EK - 2

        Aşağıdaki mektup Konya hapishanesinden yazılmıştır. İçinde yer alan o dönemin teorik tartışmaları nedeniyle yayınlamayı düşünmüyordum ve bu nedenle bir kenarda bırakmıştım. Kitaba girmeyen mektupların internette yayınlanması gündeme gelince yazdım ve doğrusu “neden bu mektubu bir kenara bırakmışım” diye de kendime sordum. Mektubun yarısı dönemin politik bir tartışmasıyla ilgili ama kalan yarısı öyle değil, önemli analizler bulunuyor.
        Önce teorik mesele bölümünü biraz açıklayayım: konu silahlı mücadeledeki farklı anlayışlarla ilgili. O sırada, Acilciler – HDÖ ayrılığı gerçekleşiyordu ve teorik olarak ayrılık konusu da halk savaşını savunmak ya da savunmamak temelinde şekilleniyordu. Mektuptaki teorik açıklama, halk savaşını savunabilmek için siyasi tecrit konusunun tanımını değiştirmek üzerine yapılmıştır. Karşıdaki arkadaşlar bu tanımı değiştiriyorlardı çünkü başka türlü görüşlerini savunmaları mümkün değildi. Ben de Giap’ın “Halk Savaşının Askeri Sanatı” kitabındaki “Halk savaşı politik olarak tecrit edilmiş düşmanı askeri olarak yenmek için yapılır” tanımından hareket ediyordum. Ya da halk savaşı başlamadan önce de oligarşinin askeri zor güçlerinin işlemez duruma getirilmesi söz konusu değildi.
        Geriye bakıldığında şunu söylemek mümkün: Bu tartışma işlevli bir tartışma değildi; çünkü, dışarıda ayrılık bölgecilik temelinde zaten gerçekleşmişti ve iki tarafın bölgecileri tarafından da kışkırtılıyordu (Antakyalılar ve Karslılar). Eksik olan bu ayrılığa teorik gerekçe bulmaktı!
        Halk savaşı konusunda bu kadar keskin olanların sonraki yıllarda bırakın kırsal alanda gerilla savaşına başlamayı, buna teşebbüs bile edememiş olmaları da acı bir durumdur.
        Bu mektupta nihayet ve nihayet bir şeyi anladığım görülebiliyor: gücünü kullanmaktan hiç çekinmeyeceksin. Kendine güvenmek, gerektiğinde karşı tarafın ezilmesi gerektiğini dışlamaz. Aksi durumda karşıdaki kendini olduğundan çok fazla bir şey sanıyor. Uzun dönemde bir şey olmadığı açığa çıkıyor ama her zaman uzun dönem beklenmez ki… Bazı konuların hemen halledilmesi gerekir.
        Reklamcılık o gün de bu gün de geçer akçe. Aradaki fark, reklamcılığın üzerine yürümeyi hemen yapmak, o zaman darmadağın oluyor. 
        “Doğrusu insanlığın bu kadar aşağılık bir durumda olduğunu önceden asla düşünemezdim.” diye yazmışım. Hata bende, düşünmem gerekirdi. 



Mektup – 25 
                                                                                    25 Kasım 1978
        Sevgili Belma,
        Bugün ayın 22’si Çarşamba. Sabah altıncı mektubu gönderdim. Bu yedinci mektup oluyor. Ardından telgrafın geldi. 2. ve 4. mektuplarımı aldığını yazıyordun. Mektuplarımın ulaşmasına sevindim. Ardından bir mektubun geldi, 6. mektup. Aradaki dört taneyi bekleyeceğiz bakalım. Baksana, mektupları Bebek postanesinden attır mümkünse, hiç olmazsa bu altı günde gelmiş. Bu bizim mektuplaşmamızı ne yapacağız bilmiyorum. Ama hiç olmazsa benimkilerin sana ulaşması beni biraz rahatlatıyor.
        Geçen mektupta hemen tamamen beraberliğimiz üzerine yazmıştım sana. Nasıl bu kadar kendiliğinden ve kısa sürede gelişebildi ve neden zaman içinde daima güçlenecek; bunun maddi temeli nedir, bunları açıklamıştım. Bu nedenle beraberliğimiz hayatın onu tüm denemelerini aşacak güçtedir. Belki mektup bile alamayacağımız günler olacak birbirimizden. Ancak bizim birbirimiz için ayırdığımız özel bir sevgimiz yok. Her şeyimizi verdiğimiz amaçlarla bütünleştirerek seviyoruz birbirimizi. Ve işte bu nedenle, bu yolda ilerledikçe sevgimiz de büyüyecektir. Örneğin ben yeni bir şey öğrendiğimde seni daha çok sevdiğimi hissediyorum. Hatırlarsın Tütün’de Pavel ve Lila on iki yıllık bir ayrılıktan sonra yeniden karşılaşırlar. Bu geçen zaman aslında çok duyguyu söndürebilir ancak onlarınki daha da alevlenmiştir. Bunun sırrı karşılıklı bir konuşmada ifade edilir: “Neyim ben senin gözünde.” Cevap ise, “Uğrunda savaştığım bütün güzel şeylerin sembol...”
        İşte biz de böyleyiz birbirimiz için. Bu nedenle hiçbir engel sevgimizin, beraberliğimizin daha da güçlenmesini engelleyemez. Bazen düşünüyorum da, yeniden beraber olduğumuzda pek konuşmak ihtiyacı duymayacağız gibime geliyor. Öyle ya, insan karşısındakinin ne düşünüp hissettiğini onunla bütünleşmesi sonucu anlayabiliyorsa konuşmak önemini kaybeder.
 Önceden de söylemiştim sana; sen nerede olursan ol ve ben nerede ve hangi durumda olursam olayım ve ne kadar zayıf olursa olsun bir olanak var ise eğer; sana ulaşırım. Her yerde yanında olurum, seni yalnız bırakmam. Bu bir ölçüde birlikte olamamanın hasretini, acısını azaltacaktır.
        Abinin beraberliğimizi her şart, her biçim altında benimsemesi biraz garibime gidiyor. Başka şeyler olur diye düşünüyordum ben. Belki gerçekten herkes benimsiyor, belki de beraberliğimizin gücü zorunlu olarak onlara bunu yaptırıyor. Yalnız “hayat boyu ayrı kalmamanız için de kendi şartlarında ne yapabilecekse ölçmüş biçmiş detaylı düşünmüş ve sık sık senin ne düşündüğünü soruyor” ifadesini anlayamadım. Bunu biraz daha açık yazar mısın?
        Hatırlıyor musun, Isparta’dan gelen bir mektubunda saçındaki beyaz telleri yazmıştın. Bugün ben de 4-5 tane buldum kafamda. Nolucak şimdi?
        Sana ilk mektubumda yazdığım konularla ilgili gelişmelerden bahsedeyim. Biliyorsun, öncü savaşının bugün çok daha net biçimde anlaşılmasında asıl belirleyici olan pratik olmuştur. Bu konuda yeni bir şey okunmadı, tüm bu gelişmeleri sağlayan pratiktir. Pratiğin ışığında eski bilinenlerin yeniden ve daha kapsamlı değerlendirilmesidir. Önceden de belirttiğim gibi bu bir yerde pratiğin teorisidir. Emperyalizm tahlili, klasik halk savaşı ve Küba devriminin iyi bilinmesi, Latin Amerika gerilla savaşlarının iyi öğrenilmesi ve değerlendirilmesi ve kendi pratiğimizden çıkardığımız dersler bu sonuca yol açmıştır. Tabii ki bu sonuçların birden geniş ölçüde kabul edilmesi beklenemez. Yıllardır bütün dünyada hakim olan ve halen de hakimiyetini sürdüren askeri bakış açısının etkisi küçümsenemez. İzlenmesi gereken yöntem sonuçları tartışmak değildir (hareketli gerilla birliğinin fonksiyonları, vb.). Savaşın yürütülüş biçimi onun amaç ve muhtevası tarafından belirlenmek zorundadır. Bu nedenle öncelikle amaç ve kapsamın ne olduğu üzerinde anlaşmak gerekir. Genellikle ise savaşın biçimi (özellikle Latin Amerika ülkelerinden etkilenme sonucu) önce saptanıyor, sonra amaç ve kapsam buna uygun hale getiriliyor. Siyasi tecrit konusu bunun bir örneğidir. Hareketli gerilla birliğinin yürüttüğü mücadelenin öncü savaşı sürecinde temel bir öneme sahip olduğunu savunanlar şöyle diyorlar: Siyasi tecrit sadece kitlelere siyasi gerçeklerin açıklanarak, onların bilinçlendirilmesinden ibaret değildir (eğer böyle olsaydı klasik politik kitle çalışmasıyla da bu sağlanabilirdi). Suni dengenin de kırılması gerekir; bu ise kitlelerin mevcut düzene karşı tepkilerinin açığa çıkarılması yani onların düzene karşı eyleminin yükseltilmesi demektir. Bu ise suni dengenin dayandığı temel unsur olan siyasi zor araçlarına vurularak onların işlemez hale getirilmesini içerir (yani devletin zor araçlarının işlemez hale getirilmesi). Şehir gerillası taktikleriyle yürütülen savaş geniş bir alanı kucaklayabilmekle birlikte siyasi zor araçlarını işlemez hale sokacak saldırıları yöneltmeye yeterli değildir, bunu ancak hareketli gerilla birliği sağlayabilir. Dolayısıyla hgb, suni dengenin bozulmasında önemli bir savaş yöntemidir ve dolayısıyla şehir gerillası taktikleriyle yürütülen savaşın amacı temelde hgb’yi yaratmaya yönelik olmalıdır. Eğer siyasi tecrit, devletin zor kuvvetlerini işlemez hale getirilmesini de içeriyor ise bu formülasyon doğrudur. O halde esas mesele siyasi tecridin muhtevası üzerinde yoğunlaşır.
       Siyasi zor araçlarının sadece devletin silahlı gücünden ibaret olmadığını iyi bilmek gerekir. Bütün sınıflı toplumlarda mevcut sömürücü yönetim bir askeri güce doğal olarak ihtiyaç duyar. Ancak sadece bir askeri gücün varlığı sömürücü yönetimin sürekliliğini garantilemez. Mevcut düzene meşru dayanaklar gerekir. Bunlar düzenin meşru görünümünü sağlayan kurumlardır denebilir (parlamento, seçimler, kanunlar, vatandaş hakları, vb.). Siyasi zor araçları; askeri zor ve düzenin meşruluğunu sağlayan kurumların bileşkesinden oluşur. Askeri zor araçları bu kurumların görünümü altında saklanarak faaliyet gösterir. Siyasi tecrit; düzenin meşruluğunu sağlayan kurumların gerçek niteliğini açığa çıkarmak, bu kurumların gerçek fonksiyonlarını göstermek ve dolayısıyla onları işlemez hale getirmektir. Böylece mevcut yönetim esas olarak açık zora dayanarak ayakta durmak zorunda kalır, tüm meşruluğunu kaybeder. İşte siyasi tecrit budur.
        Görüldüğü gibi siyasi tecrit içinde devletin askeri baskı gücünün işlemez hale getirilmesi söz konusu değildir. Zaten eğer böyle bir şey söz konusu olsaydı II. bunalım döneminin açık işgal altındaki sömürge ve yarı sömürge ülkelerinde ve Küba’da siyasi tecridin kendiliğinden sağlandığı nasıl iddia edilebilirdi. Bu ülkelerde kitlelerin mevcut düzene karşı tepkileri bilinçsiz ve dağınık da olsa yer yer patlamalar biçiminde açığa çıkıyordu. Sadece meşru görünüm, bu meşruiyeti sağlayan kurumlar işlevlerini kaybetmişti. Bu durum, siyasi tecridin ne olduğunu açık olarak gösterir.
        Zaten askeri sanattaki tanımda; siyasi tecridin, oligarşinin devrimci bir alternatifin doğuşunu engellemekten aciz olmasını göstermeyi içerdiği belirtilmişti. Burada da devletin askeri baskı araçlarının işlemez hale sokulması vardır ancak bu onların varlığına rağmen devrimci alternatifin varlığını sürdürebilmesi şeklindedir. Yoksa bu aygıtlara askeri bir darbe indirerek onları işlemez hale getirmeyi içermez.
        Aklımda iken yazayım, çocuk kıza söyle, askeri sanat bana mutlaka gerekli.
        Burada Kasım sonu olmasına rağmen gündüzleri bahar havası var. Yeşillikler henüz solmadı. Eskiden bu tür şeylere hiç dikkat etmezdim. Senden alıştım herhalde.
        Önceki mektuplarda da yazmıştım sana. Bizler içinde yaşadığımız çevre ve toplumun oldukça ilerisinde davrandık her zaman. Gelişmemize, yeterliliğimize ve gücümüze güvendik; herkesi de kendimiz gibi sandık bir yerde. Halbuki neler dönüyor neler. Bu tür oyunlara başvurmamak, o insanların bizi olduğumuzdan küçük görmelerine yol açtı ve bu da bazı davranışlar geliştirdi. Sahip olduğumuz gücü kullanmadık geçmişte. Bunu kullansaydık eğer birtakım insanların ancak birkaç saatlik işi vardı. Bu gerçekten böyle, çünkü tüm fonksiyonlar üzerimizdeydi. Bugün çok iyi anlıyorum ki, insanın elindeki gücü gerektiğinde bütün şiddetiyle kullanması gerek. En küçük pürüzün, söylentinin üzerine bütün hızıyla gitmesi gerek. Gerektiğinde ayak kaydırma yöntemlerini de kullanmak gerek. Bunlar bir yerde ucuz yöntemler ama doğruların hayata en büyük hızla geçirilebilmesi için gerekli oluyor. Bu nedenle değerimizi, gücümüzü bilmeliyiz ve gerektiğinde de kullanmalıyız. Doğrusu insanlığın bu kadar aşağılık bir durumda olduğunu önceden asla düşünemezdim. Gücümüzü bileceğiz, herkesin zayıf yanını ve açıklarını bileceğiz, onları tamamlamaları için yardımcı olacağız. Ama bu yardımın sınırına çok dikkat etmek gerek; artık karşımıza geçtiklerini sezdiğimiz anda bu açıklardan hareketle, bunları kullanarak yıkmak gerek. Görünürde güç ve yeterlilikten çok reklamcılık işe yarıyor; bunun temel nedeni küçük burjuva ortam olmakla birlikte güce sahip olanların bunu kullanmamalarının da payı var. Yani sonuç olarak hayatında ancak koyun olabilecek insanlara, buna uygun biçimde davranmak gerek.
        Bugün Cuma. Akşam mektubun gelse ne kadar iyi olacak. Çıktığından beri daha sık mektup beklemeye başladım senden. Belki de artık aynı ortamda değiliz de ondan.
        Evet, mektubun geldi. Ancak ben en son aldığımdan öncekileri beklerken daha sonraki geldi. 21 tarihli mektup, telefonla konuşmamızdan hemen sonra yazılmış. Bu durumda arada kayıp dört mektuptan vazgeçmek gerekecek. Anlaşılan o ki, mektuplar atılmamış; aksi halde şimdiye kadar gelmeleri gerekirdi.
        Bak tuhafına gidecek ama bir şey söyleyeyim mi, o gün sana telefon etmek için epeyce uğraştım. Birkaç gün sonra olsa daha rahatlıkla edebilirdim ama nedense o gün telefon etmeyi şiddetle istiyordum. Nedeni artık anlamış oldum, sen telefon etmemi çok istiyormuşsun. Biz galiba farkında olmadan bilinmeyen bir haberleşme aracı geliştirdik. Ama öyle değil, bunlar bütünleşmemizin yansımaları.
         Bence dergi ve yayınlara beni abone yapmasan daha iyi olur. Çünkü yerimiz yurdumuz pek belli değil. Bakarsın başka yere gideriz, bu arada onlar kaybolur filan. TİB yayınlarını Ankara’dan kardeşim gönderiyor. Bunun dışında istekler olunca ya sana yazarım ya da başkaları getirir. Böylesi gerçekten daha iyi olur. Lüzumsuz masraf yapmaya hiç gerek yok değil mi? Bu nedenle sana hangi tür kitaplara ihtiyaç duyduğumu yazacağım. Çalıştığım konu demokratik devrim ve bu da ülkenin yapısının yakından incelenmesini gerektiriyor. Yeni ne tür kitaplar çıktı bilmiyorum ancak tarım, sanayi ve ülke tarihiyle ilgili kitaplar gerek (Bilim Yayınları’ndan çıkan Türkiye tarihi ile ilgili iki ciltlik kitap bende var). Bunun dışında yeni olarak ne çıktı bilmiyorum.
        Galiba mektubun sonuna geldik. Mektubunda başkaca cevaplanacak birşey yok. Sen de belirtiyorsun ya zaten, biraz yüzeysel bir mektup oldu diye. Baksana, abine söyle istiyorsa ona yazarım. Yalnız hangi konuda yazmamı istediğini söylesin ona göre. Yoksa ne yazacağım nereden bileyim.
        Tekrar da olsa söylemek gerek; zor bir dönemdeyiz her yönden. Ama şuna eminim ki ayrı ortamlarda da olsak ve her şeyi birden yapamasak da giderek artan oranda başarıya doğru gideceğiz. Ve sevgimiz, beraberliğimiz daha da güçlenecek. Bunun gerçekleşebileceğine olan bütün inancımla, her şeyimle seni seviyorum.

        Not: Haftada iki mektup yazabilirsin, yalnız önce postaya verilmesini garanti altına al. Bir de beraberliğimiz konusunda annenin geçmiş durumuyla ilişkiyi gündeme getirdiğini söylüyorsun. Pek anlayamadım; İlkin mi kafasına takılıyor, yoksa başka bir şey mi var? Sakın bu konularda üzülüp endişelendiğimi sanma. Beraberliğimizin gücüne sonsuz güvenim var. O her zorluğu alt edebilecek güçtedir. Sadece merak ediyorum, hepsi o kadar. Bu kadarı da normal değil mi, insan kayınvalidesini sevmez mi? Biliyorsun ben senin aileni kendiminkinden çok seviyorum. Aslında benim durumumda hiç de garip değil. Bir de seninle ilgili olan her şeyi sevmek istiyorum da ondan. Ayrıca ortamlarının insanları olmaları hoşuma gidiyor. Oldukları gibiler, farklı görünmek için suni yollara başvurmuyorlar. Benim ailem de öyledir ama onlarla sorunumuz başka. İlkin’in ailesinde ise tam tersi vardı. Bir de bana gelirken, o güzel mektuplarından birini getirir misin? 



EK - 1

        Aşağıda okuyacağınız mektup Belma’ya Mektuplar külliyatı içinde yer almayan ve yayınlamayı da düşünmediğim bir mektuptu. Nedeni ise, içindeki döneme ait uzun analizlerdi. Okurlardan bu yönde talep geldiği için yayınlıyorum, ama kitaplaşma yolunda olan mektuplar arasında yine yer almayacaklar, sadece burada okuyabileceksiniz. 
        Mektuptaki bazı belirlemelerin çözümlenmesi gerekiyor, yoksa anlatılandan bir şey anlamak neredeyse mümkün değildir.
        Önce cezaevinden başlayayım… Belma ile aynı hapishanede yatan kadınlardan birisi olan Gülen bana bir pano göndermiş, Isparta cezaevi yönetimi de bana vermemişti. Bir ara İbrahim (Yalçın) ve M. Ali (Kırdök) ile aynı koğuşta kalmışız, sonra yine ayrılmışız. Zaten bu iş kaç kere oldu sayısını hatırlamıyorum. Kırdök, TİKKO davasından yatıyordu. 
        Mektupta örgütle ilgili belirlemeler holdingler temelinde anlatılıyor. Sabancı Holding güney bölgesi demek. Biz içerdeyken bu bölgede ortaya çıkan silahlı mücadele ile ilgili komik görüşler bize ulaşmıştı, onlardan söz ediliyor. 
       İktisadi tecritten kastedilen siyasi tecrittir. 
       Şirketin (örgütün) birinci kuşağı üç kişiydi, ikisi ölmüş ve sadece ben kalmıştım.
        Dönüşte bizim konvoy diye sözü edilen, bizi İstanbul’daki mahkemeye götürüp getiren büyük askeri konvoydur. İlk gidişte başımızda bir albay vardı, ikincisinde yüzbaşı. Kaç asker vardı bilmiyorum ama elliden az değildi, ek olarak Isparta-İstanbul yolundaki bütün kavşaklar askeri araçlarla tutulmuştu. Gidip gelirken sadece garnizonlarda durduk. 
        Kalan bölümü okur kendisi yorumlayabilir.
                                                                                         9 Mart 1978
        Sevgili Belma,
        Senden henüz cevap alamadım. Geçen gün iki mektup birden geldi; Ankara ve Afyon’dan. Önce Afyon’un mektubundan bahsedeyim sana: Onlar da gelen avukata bizim gibi davranmışlar. Herif yalancının teki yani. Bu mesele de iyice yılan hikâyesine döndü artık. Ne düşündüğümüzü, nelerin açıklanması gerektiğini uzun uzun yazdık ve söyledik ama karşılığında somut hiçbir şey göremedik. Böyle devam ederse sonunda bu iş inceldiği yerden kopacak. Abine kızmıyorum çünkü o doğal olarak senin için uğraşıyor. Diğer konulardaki gayreti kısa bir süre etkilenmesinden ve senin isteğinden dolayı geliyor. Ne olursa olsun ama şu belirsizlikten kurtulalım artık. Herhangi bir gelişme olursa Afyon’a da yaz. Boşuna vakit kaybetmeyelim. Geçen mektupta da yazdığım gibi tanıdık avukat Nisan başlarında gelirse iyi olur. Uğraşmıyorsa eğer ısrar etmeyin; biz başımızın çaresine bakarız artık. 
        Kitapları aldık. Paris Düşerken ve Fırtına, ama Gülen’in panosu gelmedi. Kızdım ama ne yapalım. Herifler gölgemizden bile korkuyorlarsa biz ne yapalım. İbo ve M. Ali de iki gün kaldıktan sonra yeniden eski koğuşlarına döndüler. Felaket tırsıyorlar beraber olmamızdan. Gülen’e söyleme de üzülmesin bari. Geçenlerde savcı akşam üzeri koğuşa geldi ve gelir gelmez de kafayı bana taktı. Ahlâk, maneviyat vb. Diğer mahkûmların tepkisini çekmek pahasına da olsa cevap verdim. Fazla konuşamadı, çekti gitti. Tepki ne kelime sempati daha da artmış. 
        Ankara’daki bir mektup yazmış ki, destan mübarek. Tam beş sayfa, anlatmış da anlatmış. Bu konulara gireceğim birazdan; çoğu ‘iktisadi’ konular. Zaten bu konuları tartışıyoruz hep. Süreçte iktisat teorisinin hayata uygulanması konusunda ilginç ve biraz da ilkel teoriler ortaya çıkıyor. Kafa yorup, geçmiş iktisadi tecrübeler de iyi değerlendirilmeyince iyi olan bazı gelişimler (Sabancı Holding’in gelişimi gibi) model olarak alınmaya başlıyor. Halbuki Sabancı Holding önemli ölçüde kendiliğinden bir gelişmeye sahiptir. Dünyada o kadar iyi şey var ki, iyi olan her şeyi onaylamak sorunun özünü görmemek olur. Yoksa her şeyde iyi bir yan vardır değil mi? Bildiğim kadarıyla temel iktisadi teorinin uygulanma anlayışı şöyle: Önce mahalli birimler halinde ekonomik faaliyette bulunmak ve iktisadi uzmanları yetiştirmek. Bu ilk iki evre oluyor. Üçüncü evre bu iktisadi uzmanları karşıt şirketi psikolojik olarak yıpratma faaliyetine sokmak. Son evre iktisadi tecrit faaliyetinin başlaması. Fesuphanallah! Üç ve dördüncü evreler birbirinden ayrılırsa bu iktisadi teorinin sonu nereye varır? Gerçi dört üçün içinde yer alır deniyor ama bu laftan ibaret. Son iki evre aslında tektir, birbirinden ayrılamaz. Tam anlamıyla Sabancı Holding’in gelişim kopyası. Temel yanılgı şuradan geliyor: Eski bir alışkanlık olarak iktisadi tecrit faaliyeti büyük iktisadi atılımlar için geçerli oluyor, geri kalan kısım ise ufak şeyler oluyor. Bildiğim kadarıyla bu konu ilk kuşağın bir temsilcisince “Yakın Şirket Tarihimizin İncelenmesi”nde etraflıca açıklanmıştır. Ankara sanayi odası iyi bir cevap vermiş: Öz olarak demiş; samimiyet, iyi niyet ve bilgisizlikten doğan çocukluk. Felaket kızmışlar ama hak etmişler. Böyle bir şirket yapısı (Debray’ın sözleriyle): Böyle bir şirket iktisadi faaliyet için çok militer, militer faaliyet için çok iktisadi bir yapı olur. Bu iktisadi düşüncelerin tehlikeli bir noktaya ulaşacağını sanmıyorum. Tecrübesizlik ve de geçmiş iktisadi tarihi iyi anlayamamaktan gelen bir hata olsa gerek. Bir de bunun kadar önemli olmasa da yine iktisadi tarihin yanlış değerlendirilmesinden gelen hata var: Şirketin birinci kuşağıyla ilgili olarak şikâyetler ve özellikle de ilgisizlikten şikâyet. İyi mi! 
        Bildiğim kadarıyla şirketin birinci kuşağının tümü büyük iktisat uzmanları değildir. Ancak tarih böyle gerektirdiğinden bu rolü üstlenmişlerdir. Ve bu süreç içinde ilk kuşağın tüm hata ve yetersizlikleri; öğrenme sürecinin gereklerinden ve enerji ve yeteneğin zorunlu sınırlılığından doğmuştur. Elden gelen hiçbir şey arda konulmamıştır ve dolayısıyla birinci kuşağın veremeyeceği hesap yoktur. İlgisizlik konusuna gelince; bu konuda haklıdırlar ancak sorun tüm şartlarından ayrılıp da tek başına ele alınırsa bu böyledir. Önceki mektuplardan birinde yazmıştım sanıyorum; büyük şeyler her zaman bazı şeylerin ikinci plana itilmesi pahasına gerçekleşir. Arkadan gelenlerin durumu geliştirmesi de genellikle hep bu ikinci plana itilenlerin öne çıkarılmasıyla olur. Bu nedenle geçici bir süre hiçbir şey veya az şey yapılmış görünür çünkü hep tali plana itilenlerle uğraşmak zorunluluğu vardır. O tali (ama bir zamanlar) unsurlar geliştikçe, onların hangi temel üzerinde geliştiği anlaşıldıkça durum bir bütün olarak kavranabilir. Bizler de 71’i tüm boyutlarıyla böyle kavrayabildik. Bazı konular detayda kalacaktı. Tekrar düşünelim: Basına yansıdığı kadarıyla adı geçen şirket iktisadi yatırım alanında genel bir atılım kararına varır. O zamanlar oldukça tantana koparan bu kararın tarihsel bir öneme sahip olduğu kısa sürede anlaşılır ve adı geçen şirketin şöhreti büyük boyutlara ulaşır. Yalnız bu durum da yine basına yansıdığı kadarıyla önemli sorunları beraberinde getirdi. Şirket yönetim kurulu zorunlu olarak önemli ölçüde yenilendi. Eski üyelerden bazıları zorunlu olarak ayrıldı. Yeni üyeler doğal olarak biraz daha yetersiz ve acemi ve bu durum ilk kuşağın son temsilcisinin yükünü olağanüstü artırır. Şirketin önüne pek çok sorun yığılır. Bunların topuna birden aynı oranda girişmek olanaksızdır. İçinde yaşanan iktisadi ortamın tahlili sonucu alınan yatırım kararları tüm sorunun temelidir ve birinci derecede uğraşılması gereken sorun görünümündedir. İktisadi ortam çok elverişlidir ve alınan iktisadi kararlar uygulanacaktır. Çabanın çoğu bu alanda yığılır; geriye kalan kesim nispeten ama zorunlu olarak ihmal edilir. Tüm kaynaklar ve enerji belirli bir noktaya teksif olur. Belki bu alanda çok şey başarılamadı ama harcanan gayretin yapıyı derinden etkilediğine hiç şüphe yok. Şüphesiz bunlar zamanla daha iyi anlaşılacaktır. 
        Tabii bu durum sadece iktisadi değil hemen her konuda spekülasyon körüklüyor. Gerçekten kötü bir durum. 
        Eh, sizler nasılsınız? Gülen nasıl? Bir de bana mektup yazan bir başkası daha vardı. Cevap yazdım, herhalde çoktan almıştır. Tekrar yazmaya niyeti yok anlaşılan. Şu anda Çarşamba gecesi. Biraz heyecanlıyım; birazdan Napolyon’u seyredeceğim. Televizyon alındığından beri her Çarşamba maç vardı. İlk kez seyredeceğim ve daha da önemlisi benimle birlikte çok sevdiğim birisinin de seyredeceğini biliyorum. Aynı anda aynı şeyi yapmak berabermişiz gibi bir duygu veriyor insana. Baksana niye bu kadar çok seviyorum ben seni. No’lucak şimdi. 
        Nasıl, kitap okuyabiliyor musun? Önceden de yazmıştım ya, ayda üç tane kitap veya dergi okuyacağım diye. Şimdilik 19’a ulaştık. Hesap tamam yani. Sırada yedi kitap bekliyor. Yarın Paris Düşerken’e başlıyorum. 
        Televizyonda bir türkü var: Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun. İstanbul’u da seyrederken çok içten dinledim. Sadece bu şehre olan bağlılığımdan değil; dahası orada bir yarim var benim. Bu şehri düşündükçe, orada bulduklarımı düşündükçe tuhaf oluyorum. Bak ne anlatacağım sana. Dönüşte bizim konvoy İstanbul’un kazalarından birinde epeyce durdu. Yiyecek filan aldılar ve biraz da gevezeliğe daldılar. Kendimi birinin çok yakınında hissettim. Garip ve tuhaf bir duyguydu bu. Baksana, ben çıkınca başka bir yere gidemem sanıyorum. Pek uyamam başka yere gibime geliyor. Neyse bakalım. İster istemez son mektubundaki şiir geldi aklıma: Asıl biz biliriz kederi / Asıl bizim aramızda güzeldir hasret. Gerçekten de güzel bir beraberlik. Hasreti bile güzel. 
        Geçenlerde buraya eğitim enstitüsünde olay çıkarmaktan birkaç kişi geldi. Buradan da adam çıkıyor yani arada bir de olsa. Birinin dediğine göre; burada bütün ülkede ne oluyorsa Acelecilerden biliniyormuş. İyi mi. Bir sevindim ki, bu Allahın dağında bile, düşünsene… 
        Napolyon’u seyrettim. (Louise bölümü). Pek sevmedim ama hepten de beğenmedim diyemem. Büyük şeyler bazı duyguları nasıl tahrip ediyor değil mi? (Bu konuda Napolyon hayranlık veren bir örnek sayılır. Çünkü her şeye rağmen gene de sevdiklerini unutmuyor.) Ama gene de duygular biraz tahrip olmuş. Biliyor musun bu konuda da özel bir yerimiz var. Tahrip olmadı tersine gelişti duygularımız. Nedir bu tahrip olmamak? Bu her şeyin ortasında, içinde kısa bir an için bile olsa bir kadın ve erkekten fazla bir şey olmayı bilebilmek demektir. Gerçek bir sevginin, bağlılığın önemli bir ölçütüdür bu. Örneğin Louisa onu gerçekten sevmez; onu değil onun elindeki gücü sever. Görünüşte nasıl olursa olsun gerçek bir sevgi değildir bu. Çünkü yeri seversin, gücü seversin; insanı değil. Ve bu sevgi de yer ve güç ile sınırlıdır o zaman. Hatırlar mısın sık sık ‘dümen’den bahseden vatandaş da sana buna benzer bir şey söylemişti; onu değil de gücünü sevmiş olabilirsin gibilerden. Tabii nereden bilecek anlayacak. İlk beraberlikten kopmamın en büyük nedenlerinden birisi budur. Bunu sezdim ve hatta yaşadım. Neyse, filmin öncesini seyretmediğim için Josephin’i anlayamadım. Ama Louise için geçerli olan daha az ölçüde olmakla birlikte onun için de geçerli gibi geldi bana. Ve bir ara bir kadın geldi ekrana; çok kısa konuştular. Büyük bir yakınlık duydum bu kadına. Neden bilmiyorum görür görmez sözleri ve davranışı seni aklıma getirdi. Konuşmalarının sonunda anladım ki senin mektubunda yazdığın Polonyalı. Kısacık bir konuşmada bile aralarındaki duygunun sağlamlığı, yüceliği anlaşılıyor. Seyretmedim ama büyük bir destek olduğunu tahmin ederim. Bu manevi destek çok önemli; ben de bunu çok aradım hayatımda ama çok yalnız kaldım. Büyük olayların ortasında büyük yalnızlık kadar insanı yıpratan şey yoktur. Ben her konuda kendime güvenemem ama manevi yönden sağlam olunca zaman içinde dünyada beceremeyeceğim iş olmadığına kesin inanırım. Ama yeteneklere güven yetmiyor her zaman. Sevgili eşim, benim için neyi ifade ettiğini biliyorsun değil mi. Seni çok seviyorum. 




Mektup - 23

                                                                                      30 Eylül 1977
Sevgili Belma,
Telgrafını bugün aldım. Bahsettiğin avukatı hepimizin tutması doğru olur mu bilmiyorum. Biliyorsun İstanbul’da iken bu adama vekalet vermekte tereddüt etmiştik. Diğer avukatlar ne oldu? Davayı mı almıyorlar, yoksa buraya gelmeye mi üşeniyorlar? Henüz kesin karar vermedim ama avukatlar arasında değişik birkaç tip olursa daha iyi olur düşüncesindeyim. Bu bakımdan sizlerden aksine bir cevap gelmezse bana gönderilen avukatı (Mustafa Kul) tutacağım. Bu konuda bana acele cevap yaz.
Herhalde telgraftan önce en az bir mektubumu aldın. Bu beşinci mektup. Bizler iyiyiz. Ben de fırsat bulmuşken dinleniyorum. Özellikle son iki yılın yorgunluğu çıkıyor. Fakat amma da yorulmuşum. Onun dışında özellikle kilo almam iyi oldu. Kendimi biraz topladım. Sağmalcılar’a geldiğimde 57-58 kilo idim. Şimdi herhalde 65’i geçtim (artık 60 kiloluk adam değilim senin deyiminle). 10 gündür kimseyi göremediğim halde hiç sıkılmadığıma göre demek sinirlerim de oldukça düzelmiş. Tahmin ettiğin gibi bu durumda herkesin sigara tüketimi arttı. Bizim İbo dışarıda 4-5 tane içermiş, burada paketi bitiriyor. Ben ise tersine; burada ancak 3-4 tane içiyorum (herkes de şaşıyor bu işe). Kendimi o kadar sakin ve rahat hissediyorum ki ben bile şaşıyorum bu işe.
Akrabalar nasıl, iyiler mi? Önceden de yazdığım gibi bir ara birisi gelebilirse iyi olur. Sizler de iyisiniz sanırım. Kendinize iyi bakın. Sen de kendini topla. Biliyorsun seninle akrabalarımız hakkında önceden çok şey konuşmuştuk. Onların hepsini hatırla. Her zaman olduğu gibi şimdi de çeşitli sorunları, yardıma ihtiyaçları olacaktır. Biraz yorulacaksın sözün kısası.
Bütün arkadaşlara ve kayınbiradere selamlar.
Seni hiç unutmuyorum.
Bana mektup yaz.