Mektup - 02



            Sevgili Belma,
            Çarşamba akşamı. Mektubunu şu ana kadar üç defa okudum, daha epeyce de okurum. Sana önce buradaki hayattan bahsedeyim. Sabah 7’de kalkıyoruz. Önce spor (isteyen yapıyor, ben iki gündür başladım ve şimdi her tarafım ağrıyor). Burada dört komün var ve herkes yemeğini ayrı yiyor. Biz 10 kişiyiz. Onun için on günde bir bana sıra geliyor. Spordan sonra kahvaltı (9.00). 9-13 arası ne istersen yap. Bazı komünler eğitim çalışması yapıyor. Biz henüz başlayamadık. Sadece bir kişinin okumasıyla ilgileniyorum ve tartışmalı konulara da hiç gelemiyorum. (Arzu çok sinirlisin dedi, sinirli ne kelime, barut gibiyim.) Kahvaltıdan sonra ben bir köşeye çekilip kitap okur veya yazı yazarım (dışarıya ve sana mektup yazmaktan ve şehir gerillası üzerine okuyup yazmaktan başka şey yaptığım da yok).
            Öğle yemeği yedikten sonra gazeteleri okuyorum. Sonra çay içiyoruz. Bazan biraz uyuyorum. Sonra gene okuyup yazma ve ağzında sigara avluyu arşınlayıp düşünmek faslı (Devrimci Gençlikçiler soruyorlarmış: Bu adam hep böyle düşünür mü, yoksa buraya girdikten sonra mı başladı?) 19 civarında yemek yeriz. Sonra biraz televizyon seyrediyorum. 22’de yatıyorum. Öğleden sonra da uyuduğum için sabah 4 civarında uyanıyorum. Alacakaranlıkta zaten hiç aklımdan çıkmayan şeyler tekrar geliyor: Mücadele, örgütün durumu, sen, geçmiş hayatım. Bazan çok fena oluyorum ve kendimi hiç de iyi hissetmiyorum. Sonra yavaş yavaş sakinleşiyorum. Ardından yeni bir gün daha başlıyor. Anladığın gibi burada hayat sıkıcı, çünkü uğraşacak birşey yok. Arada bir bazı lümpenler ve Filistinliler geliyor ve onlarla konuşuyorum. Lümpenler (özellikle Adanalı) oldukça iyi. Bizden koğuşta söyletmek için marş istiyor. Burada bir de teyp var. Devrimci türkünün, marşın her çeşidi var. Bazı geceler marş söylüyoruz. Tıpkı bir öğrenci yurdu gibi. Her an her şey aynı. İşte o zaman dışarda olamamanın ezikliği insanın içine çöküyor.
            Bildiğin gibi devrimci mücadele hayatın küçük bir kısmını kapsar. Ancak devrim gerçekleştikten, kültür ihtilali olduktan sonra devrim tam anlamıyla kitlelerin bilincine girer. Devrimci mücadele ile hayat özdeşleşir. Sizin çevrenizde bu toplumun hayatı var. Burada ise devrimciler var. Arada ideolojik anlamda diyalog da olmayınca burasının dışarıdan hiç farkı yok.
            Sana gelince; günde altı saat (o da düzensiz olarak) uyuman kesin yanlış. Daha çok uyumalısın. Altı saat uyku insana yetmez. Zaten burada insanın içi kararıyor bir de fiziksel olarak yıpranmak son derece lüzumsuz. Altı saat uyku bana yetiyor deme sakın. Uyuyamamanın nedeni sinirsel. Hatırlar mısın, benimle beraberken de çok uyumaktan şikâyet ederdin. Onun için bol bol uyu. Burada zaman dışarıdaki kadar cimrice harcamamız gereken bir şey değil.
            Kendine iyi bak. Fazla sigara içme. Ben günde üç tane içmeye karar verdim, Bir gün uyguladım, ardından gene 7-8 taneye çıktı, ama azaltacağım. Ellerin gene çok soğuktu, neden?
            Bu hafta annem, kardeşim ve İlkin geldi. Yeni bir şey yok. Avukat olarak O. Apaydın’a haber gönderdim. Hava yağmurlu olduğu için çocuk gelmedi. İlkin çok bozuktu. Benim eski tavrımı sürdürmem onu çok kızdırıyor. Eskiden de söylerdim ya; bunlar başka insanların kanından, canından, emeğinden kendilerine pay çıkarmaya çalışanlar. Bugün şöhret olduk ve çevresindeki itibarını artırmak için de (İlker gibi) beni de kullanamayacak. (5)
            Gelelim ikimizin ilişkisinin tahlil sürecine. Anlatılacak çok şey var (madem önce ben konuşacağım), uzun uzun yazacağım. Önce beni daha iyi tanıman gerek. Seninle karşılaştığımda hangi durumda olduğumu bilmen gerek. Bu iş bir mektupta bitmez, ama olsun, yazacağım. En eskiden başlayayım, yani doğumumdan: İlk dört yılı ailemin olduğu kadar teyzemin de yanında geçirmişim. Adana’da ailemin yanında olduğum zamanlar da genellikle annemin öğretmen olduğu kız lisesinde günüm geçermiş. Beş yaşında ana okuluna gittim (bu arada dört yaşında iken kardeşim oldu). Çocukken çok hareketli ve yaramaz olduğumu hatırlıyorum. Altı yaşında da ilkokula gittim.
            Burada biraz duralım ve psikolojik açıklamalara geçelim: İnsanın tüm içgüdülerinin toplamına libido denir. Bu içgüdüler doğuşta kendini korumaya, çevreyi tanımaya yönelir. Sonra dışarıya açılır ve en yakın karşı cinse yönelir (erkek çocuk için anne). Sonra eğitimin başlamasıyla topluma yönelir. Çocukluğumun ailemin yanında olduğu kadar akrabaların yanında da geçmesi, sürekli karşı cinsle birlikte olmak (Adana Kız Lisesi) ve beş yaşında ana okuluna giderek topluma açılma sonucu; bende içgüdülerin aileye yöneldiği bir aşama yoktur. Ve bu aşamanın olmaması hayatımdaki çok şeyi belirlemiştir.
            İlkokulu çok sevdiğimi hatırlıyorum. Sabahçı idim, öğleden sonra da sınıftan çıkmadığım için arada bir ailem okula gelip beni almak zorunda kalırdı. Son derece girgindim. Ve bu girginlik bende serbestçe gelişen bir kişilik oluşturmaya başlamıştı. Tam bu dönemde (7 yaş) ailenin baskısı gelir, benim gelişimimi kontrol altına almak çabasıdır bu. Adeta bütün hayatım altüst oldu. İki kere evden kaçtım. İkisinde de ben geri dönmedim, getirdiler. Bu ve sonraki yıllarda aile ile olan çelişkim gittikçe sertleşti. Çocukluğumun hareketli insanı yerini durgun ve içine kapanık bir insana bıraktı. 11 yaşında (ilkokul 5) çelişki çok keskinleşti. İlk kez fiziksel baskıya karşı gücüm oranında direnmeye başladım ve gelecekten tüm umudumu kestim. İnsanın 11 yaşında artık hayattan bekleyecek, ümit edecek hiçbir şeyinin kalmadığını hissetmesi korkunç bir şey. Bu dönemde beni ayakta tutan ve gelişmemde çok etkin olan şey ailemin çevresiydi. Adana’nın tüm öğretmenleri beni tanırdı ve çok ilgilenirlerdi. İyi yazı yazardım. O yazıları saatlerce oturup benimle tartışırlardı. Neyse babamın iki yıl ABD’ye gitmesiyle çelişki hafifledi.
            Orta okula Adana Koleji’nde başladım ve kısa sürede ailemin bana koyduğu her kısıtlamayı yıktım. Okulda iyi bir talebeydim. Ancak toplumdan yani okuldaki arkadaşlarımdan aradığım yakınlığı bulamadım. Hemen hiç arkadaşım olmadı. Özellikle ikinci sınıfta iken (13 yaş) hayatımı yaşadım denebilir. Okuldan çıkınca oyun salonlarını dolaşırdım. Zamanın bütün edepsiz kitaplarını okurdum.
            14 yaşında Ankara’ya geldik ve bu yeni ortama çok zor uydum. Babamın da dönmesiyle eski günler yeniden geldi. Gerçi artık fiziksel baskı yoktu (daha doğrusu olamıyordu çünkü ben de epeyce kuvvetliydim). Yalnız onlara muhtaç olduğumu, yalnız yaşayamayacağımı biliyordum. Böylece gene içine kapanık, dünyadan umudunu kesmiş halime döndüm.
            Lise 1’de okul değiştirdim. Lise hayatımın üç yılı da benim için çok önemlidir. Lise 1’de bir çelişki açığa çıktı: Kendime olan saygım ve güvenim sıfırdı. Buna karşılık yetenek olarak toplum içinde çok şey yapabilirdim. Herşey bunu gösteriyordu. Bu çelişki lise 2’de (16 yaş) bende şiddetli bir buhranı doğurur.
            16 yaşında her buhranlı dönemde olduğu gibi neler düşündüğüm konusunda sayfalarca yazı yazdım. Yıllar sonra onları okuduğumda şunları gördüm: Klasik toplum hayatından nefret ediyordum. Okuyacağız, iş sahibi olacağız, evleneceğiz vb. Sonra ne olacak? İnsanın hayatta bir amacı olmalıdır, o amaç için yaşamalıdır. O dönemdeki amacım beni ezen, aşağılayan toplumun içinde bir yer kapmaktı. Kendime olan saygımı kazanmaktı.
            Lise 3 (17 yaş) bu mücadelenin ilk yılıdır. Toplumda yer kapmak okulu bitirip üniversiteye girmek biçiminde somutlanıyordu. Çılgınlar gibi çalıştığımı hatırlıyorum. Kendime olan güvensizliğim önümdeki en büyük engeldi. Lise bitti ve ODTÜ’ye girdim. Bu sırada ilk kez toplumsal olaylara ilgi duymaya başladım. İdeolojim ile toplumun hakim ideolojisi aynıydı (toplum içinde yer kapmaya çalışan insan zaten başka neyi savunabilir). Klasik toplumsal hayata kesin düşmandım, evliliğe kesin düşmandım (böyle aile hayatı olandan başka ne beklenir). Bilim adamı olacaktım ve hayatımı kimyaya verip yaşayacaktım. ODTÜ Hazırlık’ta okuduğum yıl (1967-68) müthişti. Kendime güvenimi, saygımı tam anlamıyla kazandım. (600 küsur insan içinde ilk 25 arasındaydım.) Toplum başarımı kabul etmişti. Ve bu güvene sırtımı dayayarak aileye karşı mücadeleyi hızlandırdım. Artık mali bağımsızlık kazanmaktan başka yapacak iş kalmamıştı. O yıllar (1967 ve 1968 yazı) ilk öğrenci olaylarının başladığı, 6. Filo’nun sık sık geldiği, Vedat Demircioğlu’nun öldüğü zamandır.
1968 kışı ODTÜ 1. sınıf. Komer’in arabası yakıldı. Toplumsal olaylarla ilgilenmeye başladım. Yine iyi bir öğrenciydim. İçine kapanıktım ama herkese yardım ederdim. O dönem ilk olarak (o sıralarda meşhur bir isim olan) H. Marcuse’ün “Tek Boyutlu İnsan” kitabını okudum ve tek kelime ile şoke oldum. Orada bu toplumun insanı nasıl yozlaştırdığı anlatılıyordu. Anladım ki, bir gaye uğruna mücadele arzusu ile ben bu toplumda istenmeyen bir insanım. Daha sonra B. Russell’ın kitaplarını okudum. Bilime inanan bir insan olarak zaten Tanrıya inanmazdım. Ardından diyalektiği ve Freud’u okudum (ondan da çok etkilendim). Beni ilgilendiren tek şey gerçekti. İnsanların şöyle ya da böyle değil gerçeğe göre yaşamalarıydı. Doğru olan herşeye karşı büyük bir hayranlığım vardı. Ve yavaş yavaş marksizmin doğruluğuna inanıyordum.
            O yıl (1969) ilk okul işgallerinin başladığı yıllardı. Genel kanım sosyalistlerin çok yetenekli insanlar olduklarıydı ve bizim okuldan Sinan Cemgil’e tek kelime ile hayrandım (gerçekten de Türkiye solu onun gibi bir adamı zor yetiştirir).
            2. sınıf (1969 kışı). Büyük bir çıkış yaptım. Sınıfta 70 kişi içinde ikinciydim ve bu arada TUBİTAK bursunu birincilikle kazandım (mali sorunu hafiflettim). Bu güven içinde devrimci oldum. Marx’ın bazı kitaplarını, ardından da Ne Yapmalı’yı okudum. Ve inan Belma hiçbir şey anlamadım. Bana en garip gelen şey: Devrim yapmak için neden bir organizasyona ihtiyaç var? Her insan kendi sorumluluğunu bilirse bu iş olur. Yıllarca kendisi için çalışmış bir insanın bireyci kafasının yansıması.
            Önce derneğe üye oldum. Sonra bir yürüyüşe katıldım. 1970 yazında her dernek üyesine görev verildi ve mutlaka yapması istendi. Ben Ankara’da olduğum için Aydınlık dergisindeki ıvır zıvır işleri yapacaktım. Aslında kimse görevi önemsemedi, tatile gitti. Ben ise her gün dergideydim. Kıbrıs üzerine araştırma yapmamı istediler. 50’den fazla İngilizce kitap okuyup yaptım. O sırada 15-16 Haziran olayları oldu ve herkes gibi ben de sarsıldım. O günlerin en popüler kitabı Devlet ve İhtilal’i okudum. Ardından Mihri ile ayrılık konusu gündeme geldi. Dergide yapılan uzun tartışmalı ve fazla birşey anlamadığım toplantıya ben de katıldım. Ardından okul açıldı (1970 kışı). Ve kendimi yoğun bir faaliyet içinde buldum. Gündüz kantini (6) çalıştırıp derneğe kaynak buluyor, gece kimyanın deposuna girip gerekli (patlayıcı yapmaya yararlı) maddeleri yürütüyor, vakit bulunca yürüyüşlere katılıyor, bu arada da kimya derneğine yeni üyeler bulup eğitimleriyle uğraşıyordum. Dersleri unutmuştum. 24 saatin nasıl geçtiğinin farkında değildim. O dönem gençlik hareketinde kimsenin ne yaptığını bilmediği, her türlü küçük burjuvalığın kol gezdiği bir dönemdi. Ben de o kadar bilinçle sadece bir devrimciydim. Ne yaptığımı ben de pek bilmiyordum ama vargücümle çalışıyor ve biraz ürkek ve rastgele ilerliyordum (1970 sonları). Ve Belma, bundan dört ay sonra ben sıkıyönetim altında Ankara’da THKP-C’nin kilit irtibat insanlarından biri (1971 Nisan), 1,5 yıl sonra (1972 yazı) ODTÜ içindeki dört sorumludan biri oldum. 1973’de yeni bir örgütün kurucularından birisiydim. 1974’te Rus Devriminden Çıkan Dersler’i, 1975’de Acil’i (9) yazdım. Ve epeyce bir süre ne olduğumu, buraya nasıl geldiğimi anlayamadım. Bilim adamı olacağım derken kendimi profesyonel devrimci buldum. 1971 ve sonrasını diğer mektupta anlatırım. Yalnız şunu belirteyim ki 1971 başında tam bir bireyci kafaya sahiptim ve halâ bilim adamı olmayı düşünüyordum. Sonrası tahmin ettiğin gibi çok enterasandır.
            Buraya kadar anlattıklarımdan şunu rahatça çıkartabilirsin: Benim gelişmemde dengenin, istikrarın zerresi yoktur. Sonra anlatacağım gibi bu önemli sonuçlara yol açar.
            Bu konuyu kapatalım. Dışarıdan bazı haberler var:
1-    Cemil konusu: Benim içerde tecrit edildiğimi vs. söylemiş. Gerekçe de Kars
meselesi. Doktor’a (sonradan eklenen not: Pire Mehmet olarak da bilinen Mehmet Çelikel) durumu anlattım. İfadem açık, Kars hakkında kelime söylemedim. Herif kendi gevezeliğini bana yüklemeye çalışıyor.
2-    Boğaziçi’nden bir grup Sirkeci’ye benim örgüt içinden bazı insanlar seçtiğimi, geri
kalanı tecrit ettiğimi söylemiş. Durumu anlattım. Boğaziçi’ndeki kişilerin durumunu koydu. Bu kadarı şimdilik yeter.
3-    Karşıdaki kızlardan biri, ilişki kurup ne yapması gerektiğini sormuş. Haber geç
geldiği için bilgi gönderemedim. Haftaya dışarıya tekrar detaylı bir mektup yazacağım.
            Senin söylediğin, sıcaklar kötü başladı, sular çekildi görüşüne katılmıyorum. Şüphesiz parlak bir durumda değiliz. Ancak dışarıdakilere de güveneceğiz. Güvenmek zorunda olduğumuz için değil gerçek böyle olduğu için. Hayat en iyi öğretmendir ve insan en iyi şekilde ancak zorunlu olduğu zaman öğrenir. Biz ne idik ne olduk. Başlangıçta ne biliyorduk? Kaldı ki bugün geride kalanlar da az şey biliyor sayılmazlar. Onlar biraz ürkek, biraz ağır ama mutlaka ilerleyeceklerdir. Dünyada öyle şeyler vardır ki bunları ancak zaman çözer. Yarına güvenmek gerek. Herşeyin mükemmel olmasını veya bizim dışarıda olduğumuz kadar iyi olmasını bekleyemeyiz. Ama bu çok şeyin bittiği anlamına gelmez ki. Samimiyet, inanç, enerji ve yetenek konularında dışarıdaki bazı arkadaşlara kesin güvenim var. Bizim yapmamız gereken onları doğru kanalize edebilmek, tecrübelerimizi onlara aktarmaktır.
            Doktor’a büyük işler planlamamalarını söyledim. Tahmin ettiğim gibi, yenen darbeye tepki olarak böyle bir duygu gelişmiş.
            Gelelim Hilal’e (7): Ona ayrıca bir mektup yazacağım. Yetenekli ancak eğitilmeye muhtaç bir arkadaş. İyi yönlerinin içgüdüsel olduğunu söylüyorsun ama buradan kötü bir sonuç çıkmaz ki. Potansiyel olarak gelişmeye çok müsait birisi. Bu konuda kesin inancım var. Yalnız biraz büyümesi gerek. Ona yazdığım mektubu sen de oku.
Hilal’in Banu’ya (8) söylediğini Levent’e anlattım. Gülmekten bayılıyordu (bu adam çok gülüyor). Tam onun söyleyeceği bir laf dedi. Hayatımda hiç unutamayacağım bir şey varsa o da şu diyor: Şube’de Hilal kapıyı vurur (hem de ne vurmak). Adam gelip sorar, ne var diye. Hilal saçımı tarayacağım der (ve bu günde birkaç defa olur). Levent halâ gülüyor.
            İbo ile aramız çok iyi. Çok iyi bir arkadaş. Arada bir buradan nasıl gideceğiz yahu, diyor.
            Allahın garip kulu Müslim. Bu adam kesin işe yaramaz. Herşey bir yana, hayatımda bu kadar şikâyet eden bir insan daha görmedim. Çay yok, sigara az, yemek hazır değil... Burası neresi be? Halâ silahlı propagandanın neden temel olduğunu anlamış değil. Herhalde hiç anlamayacak. Benim anladığım da bu adam devrimciliği bırakacak. (Sonradan eklenen not: Müslüm bizden değildi, Belma’nın ilgilenmem için bana ilettiği bir ilişkiydi. Öğrenciydi ve Teşvikiye civarında bir evde Halkın Yolu’ndan iki kişiyle kalıyordu. Akşam üzeri onun kaldığı evden çıkınca yakalandığım için (davanın bir numaralı sanığıyla ilişkisi olduğu gerekçesiyle) tutuklandı. Sonraki mektupta anlatılacak Sağmalcılar’daki isyanda gözüne gelen bir cam parçası nedeniyle bir gözünü kaybetti. Bizimle önce Eskişehir’e ardından Isparta hapishanesine sürgün gitti. Yakalandıktan iki ay sonra ilk mahkeme oldu (dava çok hızlı başlamıştı). Bu mahkemede Levent ve Nevzat ile birlikte tahliye oldu. Dava sonunda da beraat edenler arasındaydı. Tahliye olduktan sonra kendisinden hiçbir haber almadım.)
            Onun dışında senin tanıdığın bir arkadaş var ki çok iyi (Maraşlı).
            Perşembe sabahı. Mektubun ifadesinden de anlıyorsun herhalde. Dün gece ve bugün çok iyiyim (hayırdır inşallah). Şüphesiz başka etkenler de var ama senin mektubunun da çok etkisi oldu. Mektupta anlattıklarına gelince:
            Aramızdaki ilişkiyi nasıl değerlendirdiğimi geçen mektupta uzun uzun anlattım. Kısa ama çok değerli bir beraberlik. O kadar ki 2,5 aydan çok daha fazla birlikte yaşamışız gibi geliyor bana. Çünkü insan o hareketlilik, o mücadele içinde birlikte geçirilen bir dakikanın bile değerini anlıyor. Ben başkasıyla 1,5 yıl beraber oldum, ne kadar istesem şu 2,5 ay kadar onu hatırlayamam. Bu yönden bakarsak sen de benim için ilk sayılırsın, daha önce duyduğum sevgi değilmiş. Şu anda senin yerinde o olsaydı bütün günüm küfretmekle geçerdi. Onun için sen de benim için ilksin. Ve de son olacağını söylemeye bile gerek yok. Bu kadar şeyin arasından yeşeren bu sevgiye hayranlık duymaktan başka şey yapamıyorum. Önceden neden karşılaşmadık vs. artık demiyorum. Çünkü önceden biz bu insanlar değildik. Karşılaştık ve olabildiğimiz kadar beraber olduk. Bundan sonra belki de hiç beraber olamayız. Olsun, öyle bile olsa bu kısa beraberlik her zaman hayatımın en değerli anılarından birisi olacak.
            İkimiz ortak temel üzerinde yükselen çelişkili (ancak birbirini tamamlayan) yapılara sahibiz. Bu konu üzerinde kendi hayatımı anlattıktan sonra etraflıca duracağım.
              (İtalikle yazılı aşağıdaki bölümü kitap hazırlığında çıkarmışım, yerine (…) koymuşum, ama ne gerek var, kalsın!)
              Bak sana ne anlatacağım. Bu bizim ilişkimizi de anlatır. Henry Barbüsse’ün Ateş adlı bir romanı vardır. I. Dünya Savaşı’nda geçer. Devrimci bir asker nasılsa alabildiği izninde evine gelir. Savaşa giderken yeni evlenmiştir. Dışarıda korkunç bir fırtına ve yağmur vardır ve evde ancak bir gece kalabilecektir. Biraz sonra dışarıdan yolunu kaybeden arkadaşları gelir. Biraz otururlar. Arkadaşları bilirler ki bu adam aylardır karısını görmemiştir. Bir tek gecesi vardır ve belki de bundan sonra bir daha da görmeyecektir. Arkadaşları kalkmaya davranırlar, yağmur hafifledi yola devam ederiz, derler. Aslında dışarısı berbattır ve hepsi de yorgun ve hastadır. Adam ısrarla kalmalarını sağlar. Bütün gece daracık evde otururlar. Sabah ayrılık saati gelmiştir. Adamın içi ezilir, birkaç dakika yalnız kalırlar, karısını kucaklamak fırsatını bulur. Ve görür ki onun yüzünde hiç pişmanlık, kırgınlık yoktur. Kocasıyla öğünmektedir öyle yaptığı için.
            İşte böyle Belma. Bizimki de buna benzer. Onun için çok güzeldir ilişkimiz. Acılar, fedakarlıklar ile örtülü olduğu için güzeldir. Üzerimizdeki görevler pahasına beraber olsaydık belki birbirimize doyardık ama hiçbir anlamı kalmazdı. Onun için ne olursa olsun sen benim karımsın.
            Neyse ben hayat hikâyeme devam edeyim: 1970 sonlarında ODTÜ SFK Başkanı Ali Artun beni çağırdı. Seni kantin, dernek vb. şeylerin dışında görmek isteriz dedi ve Dev-Genç’in yayın organı İleri dergisinin yazı işleri sorumluluğunu bana verdi. Tabii hem her tarafa koşturacak hem de 141’den içeri girecek başka adam bulamamış herhalde. Neyse görevi üstlendik ve İleri’nin o sayısı (ki son sayısı oldu) gerek baskı ve gerekse de muhteva bakımından en iyi sayı oldu. Ardından Mahir’in Yayın Politikamız yazısına uygun olarak tek yayın organı (Kurtuluş) çıkarılmasına karar verildi. Ben, Ali Orhan ve İlhan Kalaycıoğlu (şu senin karşıdaki kızların bir türlü para alamadıkları yayınevi sahibi) bu işle görevlendirildik. Kurtuluş’un ilk sayısı çıktı. Orada Devrimci Sınıfların Mevzilenmesi yazısı vardı. Mahir de bir ara oraya gelmişti. Biraz konuştuk. Ben o yazıdan birşey anlamadım, sadece PDA ile iyi dalga geçmiş diye düşündüm. Bu arada SBF yurdu baskını oldu. (10) Altı saat elimizde ne varsa polisle çatıştık. Sonra yakalandık. Başımdan yaralanmıştım, hastaneye kaldırdılar. Biraz meşhur olduk. Sonra Kurtuluş’da çalışmaya devam ettim. Bu arada 5 Mart (11) oldu ama okulda yoktum. Sabahtan akşama kadar gene koşturup duruyordum ama oldukça ürkektim. Çünkü neyi niçin yaptığımın farkında değildim. Sadece bu işlerin yapılması gerektiğini biliyordum, hepsi o kadar. Her gün bir devrimcinin öldüğü, kimsenin kimseye sahip çıkmadığı güvensiz günlerdi onlar. İdeolojik seviyem yoktu ama o sırada eyleme geçen THKO’ya değil de Dev-Genç yönetimini daha doğru buluyordum (daha doğrusu öyle hissediyordum).
            Mart’ın başlarında Ertuğrul Kürkçü bana Dev-Genç’in tüm yayın ve propaganda işlerini yakında üstleneceğimi söyledi ve ilk kez bende şafak attı. Hangi ideolojik seviye ve hangi pratik tecrübe ile? Yakın arkadaşlarımla durumu konuştum ve pratiğe girmem gerektiğini belirttim, bunun nasıl olabileceğini tartıştık. İçimde doğal olarak büyük bir ürkeklik vardı; gerçi hiçbir zaman gerçekleşmedi ama eğer verilseydi o görevi üstlenecektim. Buradan çıkan ilk sonuç: Karakterimde gözü kapalı işe giren, maceracı bir yön var. Bir de fazla hırslıyım (kariyer hırsı değil, ama başarı hırsı). Bunların değişik ve enteresan tezahürlerini ilerde anlatacağım. Aslında bana bu görevleri verenler de sadece üzerine aldığım her işi yapmak için vargücümle çalışmama güveniyorlardı. Hepsi o kadar.
            Sonra sıkıyönetim geldi. O dönem Ankara’da örgütün en önemli insanları arasında (Münir, Yusuf, Oğuzhan, Ertuğrul, Sinan Kazım) irtibat görevini yürütenlerden birisi oldum. Şu işe bak Belma. Daha bireyci bir kafa yapısından kurtulamamış, daha profesyonel devrimci olmaya bile tam anlamıyla karar verememiş, örgütün neyi savunduğu konusunda (silahlı mücadele iyidir) dışında hiçbir fikri bulunmayan bir insanın geldiği yere bak. Bu o dönemdeki hareketin de zaafıdır tabii. Kaytarmak aslıda çok kolaydı. O ortamda kim kimden sorulacaktı? Ama buna hiç teşebbüs etmedim. O dönemde temasta olduğum Selahattin (12)  (İlham’ın akrabası) şöyle bir değerlendirme yapar: “Bazan biz birşey yapamazdık, Engin kendi insiyatifiyle hallederdi. Çok enerjiktir.” Evet enerji, başka şey de arama.
            Neyse Temmuz’da Münir yakalandı. Ben artık deşifre olduğumu düşünüp çekildim ve Ankara’da ordunun bir fabrikasında staja başladım (bu arada dersler rezalet durumda olduğu için burs da kesilmişti). 1,5 ay hemen tamamen işçilerle beraber çalıştım. Çok ağır bir işti. Ben Mahir’in (kişi olarak) propagandasını yapıyordum ama daha çok onlardan çok şey öğrendim.
            Burada keseyim. Şimdi Levent geldi. Seninle görüşmüş. Bilseydim mektubu yollardım ama nereden bilebilirdim ki. Avukat da gelmedi. Yaşama şartlarınız iyi değil ama dayanın. Buradaki sümsük koğuş temsilcisini (Dev Gençli) zorlayıp gereken herşeyi yapacağız. Buna emin olun. Seni çok seviyorum.
            Bugün öğleden sonra 5 kişi (ben, Muharrem, Ali, İbo, Haydar) ifadeler meselesini tekrar konuştuk. Karanlıkta kalan birkaç nokta dışında herşey aydınlandı. Karanlık noktaların en önemlisi Kars meselesi. Bunun dışında Haydar’ın ben yakalanmadan önce sana sorulan isimler konusunda şüphesi vardı. Takip ama isimleri nasıl bilebilirler meselesi ve acaba ben mi uyardım, sen de beni kurtarmak için mi öyle diyorsun şüphesi. Kafam attı. Ben böyle birşey yapmadım dedim. Ayrıca yapsam bile Belma buna yatmaz. Sonra Haydar’ı çekip mektupların muhtevasını söyledim: Dışarıya neler söyleneceği, genel konular ve özel konu. İnanmıyorsan ilk mektup atılmamıştır, alır okursun, dedim. Zannederim ikna oldu.
            Poliste neyi niçin söylediğimi, neleri neden gizlediğimi açıkladım. Bu süreçteki hatalarımı belirttim, ancak bunların doğru bir tavır içindeki hatalar olduğunu savundum. Ötesini artık onlar değerlendirir.
            Bugün eve ve İlkin’e mektup yazacağım. Evden “Savaş Üzerine”yi isteyeceğim. İlkin’e gelince: Avukat bulma vb. gibi konuları eğer karşılık beklemeden ve sadece benim için değil de hepimiz için yapıyorsa yapmasını yoksa uğraşmamasını ve beni de ziyarete gelmemesini söyleyeceğim. Çünkü bu insanlar (eğer belirtmezsen) günahlarını verseler karşılığını isterler ve bunu silah olarak kullanırlar.
            Neyse ben yine hayatıma devam edeyim: Stajdan sonra okul açıldı. Örgütsel ilişkim çok zayıftı. Ayda bir buluşuyorduk ve benden hiçbir şeye karışmamam istendi. O dönem sınıfı geçtim ve 4. sınıfın ilk sömestirinde kaldığım dersleri de verip mezuniyeti garantiledim. Bu arada bilim felsefesine daldım. Teorik kimya ile çok meşgul oldum (vakit bulunca bilimle uğraşmak isteğini tatmin). 1971 sonbaharında Mahirler kaçtı, dışarıda durum bir ara çok iyi oldu. Sonra 1972 ilkbaharı, çok insanın yakalanması ve Kızıldere. O gün artık bu işin bizlere düştüğünü kuvvetle hissettim ama ne yapacağımı bilmiyordum. 1972 Haziran’ında tabanın girişimiyle ODTÜ’deki mücadeleyi yönetmek için dört (esasında üç) kişilik bir komite kuruldu, ben de içindeydim.  O dönemde THKO ile çok ilişkimiz oldu (Hasan Ataol takımı). Teorik formasyonumuz yoktu ama yaptıklarının yanlış olduğunu hissediyorduk.
            Yazın mezun oldum (45 kişi içinde beşinci). Ve okumaya başladım ve ne garip o halimle dışarıda olanların en tecrübelisi, ideolojik seviyesi en yüksek olanı bendim. Anla artık vaziyeti. Önce Türkiye üzerine okudum. Sonra Kesintisiz Devrim II-III elimize geçti ve hiçbir şey anlamadım.
            Burada gene ara verelim. Anladığım kadarıyla buradakiler benim içerdeki tavrımı temelden yanlış buluyorlar (gerçi bu sadece sezgi). Herkes ne yaparsa yapsın sen hiç konuşmayacaktın düşüncesi var. Şüphesiz o zaman salt bir devrimci olarak benim sorumluluğum kalkardı ama bir sorumlu olarak kalkmazdı. Ben kendimi değil örgütü kurtarmak zorundaydım. Neyse bu konuda buradakilerin, sizlerin, yakalanıp bırakılanların ve diğer sorumlu arkadaşların çoğunluğunun görüşü belirleyici olacak. Ben yaptığımın içinde hatalar olduğunu ancak özde doğru olduğu görüşündeyim. Örgüt battı vs. katılmıyorum. Ancak çoğunluk aksini düşünüyor ise o zaman ister 2 ay, ister 4 yıl, isterse 20 yıl sonra buradan çıkacağım ve o zaman ne yapacağımı da gayet iyi bilirim (bir otomatik bulurum nasılsa). Eğer bu hata ise iyi niyetle yapılması bir anlam taşımaz çünkü. Neyse bu konuda artık rahatım, eski huzursuzluğum yok.  
            Koğuştan hemen her gün birisi tahliye oluyor. Koridora çıkıp marş söyleyerek uğurluyoruz. Belki sesimiz geliyordur. Gece oldu. Silah sesleri başladı, içim sıkılmaya başladı gene. Yahu rahatınız yok ama adam örgütleyebiliyorsunuz herhalde. Ne şans gerçekten. Burada uğraşılacak kimse yok. Evet, nolucak şimdi (13). Neyse hayatımıza devam edelim (inşallah sıkmıyorumdur).
            Neyse boşver. Yarın devam ederim. Bu gece televizyonda sinemayı seyrettim. Bir casusluk filmi. Adam gelir, başka bir ülkede görevini yapar, kendisine bir kız yardım eder. Giderken onu da götürmek ister. Kız olmaz der, çok azız gidenin yeri dolmuyor. Savaştan sonra buluşmak üzere ayrılırlar. Dışarıda seyretsem dert değil de burada ve senden yüz metre uzakta seyredince bir tuhaf oldum. Vay canına sayın seyirciler. Çocukluğumda böyle şeylerden çok etkilenir, geceleri yatağımda sık sık yıkılmayan dostlukları, ayrı bile olsalar birbirini seven, birbirine güvenen insanları düşünür, onlara hayran olurdum. İnsanın aklına gelen başına geliyor. Ve şimdi saat 23 ve hiç uykum yok. İyice de efkarlandım, bu kafa ile yatarsam uykuda neler görürüm ve yarın nasıl kalkarım bilmem. En iyisi senin uzun mektubundan bazı yerleri okuyup moralimi düzelteyim sonra yatarım. İyi geceler benim tatlı karım.
            Cuma sabahı. Gece pek az uyuyabildim, neden bilmiyorum. Sık sık seni düşündüm. Neyse hayatımıza devam edelim. 1972 sonrasının olaylarını bildiğin için onları uzun uzun anlatmayacağım sadece çeşitli dönemlerdeki psikolojik durumumu anlatacağım (burada duralım radyoda Hekimoğlu çalıyor).
            1973’de zorunlu olarak master yapmak durumunda kaldım. Okulu iyi dereceyle bitirdiğim halde ortalıktan kaybolmak dikkati çekecekti (zaten bir avuç olan devrimcilerin içinde eskisi gibi dikkat çekmemek artık olanaksızdı).
            1972 kışı ve 1973 baharı ideolojik seviyemizi yükseltmek ve okula yeni gelenleri örgütlemeye çalışmakla geçti (senin tanıdğın Pire ve Rıza bu dönemde çıkar). Ancak benden daha çok işler Necati’nin üzerindeydi. Kendime hiç güvenim yoktu (nasıl olsun ki). Gene de Kesintisiz II-III’ü vargücümüzle kavramaya çalışıyorduk. 1973 başında işe girdim. 1973 baharında İlker ile karşılaştık. Ve de birbirimizden hiç hoşlanmadık başlangıçta. Bu dönemde ayrıca Filistin’den THKO’lu bir grup geldi, onlarla kapıştık. Örgütlediklerimizin az da olsa bir kısmını aldılar (bunda benim insiyatifsizliğimin de payı var). O yaz örgütlediğimiz bir avuç insanı memleketlerinde çalışma yapmaya gönderdik. Sonbaharda İlker ile anlaştık ve bütünleştik. O kış Yüksel ile tanıştık. Örgütleme yapıyorduk bir yandan da Kesintisiz II-III’ü, onun nasıl bir çalışma ve örgütleme istediğini kavramaya çalışıyorduk. 1974 başında ilk kez iki silahımız oldu (14’lü ve Barabellum). Minicik örgütün tüm mali yükünü benim maaşım çekiyordu.
            Bu dönemde büyükler içeriden çıktı. Onları gözlemeye başladık ve halâ hiç birimiz ne yapacağımızı bilmiyorduk. Ve birinci ayrılık: Bağımsız siyasi bir örgüt kurmak isteyenlerle buna karşı çıkanlar. Bizim aramızda en sivri durumda ben olduğum için epeyce spekülasyon konusu olduk (kariyerist vs.). 1974 yazında master bitti ve Rus Devriminden Çıkan Dersler basıldı.
            O sıralar emperyalizm tartışmaları gündemdeydi ve Mahir’e en çok bu noktadan saldırılıyordu. Aramızda biraz tartıştık. Ben Sadun Aren’in 100 Soruda Ekonomi kitabını şöyle bir okumuştum (hepsi o kadar). O yaz ekonomi öğrenmeye karar verdim ve 9 ayda Türkçe’de çıkan her ekonomi kitabını (Mandel, Sweezy ve Kapital’in 1. cildi dahil) okudum. İngilizce de epeyce şey okudum (Nikitin’i okumadım). Sonra bunalımlar meselesine kafa yormaya başladık. 15 gün İstanbul’da kaldım ve kafamdan bunalımın sosyalizmin varlığıyla başladığı sonucuna vardım. Ankara’ya dönünce bu meseleyi konuştuk. Bir gece hastanede nöbette iken Necati Nikitin’in yeni baskısıyla geldi. Bunalımlar konusunda aynı şeyleri söylüyordu. Tabii çok sevindik ama bu daha işin başıydı. Mahir’in koyuş şeklinin (1903) daha doğru olduğunu sonra anladık (keşke o dönem ben nöbette iken hastaneye gelseydin). Esas önemli konu bizim strateji için o dönemde neler düşündüğümüzdür. 1971 yenilgisi, o hareketin tecrübelerini bize aktaramaması, ideolojik seviyemizin düşüklüğü, siyasi tecrübenin olmaması ve pek az gücümüzün bulunması; 1971 hareketinin gerekli kitle bağlarını kuramamış olması bizde adam kaçırmak vb. gibi eylemlere karşı bir çekingenlik yaratmıştı. Psikolojik yıpratmanın ne olduğunu tabii hiç anlamamıştık. Kitle bağı ve onların istekleri önemliydi bizim için ve bununla psikolojik yıpratmayı da birbirinden ayırıyorduk. Bunun sonucu Acil’in ikinci kısmı yer yer sağ bir görünüm taşır. Stratejiyi anlamamız için 1971 hareketi kadar uzun olmasa bile tecrübe kazanmaya ihtiyacımız vardı. Bu anlamda Acil biraz erken yazıldı; ama götürdüğünden çok fazlasını getirdi.
            Gelelim 1975 yazına. Son iki yıl çok önemli. 1975 yaz başlarında aramızda önemli çelişkiler çıktı. Artık devrimi omuzlamanın bizim üzerimize düşeceği anlaşılıyordu ve bunu düşünmek bile bizi korkutuyordu. Hepimiz birbirimize bakıyorduk. Birimizin çıkıp diğerlerine güven vermesini herşeyi sürüklemesini istiyorduk ama tek tek hiç birimiz bunun güvenini kendi içimizde duyamıyorduk. Bu durum herkesin yetersizliklerinin ağır biçimde eleştirisini getirdi. Lenin veya M. Çayan değildik ama olmak veya olmaya çalışmak zorundaydık. Kabak önce Yüksel’in başında patladı. Yüksel 1971 öncesi ve sonrasında sürekli olarak çok niteliksiz bir çevrenin içinde bulunmuştu. Bu durum onu örgütsel çalışmada sistemsizliğe ve aşırı abartmacılığa itiyordu (örneğin kadro dediği bazı insanlar daha marksizmi ancak öğrenmişlerdi). Sınıflar mücadelesi karşısında her birimizin yetersizliği, birbirimizin eksikliklerini çok kırıcı biçimde göstermeye götürdü. Yüksel için eleştiri çok kırıcı oldu (esas konuşma Yüksel-İlker-Necati arasında geçti ve ben her zaman yaptığım gibi sessiz kaldım). Ardından sıra bana geldi. Eleştiriler:
1-    İnsiyatifsizlik (hatayı tespit ancak müdahalede yetersiz kalmak). Bazı konularda
herşeyi normal karşılamak (Yüksel’in sonradan söylediği objektivizm).
2-    Örgüt çalışmasından uzak kalmak (1972-75’de genellikle hep Necati ile konuştum,
bunun dışında iki kişiyi örgütlemeye çalıştım). Dolayısıyla tabanla bağın zayıf olması.
            Yani 1972-75’de benim örgütlenmedeki fonksiyonum: İdeolojiyi açıklamak ve üst düzeyde örgüt politikasına yön vermek konularını tartışmaktı. Pratikte önemli bir faaliyetim olmadı.
            Bunun iki nedeni vardı: Birincisi; bazı yazıların hazırlanmasıyla çok uğraşmam. İkincisi ise, içine kapanık bir yapıya sahip olmam ve kendime güvenememem. O örgütlemeye çalıştığım iki kişi de sonradan zıpır çıktı. Yani örgütlenme faaliyetine benim katkım dolaylı idi. Ancak bu eleştiriler sırasında ben askerde olduğum için benim açımdan fazla kırıcı olmadı. Bu dönemde tam bir psikolojik yalnızlık içinde idim (sınıf mücadelesinin ağır yükü karşısında aslında hepimiz aynı durumda idik) ve biraz da bu nedenle aslında erken olan bir evlilik yaptım.
            Askerlik benim için çok faydalı oldu. (14) İnsan uzaktan, dışarıdan çok şeyi daha iyi görüyor. Bireyci ve içine kapanık halimden kurtulmaya ve daha insiyatifli olmaya karar verdim. Sonra sorumluluk aldık ve İstanbul’a geldim. Seninle karşılaştığımda durumum buydu. Teorik seviyesi iyi, örgütlenme pratiği ve tecrübesi zayıf bir kişi. Ve benim devrimci hayatımda ilk örgütlediğim insan sensin Belma. Daha önce de çeşitli kişilerin örgüte katılmasında katkım olmuştu ama bu kadar direkt değildi. Bugüne kadar bu gerçeği herhalde bilmiyordun. Bu nedenle bazan sizinle 2-3 saatlik çalışma yapmak için (bazan sadece bunun için) 8 saatlik yol gelmeme şaşma. Buradaki çalışmanın benim için özel bir önemi vardı. O dönem senin önsezi ve anlayış kabiliyetin dikkatimi çekerdi. Seni tanıdıkça sende kendimi buldum.
            Bundan sonrasını biliyorsun, artık olayları anlatmaya gerek yok. Sonuçlar ve her olaya bunun yansımasını ele alalım.
            Burada biraz duralım. Levent’in gülme krizi halâ geçmedi (Hilal’in Banu’ya söylediği). Bugün ilk kez eğitim çalışması yaptık ve Ne Yapmalı’yı okuduk. Oldukça iyi oldu. Akşam gene Müslüm ile tartışma olmuş. Adam Turgutlu MHP Başkanı’nın bu kadar vahşice öldürülmesine karşı çıkmış (resmen salak bu herif).
            Bugün nasılsınız efem? Keyfiniz, moraliniz yerinde mi? Sen benim aklımdan niye hiç çıkmıyorsun? Nolucak şimdi? Aklıma gelmişken söyleyeyim: İlkin’e dün bir mektup gönderdim ve bu işin bittiğini tekrar anlattım. Mektubunda evlensek olur mu, ne dersin diyorsun. Şüphesiz bunu şartlar belirler. Ama benim için en önemlisi bu lafı senin ağzından duyuyorum ha. Vay canına. Bunu bir evlenme teklifi olarak kabul edebilir miyim acaba? Biraz düşüneyim, bana biraz zaman tanı (gördüğün gibi yer değiştirdik). Neyse, bunu söylemen bile beni çok mutlu etti.
            Birden aklıma ne geldi? “Böyle olunca çok utanıyorum, benim için yapıyorsun sanıyorum.” Hatırladın mı, her zaman söylerim, sen çok tatlı bir kızsın.
            Burada derim rahat, ikide bir sivilce arayan, bulamayınca da yağ var bahanesiyle her tarafımı sıkan birisi yok. Ümit ederim orada da milletin sivilceleriyle uğraşmıyorsundur.
            Gene bizim eski meseleye dönelim: İfadeler meselesini tekrar konuştuk. Bazı karanlık noktalar var ve aramızda anlaşamadık. Kötü bir durum ama böyle. Bir kere bazı isimlerin ben yakalanmadan bilindiği konusunda şüphedeler (neyse). Kars meselesi karanlık. Bunun dışında önemsiz bir-iki konu da karanlık (ama doğru söylemek açısından önemli). Bunlar bırakılan arkadaşlar gelince aydınlığa çıkar. Sana sorulan isimleri İsmet de duydu mu? Ayrıca Ali’ye senle geçen Ekim’de buluştuğumuzu (yeri ile) söylemişler. Bu nereden çıkıyor? Burada Muharrem içerde söylediği konuları da bana yıkmaya kalktı. Çelişki büyümesin diye fazla konuşmuyorum, somut delille konuşmak daha iyi olacak. Bir hata daha yaptım galiba: Poliste ifadenin sonunda çeşitli evleri (Cumali, İbo, Ali Yıldırım, vb.) benim vasıtamla bulduklarını yazdılar, ben de nasıl olsa hepsi basıldı diye imzaladım. Hata oldu galiba. Gerçi yazılan bazı evlere gitmediğimi kesinlikle kanıtlarım ama gene de silah olarak kullanılabilir bana karşı. Onun dışında Haydar’ın tavrını eleştirdim. Önyargılı davranıyor. Cemil (15) ile konuştuklarında Cemil zaten kimin konuştuğu gazetelerden belli demiş. Bu da ses çıkarmamış. Bu durum (benim herşeyi söylediğim) dışarıda Cemil tarafından kullanılıyor ve tabii panik havası doğuyor (veya doğabilir). O zaman verilmeyen bunca şey ne işe yarar? Ne ise verilenin geneli nasıl ve ne ölçüde etkileyeceğini en iyi geneli bilenler (GK) karar verir. Bazı adamlar o kadar geri zekâlı ki banka eylemini teferruatlıca anlatmamı (bankayı kabul etmişiz), Hilal’in bizim evi bildiğini söylememi  hata olarak görüyorlar. Dedik ya, suçlu bulundu, herşeyi yık. Ama işler o kadar ucuz değil. Bu tür şeylere girilmesi beni kötü psikolojiden bile kurtardı, yanlış olan birşeye karşı sonuna kadar direneceğim. Polisteki taktiğimin bana ne sorumluluk getireceğini önceden iyi biliyordum. Arada hatalar da yaptım ama yapmadığım şeyleri suçluluk kompleksi vb. gibi şeylere kapılıp üstlenmeyeceğim. Yok öyle şey. Kaldı ki tek suçlu ben olsam ne olacak? Herşey düzelecekse, işler yoluna girecekse, kişiler düzelecekse ve herşey aydınlığa kavuşacaksa seve seve herşeyi üstlenirim. Ama işin ucu öyle değil.
            Bir de bu adamların takip tekniğine akıl erdiremememiz işleri çatallaştırıyor. Örneğin 2 Ağustos Salı bizim ev bulunuyor. (16) 4’ünde biliyorsun dinamitleme için bir yere gittik. Hiçbir soru yok bu konuda. 6’sında İnter’i yaptık. Evden ne zaman çıktığımı bilmiyorlar. 7’sinde eğitime gittik, bahis yok. 8’i akşamına kadar bir arkadaş evdeydi, birkaç kere girip çıktı, sorulmadı. 14 veya 15’inde Mete ile buluşuyorum, belli. Birkaç gün sonra ben, Mete, Hilal buluştuk, polis bilmiyor. Onun dışında Ali’nin bikaç kez gittiği ev basılmıyor. Bir kere gittiği ev basılıyor ve yakalanıyor (o zaman ben verdim hikâyesi çıkıyor ki ben Levent’in evinin semtinden başka şeyini bilmiyordum). Bu ne biçim takip anlamadım. (17)
Neyse, bugün de akşamı bulduk yine. Akşam olunca seni daha çok hatırlıyorum nedense. Belki tenin akşamın renginde de ondan. İyi ol, sana bunu çok sık yazıyorum çünkü mutlaka öyle olman gerek. İyi olacağına, ne gerekiyorsa onu yapacağına tam bir güvenim var zaten. Biliyorsun benimle olmak beni sevmek zor. İnsanın başına türlü iş çıkarıyorum. Neyse, ne yapayım isteyerek olmuyor. Silah sesleri gene başladı, insanın aklı gene dışarıya gidiyor.
            Neyse artık uzun uzun anlattığım şeylerin sonuçlarına geçelim. Şüphesiz bu sonuçlar üzerinde daha çok düşünmek zorundayız. Onları zenginleştirmek zorundayız. Onun için bu sonuçları ilk tespit olarak kabul etmek gerek.
            Benim aşırı dengesiz bir gelişimim var. Yüksek bir yapı düşün, aradaki bazı katların duvarları eksik. İşte bunun gibi bir şey. Bunun sonucu yapı yükseldikçe yük daha zor taşınır hale geliyor. Gerçi yükselirken de arada bazı duvarlar yapıldı ama yetersiz. Olamayacağımız insanların yerinde olmayı zorunlu olarak denedik. Tabii bu aşırı dengesiz gelişimi sadece olaylara bağlamak yanlış olur. Benim yapımın da bunda etkisi var. Uzun yıllar içine kapanık bir insan olarak kalmam bu eksiklerin daha çok tamamlanmasını engelledi. Aslında şimdi dışarıya bayağı açığım. Genel ve büyük meseleleri çok irdelerim, çok düşünürüm ve genellikle kararda en sona kalırım (Gültenlerle ayrılık ve son ayrılıkta da en son karar veren ben oldum). Ancak karardan sonra da onu en büyük bağnazlıkla uygularım. Başarılı olacağımız konusunda güven duyarım. Başkalarına da bu konuda güvenirim. Ancak küçük meseleleri aynı ölçüde irdelemem. Üzerlerinde uzun boylu düşünmem. Bu durum karar vermek ve kararı örgütlemek (yerine getirmek) arasında çelişki doğurur. Tahliller, hedef seçimi genellikle mükemmel tespit edilir (genel mesele). Ancak bunun örgütlenmesi tek tek küçük işlerin de organizasyonunu gerektirdiğinden bu konuda ilki kadar başarılı olamam. Büyük meselelerde başkalarına güvenirim (örneğin belirli bir politikanın belirli bir yerde uygulanacağı). Ancak iş daha küçüklere gelince içim içimi yer. Arkadaşlar eyleme gidince huzursuzluktan duramam. Aslında Ağustos’ta kısa sürede çok ve hatasız iş yapmamızın temelinde hepsine benim katılmamın payı var sanırım. Bunun nedenleri dengesiz gelişimden ve yapıdan geliyor ama aradaki organik bağı tam olarak kuramadım. Bu konuda senin de yardımın gerekli.
            Hayatımda boyumdan büyük çok işe girdim. Yapamadıklarımın yanı sıra somut ve önemli yaptığım şeyler de oldu.
            Senin gelişimin bana göre farklı. En başta çok dengeli. Herşeyi irdeleyerek, uzun uzun düşünerek adım atmak sonucu geçilmesi gereken her aşamadan geçerek buraya gelmişsin. Bina fazla yüksek değil ama çok sağlam, arada hiç boşluk yok. Ancak altından kalkabileceğin işlere girmişsin. Bunun sonucu (benim aksime) girdiğin toplam işe göre başarı oranın yüksek. Tek tek ve muhtevası büyük olmayan işlerde benden daha başarılısın. Ancak kaçınılmaz olarak herşeyi çok irdelediğin için görüş ufkun dar kalıyor. Örneğin bugün dışarıdakilere benden daha az güveniyorsun. Herşey açık ve belirli olunca kendine sonsuz bir güvenin var. Herşeyi anlayınca, kavrayınca yapamayacağın yok. Ama ortalık sisli olunca, meseleler bulanık olunca, yolu biraz da el yordamıyla bulmak gerekince ürküyorsun, çekiniyorsun (bu konuda da ben biraz fazla cesurum). Sana içine kapalısın derken kendine bir dünya kurmuşsun herşeyi o gözle görüyorsun, oradan gözlüyorsun anlamında söylemiştim. Çok zor inanıyorsun (aşırı irdelemeden). O zaman sağlam iş yapıyorsun ama aslında yapabileceğinden daha azını yapıyorsun. Örneğin seni sevdiğime seni ikna edinceye kadar çok uğraşmıştım.
            Sonuçları şimdilik burada keselim. Bunların gösterdiği kadarıyla birbirini tamamlayan insanlarız. Bizi farkında olmadan birbirimize çeken de bu oldu herhalde. Bir şeyi daha belirteyim canım. Her adımını sağlam atmaya çok alıştığın için yaptığın bir hata seni çok etkiliyor. Adeta kendine güvenini hata yapmamak üzerine kurmuşsun. Kendini başkalarından uzak tutmak üzerine bazı şeyleri inşa etmişsin. Sanki olayların, içgüdülerin seni bazı şeylere zorlaması ve senin de buna uyman bazan zayıflık gibi geliyor sana. Örneğin ilk kez seni sevdiğimi söylediğim geceyi ele alalım.  
            (...)
            Cumartesi sabahı. Konumuza devam edelim. Benim burada yapmam gereken dengesiz gelişimimi düzeltmek, boşlukları tamamlamak, kısaca binayı sağlamlaştırmak. Aslında bu yönden bakılırsa buraya girdiğim iyi bile oldu (fazla kalmamak şartıyla tabii). Teorik olarak kendimi boş hissediyorum. Uzun zamandır doğru dürüst birşey okumadım. Gerçi şu halimle daha epeyce idare ederim ama insan kendini eksik hissediyor. Onun için yakında okumaya, yazmaya başlarım.
            Sana biraz da Devrimci Gençlik’in son sayısından bahsedeyim. Adamlar MC’ye karşı bizim ve MLSPB’nin yaptığı eylemlere karşı çıktılar. Yüzleri iyice açığa çıkıyor artık. Dergideki yazı özetle şöyle:
            MC ile birlikte provokasyon ve dehşet ortamının doğması için polis çeşitli oyunlara girdi. “Söz konusu olayların, üzerinde durulması ve açığa çıkarılması gereken ilk yönü, bomba olaylarını üstlenen ve bu suretle sözüm ona ‘silahlı eylem’ yaptıklarını iddia eden görüşlerin su götüremez tutarsızlıkları ve saçmalıklarıdır.” Ardından şöyle devam ediyor: “MLSPB gazetelere telefon ederek ayın 1’inden 7’sine kadar yapılan eylemlerin kendisine ait olduğunu geri kalanının polisçe düzenlendiğini söylemiş. Polisin 7’sinden önce de iş yapmadığı ne malum?” (Mantığı anlıyorsun.) MLSPB eylem bezirgânlığı yaparken kendini karşı devrimci güçlerin yanında bulmuştur. Bize pek laf edilmemiş. HDÖ-MLSPB (18) rekabeti konusunda biraz spekülasyon yapılmış. Ve sonuç: Faşizme karşı en geniş kitlelerin direnişini örgütlemek ve bunun için eylem yapmak. Nasıl iyi mi? Demek ki kriz derinleşiyor. Yapılanlar gerçekten dokunuyor bu heriflere.
            Bu arada aramızdaki ifadeler konusunu da halledelim. Ben seni 1975’de Akdoğan vasıtasıyla tanıdım. Bu yıl ilkbaharda tekrar karşılaştık (Mart-Nisan) Duygusal ilişki vs. Evi sahte kimlikle tutmamızın nedeni benim İlker’in akrabası olmamdan dolayı sürekli polis tarafından rahatsız edilmem.
            Hilal’e gelince: Töb-Der’de veya sendikada tanıdım. Genel politik meseleler üzerine konuşurduk. Şuna söyle ağzını alıştırsın ve bana Ahmet demesin.
            Arzu’yu tanımıyorum. Gerçi evde Çvş’a yazılı mektubu bulabilirler ama ben bu konuda zabıt imzalamadım.
            Bana kesinlikle hoca veya Ahmet denmesin. Bu adamlar böyle şeylere dikkat ederler.
            Bir de mektubunda senelerce birbirimizi görememek zor olur diyorsun. Bu da nereden çıktı. Ben kırarsam herşeyi bana yıkar çıkarsınız. Kıramazsam zaten herşeyi üstleneceğim. O zaman da fazla yatmazsınız. Size de ne oluyor be. Dinlenip çıkacaksınız alt tarafı.
            Mektubun sonlarına geliyorum artık. Zannederim şimdiye kadar sana yazdıklarımın içinde en iyisi bu oldu. Tamamen olmasa bile eski mücadele ruhunu yeniden kazandım. Yaşama sevinci ve hayata yenilmemek. Bu ikisi her yerde ve her zaman yapabildiğin ölçüde mücadeleyi gerektirir. Ben de bazan umutsuzluğa kapılıyorsun gibi geliyor bana. Sakın öyle birşey yapma. Herşeyden önce yarına güven, bazan o yarın yakın görünmese bile. Dışarıdakilere güven. Şunu düşün herşeyden önce: Sınıflar mücadelesinde doğru politik çizgi herşeyin üzerindedir. Ve sadece bu doğruluk bile yiğit ve yetenekli insanları bir araya getirebilir. Böyle olmasaydı eğer örgütleme tecrübesi, siyasi tecrübesi komik denecek kadar düşük olan bizler bu kadar insanı (ki bazıları bizden daha iyi olacaklar) nereden ve nasıl toplayabilirdik? Bana güven. Arada umutsuzluğa düşsem bile her yerde ve her zaman yapabildiğim ölçüde mücadeleyi sürdüreceğim. Seni çok seviyorum ve her zaman da seveceğim.
            Şu anda beraber olduğun insanlara güven. Şu veya bu sakatlıkları olabilir ama özleri sakat olsaydı eğer buraya kadar bizimle gelemezlerdi.
            Alacakaranlıkta ilerliyoruz. Dünyada bizden önce siyasi tecritin öncü savaşıyla sağlanması konusunda başarılı bir deney yok. Yolumuz bazan iyice karanlıklaşıyor. Ve doğal olarak kesin hatlarıyla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Bu aslında başka ülkelerde ister başarılı ister başarısız tüm devrimcilerin başına gelmiş bir olay. Biz de o yollardan geçeceğiz. Yolu iyi bilmiyoruz ama bu öğrenmeyeceğiz anlamına gelmez.
            Şimdi gazeteler geldi. Haydi gözümüz aydın. Bize idam istiyorlar. Sizler için de 5-20 yıl diyor. Gerçi gazete palavra sıkıyor, sorgulama yapılmadan iddianame yazılamaz. Sakın fazla yatarız filan diye moralinizi bozmayın. Sizi kesin kurtarırız, ne yapar eder bunu yaparım. Tahminim idamı da sadece bana verirler (keşke öyle birşey yapsalar). Neyse canım biz işimize bakalım gene de. Yahu bu avukatlar da nerede kaldı. Yakında sorguya çağrılırız, bir danışsak iyi olurdu. Sizler kesinlikle ilk ifadenizde ısrar edin. Size birşey tutturamazlar. En fazla birkaç mahkeme sonra çıkarsınız. Ben nasıl bir ifade vereyim diye düşünüyorum. Neyse bir çözüm buluruz.
            Sevgili karım benim. Ortam 12 Mart sonrası dönemin bir ölçüde geri geleceğini gösteriyor. Böyle bir ortamda, siyasi bir davada 1971’den beri de ilk kez idamla yargılanmak az iş değil. THKO’dan bile üç kişiye idam verdikten sonra aramızdan ancak bana verebilirler. Ve bir bakıyorsun gerçekten de veriyorlar. Hayatımızda bir de Deniz Gezmiş olmak varmış desene. Güzel karım benim. Kimi sevdin farkındasın değil mi. Buraya kadar yükselebilecek insan değildik ama öyle olduk. Ama burada duracağım ve gereken şekilde bu yerin şerefine layık olmaya çalışacağım.
            Cumartesi akşam oldu gene. Çok uzun bir mektup oldu bu. Hiç böylesini de yazmamıştım. Senin de anladığın gibi iyiyim. Buraya alıştım (kaderci anlamda değil, burada yapılacak şeyler var ve yapmam gerek). Senin de aynı şeyleri düşündüğün ve yaptığın konusunda hiç şüphem yok. Sinirlerim de düzeldi. Seninkilerin de düzelmesi gerek. Burada bir süre derin düşüncelere dalacağım. Hayatımdaki boşlukları doldurmaya çalışacağım. Bu zaman alır ve iyi bir noktadan başlamak gerek. Dediğim gibi bu konuda senin yardımına ihtiyacım var.
            Sinirlerin neden bozuk? Olayların sonucuysa normal ve geçer. Sürekli olarak yaptığımız ve gayret gösterdiğimiz bazı şeylerin boşa gittiğini vegideceğini düşünüyor da üzülüyorsan, bu yanlış. Şüphesiz bizler enerjimizi en verimli biçimde harcamaya çalışırız. Ama hayat öyle bir şeydir ki, birşey yapıldığında onun için gerekenden çok daha fazla enerji harcanır. Bilimsel araştırma böyledir. Yeni bir şey bulmak için yüzlerce yol denenir. Devrimci mücadele böyledir. Paris Komünü’nde 70.000 kişi öldü ve bu sayede marksist teoriye burjuva devletinin yerine proleter devletin kurulması ilkesi girdi. Proletaryanın savaş tecrübesinin artması ve yeni bir hat bulunması için oldukça ağır bir bedel değil mi? Dünyada gerilla savaşlarında ölen yüzlerce gerillaya ve karşılığında elde edileni düşün. Büyük bir oransızlık vardır. Tel-Zaatar’ı düşün. Kazandırdığı tecrübe ve verdiği örnek için büyük bir bedel ödendi. Bunun gibi çok örnek verilebilir. Devrim süreci karanlık, fırtınalı bir denizdir. Biz de bir sahilden diğerine gitmek için kayıkla yola çıkmışız. Öyle bir kayık ki bu, karşı sahile yaklaştıkça büyüyor, gemi oluyor. Arada bir darbe yiyor, tahtaları kopuyor. Devrimci örgüt böyledir. Başlangıçta tahta parçası, sonra sal, kayık, gemi vb. Bir an bizim salın battığını sanıp çok fena olmuştum. Ama sal yüzüyor, sadece birkaç tahtası koptu. Bu sal uzakta bile olsak insanın kafasında daima yüzmeli.
            Gece oldu gene ve burada gece olmasını hiç istemiyorum nedense. Sen iyisin değil mi Belma? Bunu çok sık soruyorum çünkü gerçekten öyle olmanı istiyorum. Seni çok seviyorum, çok özlüyorum ama buna da alışacağız. Gece olunca içimi bir hüzün kaplıyor nedense. Neyse o kadarı da olacak artık.
            İnsanın yeni acılara dayanabilmesi için eski acıları çıkarıp incelemesi ve onları daha derine gömmesi gerek. Hava hafif soğuk, dışarıda yağmur çiseliyor. Bilirsin çok severim bu havayı. Neyse seni de kederlendirmemek için mektubu şimdilik keseyim. Gece olduğu hemen belli oluyor değil mi. İyi geceler benim güzel karım. Seni çok seviyorum.
Pazar sabahı. Aklıma geldi, iki hafta oldu baldız (19) gelmedi. Küstü herhalde. Böyle insanlarla uğraşmak zor valla. Sen nasıl uğraştın bunca yıl anlamadım.
Dışarıya gönderilecek yazı konusunda: Onlara gereken bilgileri verdik, eksikleri de vereceğiz. Bunun dışında aramızda anlaşamadığımız için polisteki tavrın değerlendirilmesini yapmak için erken. Yalnız dışarıya spekülasyon yapılmamasını belirteceğiz.
Bana kendi hayatını yazmayı unutma. Özellikle nasıl devrimci olduğunu ve hangi aşamalardan geçtiğini yaz.
Bundan sonraki sayfada Arzu ve Hilal’e (özellikle ikincisine) bir mektup var. İster sen oku, istersen o sayfaları onlara ver. Ayrıca bir mektup daha var. Haydar, İbo, Ali katılıyor, Muharrem gönülsüz olarak katılıyor. Siz gereken ilaveyi yaptıktan sonra dışarıya gidecek. Bugün veya yarın elinize ulaştırmaya çalışacağız. Salı günü Levent’in avukatı gelecek. Seni çağırtırız. O zaman cevap verirsiniz.
Sabahları biraz soğuk oluyor. Hep senin üşümen, üstünü örtmem aklıma geliyor. Bazan üşümemek için bana sarılırdın. Yine üşüyor musun sabahları?
Sevgili karım. Kafam adeta boşaldı, çok yazdım ve şu anda yazacak şey bulamıyorum. Sana daha çok şeyler yazacağım. Ancak onlar üzerinde iyice düşünmem ve sistemli hale getirmem gerek. Bana yaz, uzun yaz. Senin yazdıklarını okumaya her zaman ihtiyacım var. Bugün Pazar. Bir süre düşüncelere dalacağım.. Sakın kötümser olma, beni merak etme. Hayatta çok şey gördüm. Nerede ve nasıl olursa olsun kendime mücadele edilecek bir amaç bulurum. Ben yavaş da olsa daha iyi olacağım. Bu konuda hiç endişeye kapılma. Oldukça kötü bir dönem geçirdiğimi biliyorum. Dışarıdaki o psikolojik durumumdan sonra normal. Bu konularda çok zorlandım, kendimi çok zorladım. Hatalar yaptım. Ama bir değerlendirme yaparken bütünü gözönüne alıyorum. Bir örgütü hemen hemen tek başıma ayakta tuttuğum günleri hatırlıyorum. Bu gelecek için bana güven veriyor. Neyi ne kadar yapabilirim bilmiyorum ama mutlaka birşeyler yapacağım kesin.
Senin de iyi, çok iyi olmanı istiyorum. Yalnızlık duygusu gibi şeylere kapılma. Yalnız değilsin. Herşeyden önce ben varım. Benim bir karım varsa senin de bir Engin’in var. İçimden gelen tüm coşku ile, kayığı batmayan insanların coşkusu ile seni kucaklarım.

            E.

Bizim TİKKO’lu görüşme yapamayınca mektup eline ulaşmadı tabii. Biraz önce Filistinlilerden biri geldi. Gazeteyi gösterip “bizim mühendis bu nasıl iş” dedi. Benim neşeli oluşuma şaştı. Gerçi gazetenin numarasının dikkati zamlardan çekmek olduğu belli ama sanki yazdığı gerçekmiş gibi düşünüyorum ve keyifleniyorum. Bu herifler gerçekten beni assalar hayatımın son beş yılında bu örgüt için yaptığımdan daha fazla iş yapmış olurum. Yalnız anlaşılan nokta şu ki bu dava üzerinde çok spekülasyon olacak. Senin için vereceğim ifade önem kazanıyor. İlk ifademi söyleyeceğim ama evi takma isimle birlikte tutmamız kötü.
            Belki bana soracaksın neden bu kadar neşelisin diye. Örgütün geleceği ne olacak diye. Bak Belma, bak sevgili karım: Hayatımda hiç kimse benimle eğitim çalışması yapmadı. Sadece ilk devrimci olduğum yıllarda bir kez şöyle bir şey oldu. Hatırlıyorum SSCB-Çin çelişkisini sormuş ve adamı epeyce sıkıştırmıştım. Şöyle olursa ne olur, böyle olursa ne olur sorularıma sonunda bir cevap vermişti. O durumda da samimi, yetenekli ve bu işi yapabilecek iyi insanlar çıkacaktır. Özünde insanlığa güveni, yarına güveni taşıyan bu cevabı hayatım boyunca unutmadım. THKP-C’den sonra da bizler çıkmadık mı? Biz burada bitsek bile (ki hiç de öyle değil) bizden sonra başkalarının çıkmayacağını nasıl iddia edebiliriz?
            Biz koştuk, didindik, uğraştık ve şimdi durmak zorunda kaldık. Ve dönüp geriye bakacak zaman bulduk. Az iş yapmamışız Belma. Daha iyisini yapabilirdik, daha az hata yapabilirdik. Ama gene de az şey yapmadık. Beş yılda bir hiç olan insanlardan başlayıp adını ülkede duyurmuş bir örgüt olduk. Ve bunu sürdüreceğiz. Zaten artık bu iş bizim irademizden çıktı. İstemesek bile sürecek.

DİPNOTLAR
5. 26 Ocak 1976’de Beylerderesi’nde öldürülen üç kişiden birisi olan İlker Akman, İlkin’in kardeşidir. Yüksel Eriş ile birlikte daha sonra Acilciler olarak tanınacak örgütü kurduğumuz üç kişiden birisidir.
            6. Fen Edebiyat Kimya Bölümü Derneği kantini. ODTÜ’de yönetimi sosyal demokratlardan alınan son dernekti. 1970 Temmuzundaki kongrede yönetime girmiştim.
            7. Hilal Göker. Operasyon var diye bana haber vermeye gelince evde kurulan karakola yakalanır. Belma ile birlikte İstanbul’daki iki sorumludan birisiydi. Belma onun davranışlarını biraz çocuksu bulduğu için sonraki mektuplarda, çocuk kız, olarak geçecektir.
            8. Banu Ergüder. Sandık cinayeti olarak bilinen olay nedeniyle hapishanedeydi.
            9. TDAS ya da Türkiye Devriminin Acil Sorunları adlı broşür. Sonraki yıllarda isteğimiz dışında örgüt Acilciler olarak tanınacaktı.
            10. 24 Ocak 1971. Dönemin Adalet Partisi hükümetinin devrimcilerin elinde bulunan öğrenci yurtlarına yönelik ilk büyük saldırısıydı. O sırada Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu’nun yayın organı İleri dergisinin yazı işleri sorumlusuydum. Ocak başında çıkan derginin büyük bölümü dağıtılmıştı. Dağıtım merkezi SBF yurduydu. Bu baskındaki çatışmada hastanelik olacak kadar yaralanmıştım.
            11. 5 Mart 1971. Jandarmanın ODTÜ yurtlarını basmasıyla çıkan çatışmada biri öğrenci, birisi jandarma eri, birisi de seyirci olmak üzere üç kişi hayatını kaybetmişti.
            12. Selahattin Güleç. THKP-C iddianamesinde çok yerde adı geçer.
            13. Nolucak şimdi, sözünü Belma çok kullanırdı. Sonraki mektuplarda da sık sık geçecektir.
            14. Temmuz-Ekim 1975 arasında ilk kez o yıl çıkan kısa dönem askerlik için Balıkesir’e gittim. Ordu da ne yapacağını bilmediği için fiili olarak üç ay ve oldukça serbest askerlik yaptım. Her hafta sonu Ankara’ya gelirdim.
            15. Avukat Cemil Orkunoğlu, Hilal’in o zamanki eşi. Kendisini değil de Hilal’i sorumlu yaptığım için bana düşmandı.
            16. Bu bilginin doğru olmadığını yıllar sonra ortaya çıkan başka olaylar sonucu öğrenecektik. Takip Arzu Sayman’ın Ankara Merkez Cezaevi’nde Rıza Salman’ı ziyaretinden sonra izlenerek benim evin bulunmasıyla değil, biz Antakya’ya gittikten sonra o kentten başlamıştı.
            17. Daha sonra öğrendik ki, İntercontinental’i kurşunladığımız sırada yakındaki Sheraton Oteli’nde MİT Marmara Bölge Toplantısı varmış, oteli şaşırdığımızı sanmışlar ve o güne kadar pek ciddi ele alınmayan takip, bundan sonraki birkaç günden başlayarak yoğunlaşıyor.
            18. Halkın Devrimci Öncüleri örgütün resmi adıydı ama kamuoyunda pek tutulmadı, örgütün adı Hürriyet Gazetesi’nin taktığı isimle Acilciler olarak kaldı.
            19. Tülay. Belma onu kardeşi gibi severdi, bu nedenle aramızda baldız olarak söz ederdik.

OKURA…
Belma’ya mektupların kitap olarak değil de internet üzerinden yayınlanması hem bazı iletilerin değerlendirilmesini ve hem de bazı değişikliklere gidilmesini gerekli kılıyor.
Baştaki Giriş yazısında mektuplarda uzun politik analiz bölümlerini (…) işaretiyle atladığımı belirtmiş, gerekçe olarak da 35 yıl önce yapılmış politik analizlerin okuru ilgilendirmeyeceğini düşündüğümü belirtmiştim.
Bazı okurlar bu bölümleri de okumak istediklerini ilettiler. Politik analiz bölümleri epeyce sonra geliyor ve artık yer sorunu da bulunmadığına göre bunları da ekleyeceğim.
Bu mektupta iki tane (…) işaretli bölüm vardı. İlkini kaldırdım, ama ikincisi kaldı. Bazı şeylerin Belma ile benim aramda kalmasını okur herhalde anlayışla karşılayacaktır.
İkinci değişiklik ise mektuplardaki açıklayıcı notlarla ilgili… Kitap zaten 350 sayfaya ulaştığı için daha da fazla uzamaması için dipnotları kısa tutmuştum. Şimdi yer sorunu kalmadığına göre dipnotları daha geniş yazabilirim.
Okuduğunuz mektup hayatımda yazdığım en uzun mektuptur diyebilirim: bilgisayarda 18 sayfa tutuyor. Bir okurun önceki mektupla ilgili olarak belirttiği gibi, “unuttuğumuz mektup yazmayı, el yazısıyla mektup yazmayı” bize hatırlatıyor.
Son olarak ileti adresini de yeniden vereyim:  erkiner@gmx.de 

E.