Gece hiç yatmadım. Yazı meselesi yüzünden buradan da posta olma ihtimalimiz belirdiğinden yarım kalan bazı şeyleri tamamlamaya çalışıyorum. Önümüzdeki hafta da sürekli çalışıp bitireceğim. Bakalım nereye gideriz. (38)
        Senden henüz yeni mektup almadım. Bu benim 11’inci mektubum oluyor. Beni araman için bir telgraf çekmiştim ancak anlaşılan şu ara İstanbul’da yoksun. Yoğun bir çalışmaya gireceğimden bundan sonra mektup yazamayabilirim veya kısa olabilir yazacaklarım. Ancak gelen mektuplarını mutlaka cevaplarım.
        Bu civara gelebilsen iyi olurdu. Açık ve uzun bir ziyaret yapardık.
        Geçen mektuplarımda bahsettiğim bir konuya döneceğim tekrar: İnsanlara nasıl davranılması gerektiğini ikimiz de görüp anladık. Geçmişte bu konudaki hatalarımızı kavradık. Temel hatamız herkesi kendimiz gibi görmek ve düşünmekti. Halbuki insanların görünüşlerine hiç uymadıklarını ve genellikle görünüşün bir kılıftan ibaret olduğunu bilmeli, gerçek yüzlerini görüp öğrenmeliyiz. İnsanlar için kötü düşünmeye alışmalıyız sözün kısası. Düşün ki geçmişte en büyük darbeleri en yakın olduğumuz ve sürekli olarak bir şeyler vermeye çalıştığımız insanlardan yedik. Demek ki onlara karşı doğru davranmamışız. Fazla demokratik davrandık ve yeterince otoriter olamadık. Bunun sonucu kendimizi lüzumsuz yere yıprattık, kişiliğimizden gerekenden fazla taviz verdik.
        Bir mektubunda bahsettiğin yazı meselesine gelince; bu konunun aylardan beri spekülasyonu yapılıyor. Önce meselenin gelişimini açıklayayım: Bugün ortaya konulan, kendi içinde bütünsellik taşıyan ve dünya çapında bir teoridir. Bu yeni şeyler okunarak ortaya çıkarılmadı, çünkü bu konu üzerine yazılmış hiçbir şey yok. Yaşanılan pratiğin ışığında eski bilinenlerin yeniden değerlendirilmesiyle oluştu ve doğal olarak ancak yeterli bilgiye sahip ve o pratiği yaşamış olanlar bunu yapabilirdi. Bu nedenle özel bir kişinin malı değildir. Sahip çıkma meselesinin nasıl olduğunu bilmiyorum. Heryerde kendi kişiliğini ön plana çıkarma meraklısı olduğundan bunu yapabilir, ancak sanmıyorum. Çünkü kaleme alan bellidir ve ilk karşılaşmamızda silahlı propagandanın tanımını bilmeyen de bellidir. 
        Mesele budur. Şu fikir şunundur, bu fikir bunundur diye bütünsellik arzeden teoriyi parsellere bölmeye çalışmak, ancak iflah olmaz kariyeristlerin işi olabilir. Veya başka işi gücü olmayanlar böyle şeyleri merak ederek uğraşabilirler. (39) Bu meselenin spekülasyonu ise şöyle: Biliyorsun kimse bize karşı kolay kolay açık tavır almaz, çünkü gücü yetmez. Bu nedenle çeşitli insanları birbirine karşı kullanmayı denerler. Bugüne kadar benim duyduğum, avukat efendi her şeye benim sahip çıktığım spekülasyonu yapıyordu (tabii bazı başkaları da). Amacın ne olduğu açık, adamın gücü yetmeyince ne yapsın? Bu konuyu da akılda tutarak meseleyi yukarda açıkladığım gibi koymamız gerek. (40)
        Sana iki resim gönderiyorum. Hem de renkli üstelik. Yürürkenki resmim haberim olmadan çekilmiş. Düşüncelere dalmış biçimde oldukça doğal çıkmış bu nedenle. Benim resimlerim pek iyi çıkmaz ama bu en iyisi olmuş.
        Sevgili eşim. Zor dönemdeyiz. Ama tekrar söylüyorum: Bunu da aşacağımıza inanıyorum. Seni çok seviyorum.

        Not: Mektubu alınca telgraf çek. 

        DİPNOTLAR:

        (38) Yazı meselesinden kastedilen, cezaevi duvarına örgüt ambleminin çizilmesidir. Ziyaret yerine gelenler bu amblemi rahatça görebilirdi. Gereksiz bir işti, ama çoğunluk istiyordu ve yapıldı. Bu amblem nedeniyle bir süre sonra sürgüne gidecektik. Ben Aydın’a sürüldüm. Orada Aydın’daki bir banka soygunu nedeniyle tutuklu Rıza, Erol, Yusuf ve Mehmet vardı. Burada iki ay kadar kaldım. İçeriye silah soktuk ve bütün gardiyanları rehin alıp firara teşebbüs ettik ama olmadı. 
        (39) Hapishanede yazılan ve silahlı propagandayı öne çıkaran, halk savaşının bu ülkede verilemeyeceğini savunan yazıları kim yazıyordu? Belma bu konuda dışarıdaki söylentileri iletiyor. Normal olarak yazdığım hiçbir yazıya “ben yazdım” diye sahip çıkmadım. Çok sayıda insan biliyordu ki, Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nı ben yazmıştım ama o zamanki ve sonraki yıllarda “ben yazdım” demedim. Birincisi böyle demek bence ayıp bir şeydir, ikincisi ise insanlar zaten biliyorlar. Dedikodu ortamı maşallah denilecek genişlikte, sadece bizim örgüt değil bütün sol biliyordu neredeyse… Konya Cezaevi’nde yazılan yukarda belirttiğim konuyla ilgili yazıları Mihrac Ural dışarıya gizlice haber gönderip “ben yazıyorum” diyormuş. Bunu sonra öğrendim. Öğrendiğimde de herhangi bir tepki göstermedim. Kişinin eğitim seviyesi belli; sanat okulu mezunu ve o yıllarda Türkçesi de bozuktu. O yazmış olsun, ne olacak ki! Birazcık aklı olan önce bu kişiye bakar sonra bir de yazıya bakar ve bu yazı bu kişiden çıkmış olamaz sonucuna hemen varırdı…
        (40) Avukat olarak kastedilen birkaç kere ziyaretimize gelen Cemil Orkunoğlu’dur. Eşi Hilal İstanbul’daki iki sorumludan bir tanesiydi ve kendisi yeteneksizliği nedeniyle sorumlu olamadığı için de bana düşmandı. O sıralarda gerçekleşmekte olan örgütsel ayrılıkta Halkın Devrimci Öncüleri tarafında yerini alacaktı. Ayrılığı özellikle kışkırtanlardan bir tanesidir.