Sevgili Belma,
Çarşamba akşamı. Mektubunu
şu ana kadar üç defa okudum, daha epeyce de okurum. Sana önce buradaki hayattan
bahsedeyim. Sabah 7’de kalkıyoruz. Önce spor (isteyen yapıyor, ben iki gündür
başladım ve şimdi her tarafım ağrıyor). Burada dört komün var ve herkes
yemeğini ayrı yiyor. Biz 10 kişiyiz. Onun için on günde bir bana sıra geliyor.
Spordan sonra kahvaltı (9.00). 9-13 arası ne istersen yap. Bazı komünler eğitim
çalışması yapıyor. Biz henüz başlayamadık. Sadece bir kişinin okumasıyla
ilgileniyorum ve tartışmalı konulara da hiç gelemiyorum. (Arzu çok sinirlisin
dedi, sinirli ne kelime, barut gibiyim.) Kahvaltıdan sonra ben bir köşeye
çekilip kitap okur veya yazı yazarım (dışarıya ve sana mektup yazmaktan ve
şehir gerillası üzerine okuyup yazmaktan başka şey yaptığım da yok).
Öğle yemeği yedikten sonra
gazeteleri okuyorum. Sonra çay içiyoruz. Bazan biraz uyuyorum. Sonra gene
okuyup yazma ve ağzında sigara avluyu arşınlayıp düşünmek faslı (Devrimci
Gençlikçiler soruyorlarmış: Bu adam hep böyle düşünür mü, yoksa buraya
girdikten sonra mı başladı?) 19 civarında yemek yeriz. Sonra biraz televizyon
seyrediyorum. 22’de yatıyorum. Öğleden sonra da uyuduğum için sabah 4 civarında
uyanıyorum. Alacakaranlıkta zaten hiç aklımdan çıkmayan şeyler tekrar geliyor:
Mücadele, örgütün durumu, sen, geçmiş hayatım. Bazan çok fena oluyorum ve
kendimi hiç de iyi hissetmiyorum. Sonra yavaş yavaş sakinleşiyorum. Ardından
yeni bir gün daha başlıyor. Anladığın gibi burada hayat sıkıcı, çünkü uğraşacak
birşey yok. Arada bir bazı lümpenler ve Filistinliler geliyor ve onlarla
konuşuyorum. Lümpenler (özellikle Adanalı) oldukça iyi. Bizden koğuşta söyletmek
için marş istiyor. Burada bir de teyp var. Devrimci türkünün, marşın her çeşidi
var. Bazı geceler marş söylüyoruz. Tıpkı bir öğrenci yurdu gibi. Her an her şey
aynı. İşte o zaman dışarda olamamanın ezikliği insanın içine çöküyor.
Bildiğin gibi devrimci mücadele
hayatın küçük bir kısmını kapsar. Ancak devrim gerçekleştikten, kültür ihtilali
olduktan sonra devrim tam anlamıyla kitlelerin bilincine girer. Devrimci
mücadele ile hayat özdeşleşir. Sizin çevrenizde bu toplumun hayatı var. Burada
ise devrimciler var. Arada ideolojik anlamda diyalog da olmayınca burasının
dışarıdan hiç farkı yok.
Sana gelince; günde altı
saat (o da düzensiz olarak) uyuman kesin yanlış. Daha çok uyumalısın. Altı saat
uyku insana yetmez. Zaten burada insanın içi kararıyor bir de fiziksel olarak
yıpranmak son derece lüzumsuz. Altı saat uyku bana yetiyor deme sakın.
Uyuyamamanın nedeni sinirsel. Hatırlar mısın, benimle beraberken de çok
uyumaktan şikâyet ederdin. Onun için bol bol uyu. Burada zaman dışarıdaki kadar
cimrice harcamamız gereken bir şey değil.
Kendine iyi bak. Fazla
sigara içme. Ben günde üç tane içmeye karar verdim, Bir gün uyguladım, ardından
gene 7-8 taneye çıktı, ama azaltacağım. Ellerin gene çok soğuktu, neden?
Bu hafta annem, kardeşim
ve İlkin geldi. Yeni bir şey yok. Avukat olarak O. Apaydın’a haber gönderdim.
Hava yağmurlu olduğu için çocuk gelmedi. İlkin çok bozuktu. Benim eski tavrımı
sürdürmem onu çok kızdırıyor. Eskiden de söylerdim ya; bunlar başka insanların
kanından, canından, emeğinden kendilerine pay çıkarmaya çalışanlar. Bugün
şöhret olduk ve çevresindeki itibarını artırmak için de (İlker gibi) beni de
kullanamayacak. (5)
Gelelim ikimizin
ilişkisinin tahlil sürecine. Anlatılacak çok şey var (madem önce ben
konuşacağım), uzun uzun yazacağım. Önce beni daha iyi tanıman gerek. Seninle
karşılaştığımda hangi durumda olduğumu bilmen gerek. Bu iş bir mektupta bitmez,
ama olsun, yazacağım. En eskiden başlayayım, yani doğumumdan: İlk dört yılı
ailemin olduğu kadar teyzemin de yanında geçirmişim. Adana’da ailemin yanında
olduğum zamanlar da genellikle annemin öğretmen olduğu kız lisesinde günüm
geçermiş. Beş yaşında ana okuluna gittim (bu arada dört yaşında iken kardeşim
oldu). Çocukken çok hareketli ve yaramaz olduğumu hatırlıyorum. Altı yaşında da
ilkokula gittim.
Burada biraz duralım ve
psikolojik açıklamalara geçelim: İnsanın tüm içgüdülerinin toplamına libido
denir. Bu içgüdüler doğuşta kendini korumaya, çevreyi tanımaya yönelir. Sonra
dışarıya açılır ve en yakın karşı cinse yönelir (erkek çocuk için anne). Sonra
eğitimin başlamasıyla topluma yönelir. Çocukluğumun ailemin yanında olduğu
kadar akrabaların yanında da geçmesi, sürekli karşı cinsle birlikte olmak
(Adana Kız Lisesi) ve beş yaşında ana okuluna giderek topluma açılma sonucu;
bende içgüdülerin aileye yöneldiği bir aşama yoktur. Ve bu aşamanın olmaması
hayatımdaki çok şeyi belirlemiştir.
İlkokulu çok sevdiğimi
hatırlıyorum. Sabahçı idim, öğleden sonra da sınıftan çıkmadığım için arada bir
ailem okula gelip beni almak zorunda kalırdı. Son derece girgindim. Ve bu
girginlik bende serbestçe gelişen bir kişilik oluşturmaya başlamıştı. Tam bu
dönemde (7 yaş) ailenin baskısı gelir, benim gelişimimi kontrol altına almak
çabasıdır bu. Adeta bütün hayatım altüst oldu. İki kere evden kaçtım. İkisinde
de ben geri dönmedim, getirdiler. Bu ve sonraki yıllarda aile ile olan çelişkim
gittikçe sertleşti. Çocukluğumun hareketli insanı yerini durgun ve içine
kapanık bir insana bıraktı. 11 yaşında (ilkokul 5) çelişki çok keskinleşti. İlk
kez fiziksel baskıya karşı gücüm oranında direnmeye başladım ve gelecekten tüm
umudumu kestim. İnsanın 11 yaşında artık hayattan bekleyecek, ümit edecek
hiçbir şeyinin kalmadığını hissetmesi korkunç bir şey. Bu dönemde beni ayakta
tutan ve gelişmemde çok etkin olan şey ailemin çevresiydi. Adana’nın tüm
öğretmenleri beni tanırdı ve çok ilgilenirlerdi. İyi yazı yazardım. O yazıları
saatlerce oturup benimle tartışırlardı. Neyse babamın iki yıl ABD’ye gitmesiyle
çelişki hafifledi.
Orta okula Adana
Koleji’nde başladım ve kısa sürede ailemin bana koyduğu her kısıtlamayı yıktım.
Okulda iyi bir talebeydim. Ancak toplumdan yani okuldaki arkadaşlarımdan
aradığım yakınlığı bulamadım. Hemen hiç arkadaşım olmadı. Özellikle ikinci
sınıfta iken (13 yaş) hayatımı yaşadım denebilir. Okuldan çıkınca oyun
salonlarını dolaşırdım. Zamanın bütün edepsiz kitaplarını okurdum.
14 yaşında Ankara’ya
geldik ve bu yeni ortama çok zor uydum. Babamın da dönmesiyle eski günler
yeniden geldi. Gerçi artık fiziksel baskı yoktu (daha doğrusu olamıyordu çünkü
ben de epeyce kuvvetliydim). Yalnız onlara muhtaç olduğumu, yalnız
yaşayamayacağımı biliyordum. Böylece gene içine kapanık, dünyadan umudunu
kesmiş halime döndüm.
Lise 1’de okul
değiştirdim. Lise hayatımın üç yılı da benim için çok önemlidir. Lise 1’de bir
çelişki açığa çıktı: Kendime olan saygım ve güvenim sıfırdı. Buna karşılık
yetenek olarak toplum içinde çok şey yapabilirdim. Herşey bunu gösteriyordu. Bu
çelişki lise 2’de (16 yaş) bende şiddetli bir buhranı doğurur.
16 yaşında her buhranlı
dönemde olduğu gibi neler düşündüğüm konusunda sayfalarca yazı yazdım. Yıllar
sonra onları okuduğumda şunları gördüm: Klasik toplum hayatından nefret
ediyordum. Okuyacağız, iş sahibi olacağız, evleneceğiz vb. Sonra ne olacak?
İnsanın hayatta bir amacı olmalıdır, o amaç için yaşamalıdır. O dönemdeki
amacım beni ezen, aşağılayan toplumun içinde bir yer kapmaktı. Kendime olan
saygımı kazanmaktı.
Lise 3 (17 yaş) bu
mücadelenin ilk yılıdır. Toplumda yer kapmak okulu bitirip üniversiteye girmek
biçiminde somutlanıyordu. Çılgınlar gibi çalıştığımı hatırlıyorum. Kendime olan
güvensizliğim önümdeki en büyük engeldi. Lise bitti ve ODTÜ’ye girdim. Bu
sırada ilk kez toplumsal olaylara ilgi duymaya başladım. İdeolojim ile toplumun
hakim ideolojisi aynıydı (toplum içinde yer kapmaya çalışan insan zaten başka
neyi savunabilir). Klasik toplumsal hayata kesin düşmandım, evliliğe kesin
düşmandım (böyle aile hayatı olandan başka ne beklenir). Bilim adamı olacaktım
ve hayatımı kimyaya verip yaşayacaktım. ODTÜ Hazırlık’ta okuduğum yıl (1967-68)
müthişti. Kendime güvenimi, saygımı tam anlamıyla kazandım. (600 küsur insan
içinde ilk 25 arasındaydım.) Toplum başarımı kabul etmişti. Ve bu güvene
sırtımı dayayarak aileye karşı mücadeleyi hızlandırdım. Artık mali bağımsızlık
kazanmaktan başka yapacak iş kalmamıştı. O yıllar (1967 ve 1968 yazı) ilk
öğrenci olaylarının başladığı, 6. Filo’nun sık sık geldiği, Vedat
Demircioğlu’nun öldüğü zamandır.
1968 kışı ODTÜ 1. sınıf. Komer’in arabası yakıldı.
Toplumsal olaylarla ilgilenmeye başladım. Yine iyi bir öğrenciydim. İçine
kapanıktım ama herkese yardım ederdim. O dönem ilk olarak (o sıralarda meşhur
bir isim olan) H. Marcuse’ün “Tek Boyutlu İnsan” kitabını okudum ve tek kelime
ile şoke oldum. Orada bu toplumun insanı nasıl yozlaştırdığı anlatılıyordu.
Anladım ki, bir gaye uğruna mücadele arzusu ile ben bu toplumda istenmeyen bir
insanım. Daha sonra B. Russell’ın kitaplarını okudum. Bilime inanan bir insan
olarak zaten Tanrıya inanmazdım. Ardından diyalektiği ve Freud’u okudum (ondan
da çok etkilendim). Beni ilgilendiren tek şey gerçekti. İnsanların şöyle ya da
böyle değil gerçeğe göre yaşamalarıydı. Doğru olan herşeye karşı büyük bir
hayranlığım vardı. Ve yavaş yavaş marksizmin doğruluğuna inanıyordum.
O yıl (1969) ilk okul
işgallerinin başladığı yıllardı. Genel kanım sosyalistlerin çok yetenekli
insanlar olduklarıydı ve bizim okuldan Sinan Cemgil’e tek kelime ile hayrandım
(gerçekten de Türkiye solu onun gibi bir adamı zor yetiştirir).
2. sınıf (1969 kışı).
Büyük bir çıkış yaptım. Sınıfta 70 kişi içinde ikinciydim ve bu arada TUBİTAK
bursunu birincilikle kazandım (mali sorunu hafiflettim). Bu güven içinde
devrimci oldum. Marx’ın bazı kitaplarını, ardından da Ne Yapmalı’yı okudum. Ve
inan Belma hiçbir şey anlamadım. Bana en garip gelen şey: Devrim yapmak için
neden bir organizasyona ihtiyaç var? Her insan kendi sorumluluğunu bilirse bu
iş olur. Yıllarca kendisi için çalışmış bir insanın bireyci kafasının
yansıması.
Önce derneğe üye oldum.
Sonra bir yürüyüşe katıldım. 1970 yazında her dernek üyesine görev verildi ve
mutlaka yapması istendi. Ben Ankara’da olduğum için Aydınlık dergisindeki ıvır
zıvır işleri yapacaktım. Aslında kimse görevi önemsemedi, tatile gitti. Ben ise
her gün dergideydim. Kıbrıs üzerine araştırma yapmamı istediler. 50’den fazla
İngilizce kitap okuyup yaptım. O sırada 15-16 Haziran olayları oldu ve herkes
gibi ben de sarsıldım. O günlerin en popüler kitabı Devlet ve İhtilal’i okudum.
Ardından Mihri ile ayrılık konusu gündeme geldi. Dergide yapılan uzun
tartışmalı ve fazla birşey anlamadığım toplantıya ben de katıldım. Ardından
okul açıldı (1970 kışı). Ve kendimi yoğun bir faaliyet içinde buldum. Gündüz
kantini (6) çalıştırıp derneğe kaynak buluyor, gece kimyanın deposuna girip
gerekli (patlayıcı yapmaya yararlı) maddeleri yürütüyor, vakit bulunca
yürüyüşlere katılıyor, bu arada da kimya derneğine yeni üyeler bulup
eğitimleriyle uğraşıyordum. Dersleri unutmuştum. 24 saatin nasıl geçtiğinin
farkında değildim. O dönem gençlik hareketinde kimsenin ne yaptığını bilmediği,
her türlü küçük burjuvalığın kol gezdiği bir dönemdi. Ben de o kadar bilinçle
sadece bir devrimciydim. Ne yaptığımı ben de pek bilmiyordum ama vargücümle
çalışıyor ve biraz ürkek ve rastgele ilerliyordum (1970 sonları). Ve Belma,
bundan dört ay sonra ben sıkıyönetim altında Ankara’da THKP-C’nin kilit irtibat
insanlarından biri (1971 Nisan), 1,5 yıl sonra (1972 yazı) ODTÜ içindeki dört
sorumludan biri oldum. 1973’de yeni bir örgütün kurucularından birisiydim.
1974’te Rus Devriminden Çıkan Dersler’i, 1975’de Acil’i (9) yazdım. Ve epeyce
bir süre ne olduğumu, buraya nasıl geldiğimi anlayamadım. Bilim adamı olacağım
derken kendimi profesyonel devrimci buldum. 1971 ve sonrasını diğer mektupta
anlatırım. Yalnız şunu belirteyim ki 1971 başında tam bir bireyci kafaya
sahiptim ve halâ bilim adamı olmayı düşünüyordum. Sonrası tahmin ettiğin gibi
çok enterasandır.
Buraya kadar
anlattıklarımdan şunu rahatça çıkartabilirsin: Benim gelişmemde dengenin,
istikrarın zerresi yoktur. Sonra anlatacağım gibi bu önemli sonuçlara yol açar.
Bu konuyu kapatalım.
Dışarıdan bazı haberler var:
1- Cemil konusu: Benim içerde tecrit
edildiğimi vs. söylemiş. Gerekçe de Kars
meselesi. Doktor’a (sonradan eklenen not: Pire Mehmet olarak da bilinen Mehmet Çelikel) durumu anlattım.
İfadem açık, Kars hakkında kelime söylemedim. Herif kendi gevezeliğini bana
yüklemeye çalışıyor.
2- Boğaziçi’nden bir grup Sirkeci’ye benim
örgüt içinden bazı insanlar seçtiğimi, geri
kalanı tecrit ettiğimi söylemiş. Durumu anlattım. Boğaziçi’ndeki kişilerin
durumunu koydu. Bu kadarı şimdilik yeter.
3- Karşıdaki kızlardan biri, ilişki kurup ne
yapması gerektiğini sormuş. Haber geç
geldiği için bilgi gönderemedim. Haftaya dışarıya tekrar detaylı bir mektup
yazacağım.
Senin söylediğin, sıcaklar
kötü başladı, sular çekildi görüşüne katılmıyorum. Şüphesiz parlak bir durumda
değiliz. Ancak dışarıdakilere de güveneceğiz. Güvenmek zorunda olduğumuz için
değil gerçek böyle olduğu için. Hayat en iyi öğretmendir ve insan en iyi
şekilde ancak zorunlu olduğu zaman öğrenir. Biz ne idik ne olduk. Başlangıçta
ne biliyorduk? Kaldı ki bugün geride kalanlar da az şey biliyor sayılmazlar.
Onlar biraz ürkek, biraz ağır ama mutlaka ilerleyeceklerdir. Dünyada öyle
şeyler vardır ki bunları ancak zaman çözer. Yarına güvenmek gerek. Herşeyin
mükemmel olmasını veya bizim dışarıda olduğumuz kadar iyi olmasını
bekleyemeyiz. Ama bu çok şeyin bittiği anlamına gelmez ki. Samimiyet, inanç,
enerji ve yetenek konularında dışarıdaki bazı arkadaşlara kesin güvenim var.
Bizim yapmamız gereken onları doğru kanalize edebilmek, tecrübelerimizi onlara
aktarmaktır.
Doktor’a büyük işler
planlamamalarını söyledim. Tahmin ettiğim gibi, yenen darbeye tepki olarak
böyle bir duygu gelişmiş.
Gelelim Hilal’e (7): Ona
ayrıca bir mektup yazacağım. Yetenekli ancak eğitilmeye muhtaç bir arkadaş. İyi
yönlerinin içgüdüsel olduğunu söylüyorsun ama buradan kötü bir sonuç çıkmaz ki.
Potansiyel olarak gelişmeye çok müsait birisi. Bu konuda kesin inancım var.
Yalnız biraz büyümesi gerek. Ona yazdığım mektubu sen de oku.
Hilal’in Banu’ya (8) söylediğini Levent’e
anlattım. Gülmekten bayılıyordu (bu adam çok gülüyor). Tam onun söyleyeceği bir
laf dedi. Hayatımda hiç unutamayacağım bir şey varsa o da şu diyor: Şube’de
Hilal kapıyı vurur (hem de ne vurmak). Adam gelip sorar, ne var diye. Hilal
saçımı tarayacağım der (ve bu günde birkaç defa olur). Levent halâ gülüyor.
İbo ile aramız çok iyi.
Çok iyi bir arkadaş. Arada bir buradan nasıl gideceğiz yahu, diyor.
Allahın garip kulu Müslim.
Bu adam kesin işe yaramaz. Herşey bir yana, hayatımda bu kadar şikâyet eden bir
insan daha görmedim. Çay yok, sigara az, yemek hazır değil... Burası neresi be?
Halâ silahlı propagandanın neden temel olduğunu anlamış değil. Herhalde hiç
anlamayacak. Benim anladığım da bu adam devrimciliği bırakacak. (Sonradan
eklenen not: Müslüm bizden değildi,
Belma’nın ilgilenmem için bana ilettiği bir ilişkiydi. Öğrenciydi ve Teşvikiye
civarında bir evde Halkın Yolu’ndan iki kişiyle kalıyordu. Akşam üzeri onun
kaldığı evden çıkınca yakalandığım için (davanın bir numaralı sanığıyla
ilişkisi olduğu gerekçesiyle) tutuklandı. Sonraki mektupta anlatılacak
Sağmalcılar’daki isyanda gözüne gelen bir cam parçası nedeniyle bir gözünü
kaybetti. Bizimle önce Eskişehir’e ardından Isparta hapishanesine sürgün gitti.
Yakalandıktan iki ay sonra ilk mahkeme oldu (dava çok hızlı başlamıştı). Bu
mahkemede Levent ve Nevzat ile birlikte tahliye oldu. Dava sonunda da beraat
edenler arasındaydı. Tahliye olduktan sonra kendisinden hiçbir haber almadım.)
Onun dışında senin tanıdığın
bir arkadaş var ki çok iyi (Maraşlı).
Perşembe sabahı. Mektubun
ifadesinden de anlıyorsun herhalde. Dün gece ve bugün çok iyiyim (hayırdır
inşallah). Şüphesiz başka etkenler de var ama senin mektubunun da çok etkisi
oldu. Mektupta anlattıklarına gelince:
Aramızdaki ilişkiyi nasıl
değerlendirdiğimi geçen mektupta uzun uzun anlattım. Kısa ama çok değerli bir
beraberlik. O kadar ki 2,5 aydan çok daha fazla birlikte yaşamışız gibi geliyor
bana. Çünkü insan o hareketlilik, o mücadele içinde birlikte geçirilen bir
dakikanın bile değerini anlıyor. Ben başkasıyla 1,5 yıl beraber oldum, ne kadar
istesem şu 2,5 ay kadar onu hatırlayamam. Bu yönden bakarsak sen de benim için
ilk sayılırsın, daha önce duyduğum sevgi değilmiş. Şu anda senin yerinde o olsaydı
bütün günüm küfretmekle geçerdi. Onun için sen de benim için ilksin. Ve de son
olacağını söylemeye bile gerek yok. Bu kadar şeyin arasından yeşeren bu sevgiye
hayranlık duymaktan başka şey yapamıyorum. Önceden neden karşılaşmadık vs.
artık demiyorum. Çünkü önceden biz bu insanlar değildik. Karşılaştık ve
olabildiğimiz kadar beraber olduk. Bundan sonra belki de hiç beraber olamayız.
Olsun, öyle bile olsa bu kısa beraberlik her zaman hayatımın en değerli
anılarından birisi olacak.
İkimiz ortak temel
üzerinde yükselen çelişkili (ancak birbirini tamamlayan) yapılara sahibiz. Bu
konu üzerinde kendi hayatımı anlattıktan sonra etraflıca duracağım.
(İtalikle
yazılı aşağıdaki bölümü kitap hazırlığında çıkarmışım, yerine (…) koymuşum, ama
ne gerek var, kalsın!)
Bak
sana ne anlatacağım. Bu bizim ilişkimizi de anlatır. Henry Barbüsse’ün Ateş
adlı bir romanı vardır. I. Dünya Savaşı’nda geçer. Devrimci bir asker nasılsa
alabildiği izninde evine gelir. Savaşa giderken yeni evlenmiştir. Dışarıda
korkunç bir fırtına ve yağmur vardır ve evde ancak bir gece kalabilecektir.
Biraz sonra dışarıdan yolunu kaybeden arkadaşları gelir. Biraz otururlar.
Arkadaşları bilirler ki bu adam aylardır karısını görmemiştir. Bir tek gecesi
vardır ve belki de bundan sonra bir daha da görmeyecektir. Arkadaşları kalkmaya
davranırlar, yağmur hafifledi yola devam ederiz, derler. Aslında dışarısı
berbattır ve hepsi de yorgun ve hastadır. Adam ısrarla kalmalarını sağlar.
Bütün gece daracık evde otururlar. Sabah ayrılık saati gelmiştir. Adamın içi
ezilir, birkaç dakika yalnız kalırlar, karısını kucaklamak fırsatını bulur. Ve
görür ki onun yüzünde hiç pişmanlık, kırgınlık yoktur. Kocasıyla öğünmektedir
öyle yaptığı için.
İşte
böyle Belma. Bizimki de buna benzer. Onun için çok güzeldir ilişkimiz. Acılar,
fedakarlıklar ile örtülü olduğu için güzeldir. Üzerimizdeki görevler pahasına
beraber olsaydık belki birbirimize doyardık ama hiçbir anlamı kalmazdı. Onun
için ne olursa olsun sen benim karımsın.
Neyse ben hayat hikâyeme
devam edeyim: 1970 sonlarında ODTÜ SFK Başkanı Ali Artun beni çağırdı. Seni
kantin, dernek vb. şeylerin dışında görmek isteriz dedi ve Dev-Genç’in yayın
organı İleri dergisinin yazı işleri sorumluluğunu bana verdi. Tabii hem her tarafa
koşturacak hem de 141’den içeri girecek başka adam bulamamış herhalde. Neyse
görevi üstlendik ve İleri’nin o sayısı (ki son sayısı oldu) gerek baskı ve
gerekse de muhteva bakımından en iyi sayı oldu. Ardından Mahir’in Yayın
Politikamız yazısına uygun olarak tek yayın organı (Kurtuluş) çıkarılmasına karar
verildi. Ben, Ali Orhan ve İlhan Kalaycıoğlu (şu senin karşıdaki kızların bir
türlü para alamadıkları yayınevi sahibi) bu işle görevlendirildik. Kurtuluş’un
ilk sayısı çıktı. Orada Devrimci Sınıfların Mevzilenmesi yazısı vardı. Mahir de
bir ara oraya gelmişti. Biraz konuştuk. Ben o yazıdan birşey anlamadım, sadece
PDA ile iyi dalga geçmiş diye düşündüm. Bu arada SBF yurdu baskını oldu. (10)
Altı saat elimizde ne varsa polisle çatıştık. Sonra yakalandık. Başımdan
yaralanmıştım, hastaneye kaldırdılar. Biraz meşhur olduk. Sonra Kurtuluş’da
çalışmaya devam ettim. Bu arada 5 Mart (11) oldu ama okulda yoktum. Sabahtan
akşama kadar gene koşturup duruyordum ama oldukça ürkektim. Çünkü neyi niçin
yaptığımın farkında değildim. Sadece bu işlerin yapılması gerektiğini
biliyordum, hepsi o kadar. Her gün bir devrimcinin öldüğü, kimsenin kimseye
sahip çıkmadığı güvensiz günlerdi onlar. İdeolojik seviyem yoktu ama o sırada
eyleme geçen THKO’ya değil de Dev-Genç yönetimini daha doğru buluyordum (daha
doğrusu öyle hissediyordum).
Mart’ın başlarında
Ertuğrul Kürkçü bana Dev-Genç’in tüm yayın ve propaganda işlerini yakında
üstleneceğimi söyledi ve ilk kez bende şafak attı. Hangi ideolojik seviye ve
hangi pratik tecrübe ile? Yakın arkadaşlarımla durumu konuştum ve pratiğe girmem
gerektiğini belirttim, bunun nasıl olabileceğini tartıştık. İçimde doğal olarak
büyük bir ürkeklik vardı; gerçi hiçbir zaman gerçekleşmedi ama eğer verilseydi
o görevi üstlenecektim. Buradan çıkan ilk sonuç: Karakterimde gözü kapalı işe
giren, maceracı bir yön var. Bir de fazla hırslıyım (kariyer hırsı değil, ama
başarı hırsı). Bunların değişik ve enteresan tezahürlerini ilerde anlatacağım.
Aslında bana bu görevleri verenler de sadece üzerine aldığım her işi yapmak
için vargücümle çalışmama güveniyorlardı. Hepsi o kadar.
Sonra sıkıyönetim geldi. O
dönem Ankara’da örgütün en önemli insanları arasında (Münir, Yusuf, Oğuzhan,
Ertuğrul, Sinan Kazım) irtibat görevini yürütenlerden birisi oldum. Şu işe bak
Belma. Daha bireyci bir kafa yapısından kurtulamamış, daha profesyonel devrimci
olmaya bile tam anlamıyla karar verememiş, örgütün neyi savunduğu konusunda
(silahlı mücadele iyidir) dışında hiçbir fikri bulunmayan bir insanın geldiği
yere bak. Bu o dönemdeki hareketin de zaafıdır tabii. Kaytarmak aslıda çok
kolaydı. O ortamda kim kimden sorulacaktı? Ama buna hiç teşebbüs etmedim. O
dönemde temasta olduğum Selahattin (12) (İlham’ın
akrabası) şöyle bir değerlendirme yapar: “Bazan biz birşey yapamazdık, Engin
kendi insiyatifiyle hallederdi. Çok enerjiktir.” Evet enerji, başka şey de
arama.
Neyse Temmuz’da Münir
yakalandı. Ben artık deşifre olduğumu düşünüp çekildim ve Ankara’da ordunun bir
fabrikasında staja başladım (bu arada dersler rezalet durumda olduğu için burs
da kesilmişti). 1,5 ay hemen tamamen işçilerle beraber çalıştım. Çok ağır bir
işti. Ben Mahir’in (kişi olarak) propagandasını yapıyordum ama daha çok
onlardan çok şey öğrendim.
Burada keseyim. Şimdi
Levent geldi. Seninle görüşmüş. Bilseydim mektubu yollardım ama nereden
bilebilirdim ki. Avukat da gelmedi. Yaşama şartlarınız iyi değil ama dayanın.
Buradaki sümsük koğuş temsilcisini (Dev Gençli) zorlayıp gereken herşeyi
yapacağız. Buna emin olun. Seni çok seviyorum.
Bugün öğleden sonra 5 kişi
(ben, Muharrem, Ali, İbo, Haydar) ifadeler meselesini tekrar konuştuk.
Karanlıkta kalan birkaç nokta dışında herşey aydınlandı. Karanlık noktaların en
önemlisi Kars meselesi. Bunun dışında Haydar’ın ben yakalanmadan önce sana
sorulan isimler konusunda şüphesi vardı. Takip ama isimleri nasıl bilebilirler
meselesi ve acaba ben mi uyardım, sen de beni kurtarmak için mi öyle diyorsun
şüphesi. Kafam attı. Ben böyle birşey yapmadım dedim. Ayrıca yapsam bile Belma
buna yatmaz. Sonra Haydar’ı çekip mektupların muhtevasını söyledim: Dışarıya
neler söyleneceği, genel konular ve özel konu. İnanmıyorsan ilk mektup
atılmamıştır, alır okursun, dedim. Zannederim ikna oldu.
Poliste neyi niçin
söylediğimi, neleri neden gizlediğimi açıkladım. Bu süreçteki hatalarımı
belirttim, ancak bunların doğru bir tavır içindeki hatalar olduğunu savundum.
Ötesini artık onlar değerlendirir.
Bugün eve ve İlkin’e
mektup yazacağım. Evden “Savaş Üzerine”yi isteyeceğim. İlkin’e gelince: Avukat
bulma vb. gibi konuları eğer karşılık beklemeden ve sadece benim için değil de
hepimiz için yapıyorsa yapmasını yoksa uğraşmamasını ve beni de ziyarete
gelmemesini söyleyeceğim. Çünkü bu insanlar (eğer belirtmezsen) günahlarını
verseler karşılığını isterler ve bunu silah olarak kullanırlar.
Neyse ben yine hayatıma
devam edeyim: Stajdan sonra okul açıldı. Örgütsel ilişkim çok zayıftı. Ayda bir
buluşuyorduk ve benden hiçbir şeye karışmamam istendi. O dönem sınıfı geçtim ve
4. sınıfın ilk sömestirinde kaldığım dersleri de verip mezuniyeti garantiledim.
Bu arada bilim felsefesine daldım. Teorik kimya ile çok meşgul oldum (vakit
bulunca bilimle uğraşmak isteğini tatmin). 1971 sonbaharında Mahirler kaçtı,
dışarıda durum bir ara çok iyi oldu. Sonra 1972 ilkbaharı, çok insanın
yakalanması ve Kızıldere. O gün artık bu işin bizlere düştüğünü kuvvetle
hissettim ama ne yapacağımı bilmiyordum. 1972 Haziran’ında tabanın girişimiyle
ODTÜ’deki mücadeleyi yönetmek için dört (esasında üç) kişilik bir komite
kuruldu, ben de içindeydim. O dönemde
THKO ile çok ilişkimiz oldu (Hasan Ataol takımı). Teorik formasyonumuz yoktu
ama yaptıklarının yanlış olduğunu hissediyorduk.
Yazın mezun oldum (45 kişi
içinde beşinci). Ve okumaya başladım ve ne garip o halimle dışarıda olanların
en tecrübelisi, ideolojik seviyesi en yüksek olanı bendim. Anla artık vaziyeti.
Önce Türkiye üzerine okudum. Sonra Kesintisiz Devrim II-III elimize geçti ve
hiçbir şey anlamadım.
Burada gene ara verelim.
Anladığım kadarıyla buradakiler benim içerdeki tavrımı temelden yanlış
buluyorlar (gerçi bu sadece sezgi). Herkes ne yaparsa yapsın sen hiç konuşmayacaktın
düşüncesi var. Şüphesiz o zaman salt bir devrimci olarak benim sorumluluğum
kalkardı ama bir sorumlu olarak kalkmazdı. Ben kendimi değil örgütü kurtarmak
zorundaydım. Neyse bu konuda buradakilerin, sizlerin, yakalanıp bırakılanların
ve diğer sorumlu arkadaşların çoğunluğunun görüşü belirleyici olacak. Ben
yaptığımın içinde hatalar olduğunu ancak özde doğru olduğu görüşündeyim. Örgüt
battı vs. katılmıyorum. Ancak çoğunluk aksini düşünüyor ise o zaman ister 2 ay,
ister 4 yıl, isterse 20 yıl sonra buradan çıkacağım ve o zaman ne yapacağımı da
gayet iyi bilirim (bir otomatik bulurum nasılsa). Eğer bu hata ise iyi niyetle
yapılması bir anlam taşımaz çünkü. Neyse bu konuda artık rahatım, eski
huzursuzluğum yok.
Koğuştan hemen her gün
birisi tahliye oluyor. Koridora çıkıp marş söyleyerek uğurluyoruz. Belki
sesimiz geliyordur. Gece oldu. Silah sesleri başladı, içim sıkılmaya başladı
gene. Yahu rahatınız yok ama adam örgütleyebiliyorsunuz herhalde. Ne şans
gerçekten. Burada uğraşılacak kimse yok. Evet, nolucak şimdi (13). Neyse
hayatımıza devam edelim (inşallah sıkmıyorumdur).
Neyse boşver. Yarın devam
ederim. Bu gece televizyonda sinemayı seyrettim. Bir casusluk filmi. Adam
gelir, başka bir ülkede görevini yapar, kendisine bir kız yardım eder. Giderken
onu da götürmek ister. Kız olmaz der, çok azız gidenin yeri dolmuyor. Savaştan
sonra buluşmak üzere ayrılırlar. Dışarıda seyretsem dert değil de burada ve
senden yüz metre uzakta seyredince bir tuhaf oldum. Vay canına sayın
seyirciler. Çocukluğumda böyle şeylerden çok etkilenir, geceleri yatağımda sık
sık yıkılmayan dostlukları, ayrı bile olsalar birbirini seven, birbirine
güvenen insanları düşünür, onlara hayran olurdum. İnsanın aklına gelen başına
geliyor. Ve şimdi saat 23 ve hiç uykum yok. İyice de efkarlandım, bu kafa ile
yatarsam uykuda neler görürüm ve yarın nasıl kalkarım bilmem. En iyisi senin
uzun mektubundan bazı yerleri okuyup moralimi düzelteyim sonra yatarım. İyi
geceler benim tatlı karım.
Cuma sabahı. Gece pek az
uyuyabildim, neden bilmiyorum. Sık sık seni düşündüm. Neyse hayatımıza devam
edelim. 1972 sonrasının olaylarını bildiğin için onları uzun uzun
anlatmayacağım sadece çeşitli dönemlerdeki psikolojik durumumu anlatacağım
(burada duralım radyoda Hekimoğlu çalıyor).
1973’de zorunlu olarak master
yapmak durumunda kaldım. Okulu iyi dereceyle bitirdiğim halde ortalıktan
kaybolmak dikkati çekecekti (zaten bir avuç olan devrimcilerin içinde eskisi
gibi dikkat çekmemek artık olanaksızdı).
1972 kışı ve 1973 baharı
ideolojik seviyemizi yükseltmek ve okula yeni gelenleri örgütlemeye çalışmakla
geçti (senin tanıdğın Pire ve Rıza bu dönemde çıkar). Ancak benden daha çok
işler Necati’nin üzerindeydi. Kendime hiç güvenim yoktu (nasıl olsun ki). Gene
de Kesintisiz II-III’ü vargücümüzle kavramaya çalışıyorduk. 1973 başında işe
girdim. 1973 baharında İlker ile karşılaştık. Ve de birbirimizden hiç
hoşlanmadık başlangıçta. Bu dönemde ayrıca Filistin’den THKO’lu bir grup geldi,
onlarla kapıştık. Örgütlediklerimizin az da olsa bir kısmını aldılar (bunda
benim insiyatifsizliğimin de payı var). O yaz örgütlediğimiz bir avuç insanı
memleketlerinde çalışma yapmaya gönderdik. Sonbaharda İlker ile anlaştık ve
bütünleştik. O kış Yüksel ile tanıştık. Örgütleme yapıyorduk bir yandan da
Kesintisiz II-III’ü, onun nasıl bir çalışma ve örgütleme istediğini kavramaya
çalışıyorduk. 1974 başında ilk kez iki silahımız oldu (14’lü ve Barabellum).
Minicik örgütün tüm mali yükünü benim maaşım çekiyordu.
Bu dönemde büyükler
içeriden çıktı. Onları gözlemeye başladık ve halâ hiç birimiz ne yapacağımızı
bilmiyorduk. Ve birinci ayrılık: Bağımsız siyasi bir örgüt kurmak isteyenlerle
buna karşı çıkanlar. Bizim aramızda en sivri durumda ben olduğum için epeyce
spekülasyon konusu olduk (kariyerist vs.). 1974 yazında master bitti ve Rus
Devriminden Çıkan Dersler basıldı.
O sıralar emperyalizm
tartışmaları gündemdeydi ve Mahir’e en çok bu noktadan saldırılıyordu. Aramızda
biraz tartıştık. Ben Sadun Aren’in 100 Soruda Ekonomi kitabını şöyle bir
okumuştum (hepsi o kadar). O yaz ekonomi öğrenmeye karar verdim ve 9 ayda
Türkçe’de çıkan her ekonomi kitabını (Mandel, Sweezy ve Kapital’in 1. cildi
dahil) okudum. İngilizce de epeyce şey okudum (Nikitin’i okumadım). Sonra
bunalımlar meselesine kafa yormaya başladık. 15 gün İstanbul’da kaldım ve
kafamdan bunalımın sosyalizmin varlığıyla başladığı sonucuna vardım. Ankara’ya
dönünce bu meseleyi konuştuk. Bir gece hastanede nöbette iken Necati Nikitin’in
yeni baskısıyla geldi. Bunalımlar konusunda aynı şeyleri söylüyordu. Tabii çok
sevindik ama bu daha işin başıydı. Mahir’in koyuş şeklinin (1903) daha doğru
olduğunu sonra anladık (keşke o dönem ben nöbette iken hastaneye gelseydin).
Esas önemli konu bizim strateji için o dönemde neler düşündüğümüzdür. 1971
yenilgisi, o hareketin tecrübelerini bize aktaramaması, ideolojik seviyemizin
düşüklüğü, siyasi tecrübenin olmaması ve pek az gücümüzün bulunması; 1971
hareketinin gerekli kitle bağlarını kuramamış olması bizde adam kaçırmak vb.
gibi eylemlere karşı bir çekingenlik yaratmıştı. Psikolojik yıpratmanın ne olduğunu
tabii hiç anlamamıştık. Kitle bağı ve onların istekleri önemliydi bizim için ve
bununla psikolojik yıpratmayı da birbirinden ayırıyorduk. Bunun sonucu Acil’in
ikinci kısmı yer yer sağ bir görünüm taşır. Stratejiyi anlamamız için 1971
hareketi kadar uzun olmasa bile tecrübe kazanmaya ihtiyacımız vardı. Bu anlamda
Acil biraz erken yazıldı; ama götürdüğünden çok fazlasını getirdi.
Gelelim 1975 yazına. Son
iki yıl çok önemli. 1975 yaz başlarında aramızda önemli çelişkiler çıktı. Artık
devrimi omuzlamanın bizim üzerimize düşeceği anlaşılıyordu ve bunu düşünmek
bile bizi korkutuyordu. Hepimiz birbirimize bakıyorduk. Birimizin çıkıp
diğerlerine güven vermesini herşeyi sürüklemesini istiyorduk ama tek tek hiç
birimiz bunun güvenini kendi içimizde duyamıyorduk. Bu durum herkesin
yetersizliklerinin ağır biçimde eleştirisini getirdi. Lenin veya M. Çayan
değildik ama olmak veya olmaya çalışmak zorundaydık. Kabak önce Yüksel’in
başında patladı. Yüksel 1971 öncesi ve sonrasında sürekli olarak çok niteliksiz
bir çevrenin içinde bulunmuştu. Bu durum onu örgütsel çalışmada sistemsizliğe
ve aşırı abartmacılığa itiyordu (örneğin kadro dediği bazı insanlar daha
marksizmi ancak öğrenmişlerdi). Sınıflar mücadelesi karşısında her birimizin
yetersizliği, birbirimizin eksikliklerini çok kırıcı biçimde göstermeye
götürdü. Yüksel için eleştiri çok kırıcı oldu (esas konuşma Yüksel-İlker-Necati
arasında geçti ve ben her zaman yaptığım gibi sessiz kaldım). Ardından sıra
bana geldi. Eleştiriler:
1- İnsiyatifsizlik (hatayı tespit ancak müdahalede
yetersiz kalmak). Bazı konularda
herşeyi normal karşılamak (Yüksel’in sonradan söylediği objektivizm).
2- Örgüt çalışmasından uzak kalmak
(1972-75’de genellikle hep Necati ile konuştum,
bunun dışında iki kişiyi örgütlemeye çalıştım). Dolayısıyla tabanla bağın
zayıf olması.
Yani 1972-75’de benim
örgütlenmedeki fonksiyonum: İdeolojiyi açıklamak ve üst düzeyde örgüt
politikasına yön vermek konularını tartışmaktı. Pratikte önemli bir faaliyetim
olmadı.
Bunun iki nedeni vardı:
Birincisi; bazı yazıların hazırlanmasıyla çok uğraşmam. İkincisi ise, içine
kapanık bir yapıya sahip olmam ve kendime güvenememem. O örgütlemeye çalıştığım
iki kişi de sonradan zıpır çıktı. Yani örgütlenme faaliyetine benim katkım
dolaylı idi. Ancak bu eleştiriler sırasında ben askerde olduğum için benim açımdan
fazla kırıcı olmadı. Bu dönemde tam bir psikolojik yalnızlık içinde idim (sınıf
mücadelesinin ağır yükü karşısında aslında hepimiz aynı durumda idik) ve biraz
da bu nedenle aslında erken olan bir evlilik yaptım.
Askerlik benim için çok
faydalı oldu. (14) İnsan uzaktan, dışarıdan çok şeyi daha iyi görüyor. Bireyci
ve içine kapanık halimden kurtulmaya ve daha insiyatifli olmaya karar verdim.
Sonra sorumluluk aldık ve İstanbul’a geldim. Seninle karşılaştığımda durumum
buydu. Teorik seviyesi iyi, örgütlenme pratiği ve tecrübesi zayıf bir kişi. Ve
benim devrimci hayatımda ilk örgütlediğim insan sensin Belma. Daha önce de
çeşitli kişilerin örgüte katılmasında katkım olmuştu ama bu kadar direkt
değildi. Bugüne kadar bu gerçeği herhalde bilmiyordun. Bu nedenle bazan sizinle
2-3 saatlik çalışma yapmak için (bazan sadece bunun için) 8 saatlik yol gelmeme
şaşma. Buradaki çalışmanın benim için özel bir önemi vardı. O dönem senin
önsezi ve anlayış kabiliyetin dikkatimi çekerdi. Seni tanıdıkça sende kendimi
buldum.
Bundan sonrasını
biliyorsun, artık olayları anlatmaya gerek yok. Sonuçlar ve her olaya bunun
yansımasını ele alalım.
Burada biraz duralım.
Levent’in gülme krizi halâ geçmedi (Hilal’in Banu’ya söylediği). Bugün ilk kez
eğitim çalışması yaptık ve Ne Yapmalı’yı okuduk. Oldukça iyi oldu. Akşam gene
Müslüm ile tartışma olmuş. Adam Turgutlu MHP Başkanı’nın bu kadar vahşice
öldürülmesine karşı çıkmış (resmen salak bu herif).
Bugün nasılsınız efem?
Keyfiniz, moraliniz yerinde mi? Sen benim aklımdan niye hiç çıkmıyorsun?
Nolucak şimdi? Aklıma gelmişken söyleyeyim: İlkin’e dün bir mektup gönderdim ve
bu işin bittiğini tekrar anlattım. Mektubunda evlensek olur mu, ne dersin
diyorsun. Şüphesiz bunu şartlar belirler. Ama benim için en önemlisi bu lafı
senin ağzından duyuyorum ha. Vay canına. Bunu bir evlenme teklifi olarak kabul
edebilir miyim acaba? Biraz düşüneyim, bana biraz zaman tanı (gördüğün gibi yer
değiştirdik). Neyse, bunu söylemen bile beni çok mutlu etti.
Birden aklıma ne geldi?
“Böyle olunca çok utanıyorum, benim için yapıyorsun sanıyorum.” Hatırladın mı,
her zaman söylerim, sen çok tatlı bir kızsın.
Burada derim rahat, ikide
bir sivilce arayan, bulamayınca da yağ var bahanesiyle her tarafımı sıkan
birisi yok. Ümit ederim orada da milletin sivilceleriyle uğraşmıyorsundur.
Gene bizim eski meseleye
dönelim: İfadeler meselesini tekrar konuştuk. Bazı karanlık noktalar var ve
aramızda anlaşamadık. Kötü bir durum ama böyle. Bir kere bazı isimlerin ben
yakalanmadan bilindiği konusunda şüphedeler (neyse). Kars meselesi karanlık.
Bunun dışında önemsiz bir-iki konu da karanlık (ama doğru söylemek açısından
önemli). Bunlar bırakılan arkadaşlar gelince aydınlığa çıkar. Sana sorulan
isimleri İsmet de duydu mu? Ayrıca Ali’ye senle geçen Ekim’de buluştuğumuzu
(yeri ile) söylemişler. Bu nereden çıkıyor? Burada Muharrem içerde söylediği
konuları da bana yıkmaya kalktı. Çelişki büyümesin diye fazla konuşmuyorum,
somut delille konuşmak daha iyi olacak. Bir hata daha yaptım galiba: Poliste
ifadenin sonunda çeşitli evleri (Cumali, İbo, Ali Yıldırım, vb.) benim
vasıtamla bulduklarını yazdılar, ben de nasıl olsa hepsi basıldı diye
imzaladım. Hata oldu galiba. Gerçi yazılan bazı evlere gitmediğimi kesinlikle
kanıtlarım ama gene de silah olarak kullanılabilir bana karşı. Onun dışında
Haydar’ın tavrını eleştirdim. Önyargılı davranıyor. Cemil (15) ile
konuştuklarında Cemil zaten kimin konuştuğu gazetelerden belli demiş. Bu da ses
çıkarmamış. Bu durum (benim herşeyi söylediğim) dışarıda Cemil tarafından
kullanılıyor ve tabii panik havası doğuyor (veya doğabilir). O zaman verilmeyen
bunca şey ne işe yarar? Ne ise verilenin geneli nasıl ve ne ölçüde
etkileyeceğini en iyi geneli bilenler (GK) karar verir. Bazı adamlar o kadar
geri zekâlı ki banka eylemini teferruatlıca anlatmamı (bankayı kabul etmişiz),
Hilal’in bizim evi bildiğini söylememi
hata olarak görüyorlar. Dedik ya, suçlu bulundu, herşeyi yık. Ama işler
o kadar ucuz değil. Bu tür şeylere girilmesi beni kötü psikolojiden bile
kurtardı, yanlış olan birşeye karşı sonuna kadar direneceğim. Polisteki
taktiğimin bana ne sorumluluk getireceğini önceden iyi biliyordum. Arada
hatalar da yaptım ama yapmadığım şeyleri suçluluk kompleksi vb. gibi şeylere
kapılıp üstlenmeyeceğim. Yok öyle şey. Kaldı ki tek suçlu ben olsam ne olacak?
Herşey düzelecekse, işler yoluna girecekse, kişiler düzelecekse ve herşey
aydınlığa kavuşacaksa seve seve herşeyi üstlenirim. Ama işin ucu öyle değil.
Bir de bu adamların takip
tekniğine akıl erdiremememiz işleri çatallaştırıyor. Örneğin 2 Ağustos Salı
bizim ev bulunuyor. (16) 4’ünde biliyorsun dinamitleme için bir yere gittik.
Hiçbir soru yok bu konuda. 6’sında İnter’i yaptık. Evden ne zaman çıktığımı
bilmiyorlar. 7’sinde eğitime gittik, bahis yok. 8’i akşamına kadar bir arkadaş
evdeydi, birkaç kere girip çıktı, sorulmadı. 14 veya 15’inde Mete ile
buluşuyorum, belli. Birkaç gün sonra ben, Mete, Hilal buluştuk, polis bilmiyor.
Onun dışında Ali’nin bikaç kez gittiği ev basılmıyor. Bir kere gittiği ev
basılıyor ve yakalanıyor (o zaman ben verdim hikâyesi çıkıyor ki ben Levent’in
evinin semtinden başka şeyini bilmiyordum). Bu ne biçim takip anlamadım. (17)
Neyse, bugün de akşamı bulduk yine. Akşam olunca
seni daha çok hatırlıyorum nedense. Belki tenin akşamın renginde de ondan. İyi
ol, sana bunu çok sık yazıyorum çünkü mutlaka öyle olman gerek. İyi olacağına,
ne gerekiyorsa onu yapacağına tam bir güvenim var zaten. Biliyorsun benimle
olmak beni sevmek zor. İnsanın başına türlü iş çıkarıyorum. Neyse, ne yapayım
isteyerek olmuyor. Silah sesleri gene başladı, insanın aklı gene dışarıya
gidiyor.
Neyse artık uzun uzun
anlattığım şeylerin sonuçlarına geçelim. Şüphesiz bu sonuçlar üzerinde daha çok
düşünmek zorundayız. Onları zenginleştirmek zorundayız. Onun için bu sonuçları
ilk tespit olarak kabul etmek gerek.
Benim aşırı dengesiz bir
gelişimim var. Yüksek bir yapı düşün, aradaki bazı katların duvarları eksik.
İşte bunun gibi bir şey. Bunun sonucu yapı yükseldikçe yük daha zor taşınır
hale geliyor. Gerçi yükselirken de arada bazı duvarlar yapıldı ama yetersiz.
Olamayacağımız insanların yerinde olmayı zorunlu olarak denedik. Tabii bu aşırı
dengesiz gelişimi sadece olaylara bağlamak yanlış olur. Benim yapımın da bunda
etkisi var. Uzun yıllar içine kapanık bir insan olarak kalmam bu eksiklerin
daha çok tamamlanmasını engelledi. Aslında şimdi dışarıya bayağı açığım. Genel
ve büyük meseleleri çok irdelerim, çok düşünürüm ve genellikle kararda en sona
kalırım (Gültenlerle ayrılık ve son ayrılıkta da en son karar veren ben oldum).
Ancak karardan sonra da onu en büyük bağnazlıkla uygularım. Başarılı olacağımız
konusunda güven duyarım. Başkalarına da bu konuda güvenirim. Ancak küçük
meseleleri aynı ölçüde irdelemem. Üzerlerinde uzun boylu düşünmem. Bu durum
karar vermek ve kararı örgütlemek (yerine getirmek) arasında çelişki doğurur.
Tahliller, hedef seçimi genellikle mükemmel tespit edilir (genel mesele). Ancak
bunun örgütlenmesi tek tek küçük işlerin de organizasyonunu gerektirdiğinden bu
konuda ilki kadar başarılı olamam. Büyük meselelerde başkalarına güvenirim
(örneğin belirli bir politikanın belirli bir yerde uygulanacağı). Ancak iş daha
küçüklere gelince içim içimi yer. Arkadaşlar eyleme gidince huzursuzluktan
duramam. Aslında Ağustos’ta kısa sürede çok ve hatasız iş yapmamızın temelinde
hepsine benim katılmamın payı var sanırım. Bunun nedenleri dengesiz gelişimden
ve yapıdan geliyor ama aradaki organik bağı tam olarak kuramadım. Bu konuda
senin de yardımın gerekli.
Hayatımda boyumdan büyük
çok işe girdim. Yapamadıklarımın yanı sıra somut ve önemli yaptığım şeyler de
oldu.
Senin gelişimin bana göre
farklı. En başta çok dengeli. Herşeyi irdeleyerek, uzun uzun düşünerek adım
atmak sonucu geçilmesi gereken her aşamadan geçerek buraya gelmişsin. Bina
fazla yüksek değil ama çok sağlam, arada hiç boşluk yok. Ancak altından
kalkabileceğin işlere girmişsin. Bunun sonucu (benim aksime) girdiğin toplam
işe göre başarı oranın yüksek. Tek tek ve muhtevası büyük olmayan işlerde
benden daha başarılısın. Ancak kaçınılmaz olarak herşeyi çok irdelediğin için
görüş ufkun dar kalıyor. Örneğin bugün dışarıdakilere benden daha az
güveniyorsun. Herşey açık ve belirli olunca kendine sonsuz bir güvenin var.
Herşeyi anlayınca, kavrayınca yapamayacağın yok. Ama ortalık sisli olunca,
meseleler bulanık olunca, yolu biraz da el yordamıyla bulmak gerekince ürküyorsun,
çekiniyorsun (bu konuda da ben biraz fazla cesurum). Sana içine kapalısın
derken kendine bir dünya kurmuşsun herşeyi o gözle görüyorsun, oradan
gözlüyorsun anlamında söylemiştim. Çok zor inanıyorsun (aşırı irdelemeden). O
zaman sağlam iş yapıyorsun ama aslında yapabileceğinden daha azını yapıyorsun.
Örneğin seni sevdiğime seni ikna edinceye kadar çok uğraşmıştım.
Sonuçları şimdilik burada
keselim. Bunların gösterdiği kadarıyla birbirini tamamlayan insanlarız. Bizi
farkında olmadan birbirimize çeken de bu oldu herhalde. Bir şeyi daha
belirteyim canım. Her adımını sağlam atmaya çok alıştığın için yaptığın bir
hata seni çok etkiliyor. Adeta kendine güvenini hata yapmamak üzerine
kurmuşsun. Kendini başkalarından uzak tutmak üzerine bazı şeyleri inşa
etmişsin. Sanki olayların, içgüdülerin seni bazı şeylere zorlaması ve senin de
buna uyman bazan zayıflık gibi geliyor sana. Örneğin ilk kez seni sevdiğimi
söylediğim geceyi ele alalım.
(...)
Cumartesi sabahı. Konumuza
devam edelim. Benim burada yapmam gereken dengesiz gelişimimi düzeltmek,
boşlukları tamamlamak, kısaca binayı sağlamlaştırmak. Aslında bu yönden
bakılırsa buraya girdiğim iyi bile oldu (fazla kalmamak şartıyla tabii). Teorik
olarak kendimi boş hissediyorum. Uzun zamandır doğru dürüst birşey okumadım.
Gerçi şu halimle daha epeyce idare ederim ama insan kendini eksik hissediyor.
Onun için yakında okumaya, yazmaya başlarım.
Sana biraz da Devrimci
Gençlik’in son sayısından bahsedeyim. Adamlar MC’ye karşı bizim ve MLSPB’nin
yaptığı eylemlere karşı çıktılar. Yüzleri iyice açığa çıkıyor artık. Dergideki
yazı özetle şöyle:
MC ile birlikte
provokasyon ve dehşet ortamının doğması için polis çeşitli oyunlara girdi. “Söz
konusu olayların, üzerinde durulması ve açığa çıkarılması gereken ilk yönü,
bomba olaylarını üstlenen ve bu suretle sözüm ona ‘silahlı eylem’ yaptıklarını
iddia eden görüşlerin su götüremez tutarsızlıkları ve saçmalıklarıdır.”
Ardından şöyle devam ediyor: “MLSPB gazetelere telefon ederek ayın 1’inden
7’sine kadar yapılan eylemlerin kendisine ait olduğunu geri kalanının polisçe
düzenlendiğini söylemiş. Polisin 7’sinden önce de iş yapmadığı ne malum?”
(Mantığı anlıyorsun.) MLSPB eylem bezirgânlığı yaparken kendini karşı devrimci
güçlerin yanında bulmuştur. Bize pek laf edilmemiş. HDÖ-MLSPB (18) rekabeti
konusunda biraz spekülasyon yapılmış. Ve sonuç: Faşizme karşı en geniş
kitlelerin direnişini örgütlemek ve bunun için eylem yapmak. Nasıl iyi mi?
Demek ki kriz derinleşiyor. Yapılanlar gerçekten dokunuyor bu heriflere.
Bu arada aramızdaki
ifadeler konusunu da halledelim. Ben seni 1975’de Akdoğan vasıtasıyla tanıdım.
Bu yıl ilkbaharda tekrar karşılaştık (Mart-Nisan) Duygusal ilişki vs. Evi sahte
kimlikle tutmamızın nedeni benim İlker’in akrabası olmamdan dolayı sürekli
polis tarafından rahatsız edilmem.
Hilal’e gelince:
Töb-Der’de veya sendikada tanıdım. Genel politik meseleler üzerine konuşurduk.
Şuna söyle ağzını alıştırsın ve bana Ahmet demesin.
Arzu’yu tanımıyorum. Gerçi
evde Çvş’a yazılı mektubu bulabilirler ama ben bu konuda zabıt imzalamadım.
Bana kesinlikle hoca veya
Ahmet denmesin. Bu adamlar böyle şeylere dikkat ederler.
Bir de mektubunda
senelerce birbirimizi görememek zor olur diyorsun. Bu da nereden çıktı. Ben
kırarsam herşeyi bana yıkar çıkarsınız. Kıramazsam zaten herşeyi üstleneceğim.
O zaman da fazla yatmazsınız. Size de ne oluyor be. Dinlenip çıkacaksınız alt
tarafı.
Mektubun sonlarına
geliyorum artık. Zannederim şimdiye kadar sana yazdıklarımın içinde en iyisi bu
oldu. Tamamen olmasa bile eski mücadele ruhunu yeniden kazandım. Yaşama sevinci
ve hayata yenilmemek. Bu ikisi her yerde ve her zaman yapabildiğin ölçüde
mücadeleyi gerektirir. Ben de bazan umutsuzluğa kapılıyorsun gibi geliyor bana.
Sakın öyle birşey yapma. Herşeyden önce yarına güven, bazan o yarın yakın
görünmese bile. Dışarıdakilere güven. Şunu düşün herşeyden önce: Sınıflar
mücadelesinde doğru politik çizgi herşeyin üzerindedir. Ve sadece bu doğruluk
bile yiğit ve yetenekli insanları bir araya getirebilir. Böyle olmasaydı eğer
örgütleme tecrübesi, siyasi tecrübesi komik denecek kadar düşük olan bizler bu
kadar insanı (ki bazıları bizden daha iyi olacaklar) nereden ve nasıl
toplayabilirdik? Bana güven. Arada umutsuzluğa düşsem bile her yerde ve her
zaman yapabildiğim ölçüde mücadeleyi sürdüreceğim. Seni çok seviyorum ve her
zaman da seveceğim.
Şu anda beraber olduğun
insanlara güven. Şu veya bu sakatlıkları olabilir ama özleri sakat olsaydı eğer
buraya kadar bizimle gelemezlerdi.
Alacakaranlıkta
ilerliyoruz. Dünyada bizden önce siyasi tecritin öncü savaşıyla sağlanması
konusunda başarılı bir deney yok. Yolumuz bazan iyice karanlıklaşıyor. Ve doğal
olarak kesin hatlarıyla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Bu aslında başka ülkelerde
ister başarılı ister başarısız tüm devrimcilerin başına gelmiş bir olay. Biz de
o yollardan geçeceğiz. Yolu iyi bilmiyoruz ama bu öğrenmeyeceğiz anlamına
gelmez.
Şimdi gazeteler geldi.
Haydi gözümüz aydın. Bize idam istiyorlar. Sizler için de 5-20 yıl diyor. Gerçi
gazete palavra sıkıyor, sorgulama yapılmadan iddianame yazılamaz. Sakın fazla
yatarız filan diye moralinizi bozmayın. Sizi kesin kurtarırız, ne yapar eder
bunu yaparım. Tahminim idamı da sadece bana verirler (keşke öyle birşey
yapsalar). Neyse canım biz işimize bakalım gene de. Yahu bu avukatlar da nerede
kaldı. Yakında sorguya çağrılırız, bir danışsak iyi olurdu. Sizler kesinlikle ilk
ifadenizde ısrar edin. Size birşey tutturamazlar. En fazla birkaç mahkeme sonra
çıkarsınız. Ben nasıl bir ifade vereyim diye düşünüyorum. Neyse bir çözüm
buluruz.
Sevgili karım benim. Ortam
12 Mart sonrası dönemin bir ölçüde geri geleceğini gösteriyor. Böyle bir
ortamda, siyasi bir davada 1971’den beri de ilk kez idamla yargılanmak az iş
değil. THKO’dan bile üç kişiye idam verdikten sonra aramızdan ancak bana
verebilirler. Ve bir bakıyorsun gerçekten de veriyorlar. Hayatımızda bir de
Deniz Gezmiş olmak varmış desene. Güzel karım benim. Kimi sevdin farkındasın
değil mi. Buraya kadar yükselebilecek insan değildik ama öyle olduk. Ama burada
duracağım ve gereken şekilde bu yerin şerefine layık olmaya çalışacağım.
Cumartesi akşam oldu gene.
Çok uzun bir mektup oldu bu. Hiç böylesini de yazmamıştım. Senin de anladığın
gibi iyiyim. Buraya alıştım (kaderci anlamda değil, burada yapılacak şeyler var
ve yapmam gerek). Senin de aynı şeyleri düşündüğün ve yaptığın konusunda hiç
şüphem yok. Sinirlerim de düzeldi. Seninkilerin de düzelmesi gerek. Burada bir
süre derin düşüncelere dalacağım. Hayatımdaki boşlukları doldurmaya
çalışacağım. Bu zaman alır ve iyi bir noktadan başlamak gerek. Dediğim gibi bu
konuda senin yardımına ihtiyacım var.
Sinirlerin neden bozuk?
Olayların sonucuysa normal ve geçer. Sürekli olarak yaptığımız ve gayret
gösterdiğimiz bazı şeylerin boşa gittiğini vegideceğini düşünüyor da
üzülüyorsan, bu yanlış. Şüphesiz bizler enerjimizi en verimli biçimde harcamaya
çalışırız. Ama hayat öyle bir şeydir ki, birşey yapıldığında onun için
gerekenden çok daha fazla enerji harcanır. Bilimsel araştırma böyledir. Yeni
bir şey bulmak için yüzlerce yol denenir. Devrimci mücadele böyledir. Paris
Komünü’nde 70.000 kişi öldü ve bu sayede marksist teoriye burjuva devletinin
yerine proleter devletin kurulması ilkesi girdi. Proletaryanın savaş
tecrübesinin artması ve yeni bir hat bulunması için oldukça ağır bir bedel
değil mi? Dünyada gerilla savaşlarında ölen yüzlerce gerillaya ve karşılığında
elde edileni düşün. Büyük bir oransızlık vardır. Tel-Zaatar’ı düşün.
Kazandırdığı tecrübe ve verdiği örnek için büyük bir bedel ödendi. Bunun gibi
çok örnek verilebilir. Devrim süreci karanlık, fırtınalı bir denizdir. Biz de
bir sahilden diğerine gitmek için kayıkla yola çıkmışız. Öyle bir kayık ki bu,
karşı sahile yaklaştıkça büyüyor, gemi oluyor. Arada bir darbe yiyor, tahtaları
kopuyor. Devrimci örgüt böyledir. Başlangıçta tahta parçası, sonra sal, kayık,
gemi vb. Bir an bizim salın battığını sanıp çok fena olmuştum. Ama sal yüzüyor,
sadece birkaç tahtası koptu. Bu sal uzakta bile olsak insanın kafasında daima
yüzmeli.
Gece oldu gene ve burada
gece olmasını hiç istemiyorum nedense. Sen iyisin değil mi Belma? Bunu çok sık
soruyorum çünkü gerçekten öyle olmanı istiyorum. Seni çok seviyorum, çok
özlüyorum ama buna da alışacağız. Gece olunca içimi bir hüzün kaplıyor nedense.
Neyse o kadarı da olacak artık.
İnsanın yeni acılara
dayanabilmesi için eski acıları çıkarıp incelemesi ve onları daha derine
gömmesi gerek. Hava hafif soğuk, dışarıda yağmur çiseliyor. Bilirsin çok
severim bu havayı. Neyse seni de kederlendirmemek için mektubu şimdilik
keseyim. Gece olduğu hemen belli oluyor değil mi. İyi geceler benim güzel
karım. Seni çok seviyorum.
Pazar sabahı. Aklıma geldi, iki hafta oldu baldız (19)
gelmedi. Küstü herhalde. Böyle insanlarla uğraşmak zor valla. Sen nasıl
uğraştın bunca yıl anlamadım.
Dışarıya gönderilecek yazı konusunda: Onlara
gereken bilgileri verdik, eksikleri de vereceğiz. Bunun dışında aramızda
anlaşamadığımız için polisteki tavrın değerlendirilmesini yapmak için erken.
Yalnız dışarıya spekülasyon yapılmamasını belirteceğiz.
Bana kendi hayatını yazmayı unutma. Özellikle
nasıl devrimci olduğunu ve hangi aşamalardan geçtiğini yaz.
Bundan sonraki sayfada Arzu ve Hilal’e (özellikle
ikincisine) bir mektup var. İster sen oku, istersen o sayfaları onlara ver.
Ayrıca bir mektup daha var. Haydar, İbo, Ali katılıyor, Muharrem gönülsüz
olarak katılıyor. Siz gereken ilaveyi yaptıktan sonra dışarıya gidecek. Bugün
veya yarın elinize ulaştırmaya çalışacağız. Salı günü Levent’in avukatı
gelecek. Seni çağırtırız. O zaman cevap verirsiniz.
Sabahları biraz soğuk oluyor. Hep senin üşümen,
üstünü örtmem aklıma geliyor. Bazan üşümemek için bana sarılırdın. Yine üşüyor
musun sabahları?
Sevgili karım. Kafam adeta boşaldı, çok yazdım ve
şu anda yazacak şey bulamıyorum. Sana daha çok şeyler yazacağım. Ancak onlar
üzerinde iyice düşünmem ve sistemli hale getirmem gerek. Bana yaz, uzun yaz.
Senin yazdıklarını okumaya her zaman ihtiyacım var. Bugün Pazar. Bir süre
düşüncelere dalacağım.. Sakın kötümser olma, beni merak etme. Hayatta çok şey
gördüm. Nerede ve nasıl olursa olsun kendime mücadele edilecek bir amaç
bulurum. Ben yavaş da olsa daha iyi olacağım. Bu konuda hiç endişeye kapılma.
Oldukça kötü bir dönem geçirdiğimi biliyorum. Dışarıdaki o psikolojik
durumumdan sonra normal. Bu konularda çok zorlandım, kendimi çok zorladım.
Hatalar yaptım. Ama bir değerlendirme yaparken bütünü gözönüne alıyorum. Bir
örgütü hemen hemen tek başıma ayakta tuttuğum günleri hatırlıyorum. Bu gelecek
için bana güven veriyor. Neyi ne kadar yapabilirim bilmiyorum ama mutlaka
birşeyler yapacağım kesin.
Senin de iyi, çok iyi olmanı istiyorum. Yalnızlık duygusu gibi şeylere
kapılma. Yalnız değilsin. Herşeyden önce ben varım. Benim bir karım varsa senin
de bir Engin’in var. İçimden gelen tüm coşku ile, kayığı batmayan insanların
coşkusu ile seni kucaklarım.
E.
Bizim TİKKO’lu görüşme yapamayınca mektup eline
ulaşmadı tabii. Biraz önce Filistinlilerden biri geldi. Gazeteyi gösterip
“bizim mühendis bu nasıl iş” dedi. Benim neşeli oluşuma şaştı. Gerçi gazetenin
numarasının dikkati zamlardan çekmek olduğu belli ama sanki yazdığı gerçekmiş
gibi düşünüyorum ve keyifleniyorum. Bu herifler gerçekten beni assalar
hayatımın son beş yılında bu örgüt için yaptığımdan daha fazla iş yapmış
olurum. Yalnız anlaşılan nokta şu ki bu dava üzerinde çok spekülasyon olacak.
Senin için vereceğim ifade önem kazanıyor. İlk ifademi söyleyeceğim ama evi
takma isimle birlikte tutmamız kötü.
Belki bana soracaksın
neden bu kadar neşelisin diye. Örgütün geleceği ne olacak diye. Bak Belma, bak
sevgili karım: Hayatımda hiç kimse benimle eğitim çalışması yapmadı. Sadece ilk
devrimci olduğum yıllarda bir kez şöyle bir şey oldu. Hatırlıyorum SSCB-Çin
çelişkisini sormuş ve adamı epeyce sıkıştırmıştım. Şöyle olursa ne olur, böyle
olursa ne olur sorularıma sonunda bir cevap vermişti. O durumda da samimi,
yetenekli ve bu işi yapabilecek iyi insanlar çıkacaktır. Özünde insanlığa
güveni, yarına güveni taşıyan bu cevabı hayatım boyunca unutmadım. THKP-C’den
sonra da bizler çıkmadık mı? Biz burada bitsek bile (ki hiç de öyle değil)
bizden sonra başkalarının çıkmayacağını nasıl iddia edebiliriz?
Biz koştuk, didindik,
uğraştık ve şimdi durmak zorunda kaldık. Ve dönüp geriye bakacak zaman bulduk.
Az iş yapmamışız Belma. Daha iyisini yapabilirdik, daha az hata yapabilirdik.
Ama gene de az şey yapmadık. Beş yılda bir hiç olan insanlardan başlayıp adını
ülkede duyurmuş bir örgüt olduk. Ve bunu sürdüreceğiz. Zaten artık bu iş bizim
irademizden çıktı. İstemesek bile sürecek.
DİPNOTLAR
5. 26 Ocak 1976’de Beylerderesi’nde öldürülen üç
kişiden birisi olan İlker Akman, İlkin’in kardeşidir. Yüksel Eriş ile birlikte
daha sonra Acilciler olarak tanınacak örgütü kurduğumuz üç kişiden birisidir.
6. Fen Edebiyat Kimya
Bölümü Derneği kantini. ODTÜ’de yönetimi sosyal demokratlardan alınan son
dernekti. 1970 Temmuzundaki kongrede yönetime girmiştim.
7. Hilal Göker. Operasyon
var diye bana haber vermeye gelince evde kurulan karakola yakalanır. Belma ile
birlikte İstanbul’daki iki sorumludan birisiydi. Belma onun davranışlarını
biraz çocuksu bulduğu için sonraki mektuplarda, çocuk kız, olarak geçecektir.
8. Banu Ergüder. Sandık
cinayeti olarak bilinen olay nedeniyle hapishanedeydi.
9. TDAS ya da Türkiye
Devriminin Acil Sorunları adlı broşür. Sonraki yıllarda isteğimiz dışında örgüt
Acilciler olarak tanınacaktı.
10. 24 Ocak 1971. Dönemin
Adalet Partisi hükümetinin devrimcilerin elinde bulunan öğrenci yurtlarına
yönelik ilk büyük saldırısıydı. O sırada Türkiye Devrimci Gençlik
Federasyonu’nun yayın organı İleri dergisinin yazı işleri sorumlusuydum. Ocak
başında çıkan derginin büyük bölümü dağıtılmıştı. Dağıtım merkezi SBF yurduydu.
Bu baskındaki çatışmada hastanelik olacak kadar yaralanmıştım.
11. 5 Mart 1971.
Jandarmanın ODTÜ yurtlarını basmasıyla çıkan çatışmada biri öğrenci, birisi
jandarma eri, birisi de seyirci olmak üzere üç kişi hayatını kaybetmişti.
12. Selahattin Güleç.
THKP-C iddianamesinde çok yerde adı geçer.
13. Nolucak şimdi, sözünü
Belma çok kullanırdı. Sonraki mektuplarda da sık sık geçecektir.
14. Temmuz-Ekim 1975
arasında ilk kez o yıl çıkan kısa dönem askerlik için Balıkesir’e gittim. Ordu
da ne yapacağını bilmediği için fiili olarak üç ay ve oldukça serbest askerlik
yaptım. Her hafta sonu Ankara’ya gelirdim.
15. Avukat Cemil
Orkunoğlu, Hilal’in o zamanki eşi. Kendisini değil de Hilal’i sorumlu yaptığım
için bana düşmandı.
16. Bu bilginin doğru
olmadığını yıllar sonra ortaya çıkan başka olaylar sonucu öğrenecektik. Takip
Arzu Sayman’ın Ankara Merkez Cezaevi’nde Rıza Salman’ı ziyaretinden sonra
izlenerek benim evin bulunmasıyla değil, biz Antakya’ya gittikten sonra o
kentten başlamıştı.
17. Daha sonra öğrendik
ki, İntercontinental’i kurşunladığımız sırada yakındaki Sheraton Oteli’nde MİT
Marmara Bölge Toplantısı varmış, oteli şaşırdığımızı sanmışlar ve o güne kadar
pek ciddi ele alınmayan takip, bundan sonraki birkaç günden başlayarak
yoğunlaşıyor.
18. Halkın Devrimci
Öncüleri örgütün resmi adıydı ama kamuoyunda pek tutulmadı, örgütün adı
Hürriyet Gazetesi’nin taktığı isimle Acilciler olarak kaldı.
19. Tülay. Belma onu
kardeşi gibi severdi, bu nedenle aramızda baldız olarak söz ederdik.
OKURA…
Belma’ya mektupların kitap olarak değil de
internet üzerinden yayınlanması hem bazı iletilerin değerlendirilmesini ve hem
de bazı değişikliklere gidilmesini gerekli kılıyor.
Baştaki Giriş yazısında mektuplarda uzun politik
analiz bölümlerini (…) işaretiyle atladığımı belirtmiş, gerekçe olarak da 35
yıl önce yapılmış politik analizlerin okuru ilgilendirmeyeceğini düşündüğümü
belirtmiştim.
Bazı okurlar bu bölümleri de okumak istediklerini
ilettiler. Politik analiz bölümleri epeyce sonra geliyor ve artık yer sorunu da
bulunmadığına göre bunları da ekleyeceğim.
Bu mektupta iki tane (…) işaretli bölüm vardı.
İlkini kaldırdım, ama ikincisi kaldı. Bazı şeylerin Belma ile benim aramda
kalmasını okur herhalde anlayışla karşılayacaktır.
İkinci değişiklik ise mektuplardaki açıklayıcı
notlarla ilgili… Kitap zaten 350 sayfaya ulaştığı için daha da fazla uzamaması
için dipnotları kısa tutmuştum. Şimdi yer sorunu kalmadığına göre dipnotları
daha geniş yazabilirim.
Okuduğunuz mektup hayatımda yazdığım en uzun
mektuptur diyebilirim: bilgisayarda 18 sayfa tutuyor. Bir okurun önceki
mektupla ilgili olarak belirttiği gibi, “unuttuğumuz mektup yazmayı, el
yazısıyla mektup yazmayı” bize hatırlatıyor.
Son olarak ileti adresini de yeniden vereyim: erkiner@gmx.de
E.